Faydalı Paylaşımlar..

19 Ekim 2013 Cumartesi

Şimdiye Kadar Neredeydiniz!

12:49:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Fehmi Yıldırım Bey anlatıyor;

1994 senesiydi. Arkadaşlarla yapacağımız bir sohbete geç kalmıştım. Onun için özür dileyip hem de mazeret beyanında bulunmak kastıyla dedim ki, bir arkadaşımın yakınına baş sağlığı için gitmiştim. Çok enteresan bir ölüm hadisesi idi. Aniden vefat eden adama, ölmeden hemen önce oğlundan, kızından ve damatlarından dört telefon gelmiş; "Merak ettik

Adam, birbiri ardına gelen bu telefonlardan dolayı oldukça şaşırmış, "iyiyim", demiş ama içinden de "Bu işte bir gariplik var!" diye geçirdikten sonra oturduğu yerde vefat etmişti. Bütün bu olanlar yarım saat içinde cereyan etmiş.

Ben bu enteresan hâdiseyi naklettikten sonra sohbette ilk defa gördüğüm bir genç, "Müsaade ederseniz, ben de buna benzer bir hâdise anlatayım?" deyip, bizden olur aldıktan sonra başladı anlatmaya:

-Sizlerin şu samimiyetiniz ve bu kadar güzel dostluk ve sohbetleriniz bana çok tesir etti. Yeni tanıştık ama, bugüne kadar niye sizleri bulamadım? diye hayıflanıyorum. Görüyor­sunuz bir kolum yok. Size bir trafik kazasını ve biraz önce bahsedilenlere benzeyen önsezileri anlatayım.

-Nişanlım ipek ile evlenmemize on gün vardı. O gün onu aldım bir bara götürdüm. Biraz sonra arkadaşım ve aynı zamanda adaşım Murat da İki kız arkadaşı ile birlikte yanı­mıza geldiler.

-Hayrola, hoş geldiniz, dedikten sonra onları hiç bek­lemediğim için "Niye geldiniz?" diye sordum. Onlar "Ölmeye geldik!" deyip gülüşmeye başladılar. "Biz de!" deyip şaka-lastik.

Biraz sonra Hakan isimli arkadaşım da iki kızla çıkıp geldi. O saatler, pek böyle biraraya geleceğimiz bir vakit olmadığı için onlara da "Hoş geldiniz. Hayrola bu saatte bu­raya niye geldiniz?" diye sordum, onlar da, daha önce ko­nuştuklarımızdan habersiz, gülerek "Ölmeye geldik!" dediler.

içkilerimizi içtikten sonra bardan çıktık. Ben arabamı Hakan'a verdim, biz de Murat'ın arabasına doluştuk. Hakan'a verdim, biz de Murat'ın arabasına doluştuk.

O akşam İpek'te bir başkalık vardı. Ben arka koltukta pencere kenarına, onun ise ikinci kızla benim arama orta yere oturmasını istiyordum. Çünkü Murat arabayı kullanacak­tı, kız arkadaşlarından birisi ön tarafa yanına oturmuştu. Ama ipek bütün ısrarlarıma rağmen ortaya oturmaya yanaşmadı ve benim ortaya oturmamı istedi, Ben de mecburen oturdum.

Biraz sonra yolda giderken çok şiddetli bir kaza geçirdik, Murat, ipek ve yanımdaki kız hemen orada ölmüş, ben komaya girmişim. Zaten kolum kopmuş, iç organlarım dışarı fırlamış. Ön tarafta oturan kız ise nasılsa kurtulmuş ve arabadan çıktığı gibi arkasına bakmadan gitmiş. Polisler gelmiş manzarayı görünce hepimizi de ölü zannedip morga kaldırmışlar. Sonra isim tesbiti için tekrar morga gelmişler, kapıyı açınca ben kımıldamış ve bağırmışım. Heyecana kapılan polis heyecandan silahını çekmiş fakat bayılıp yere yığılmış. (Bu polis birkaç ay psikolojik tedaviden sonra malu­len emekliye ayrılmış.)

Daha sonra beni hemen tedaviye almışlar, yurtiçinde ve yurtdışında uzun tedaviden sonra kendime gelebildim. Hakanlar da trafik kazası yapıp ölmüşler. Anlaşılan geriye iki kişi kalmıştı.

Murat bütün bunları anlatırken sanki nefesimizi tutmuş, pürdikkat dinliyorduk. Murat, meselenin değişik bir yönüne geçiş yaparak şunları söyledi:

-Sonradan şunları öğrendim. Arkadaşım Murat, kazadan 10-15 gün önce bir mezar hazırlatmış hatta bir hoca çağırıp, "Kur'ân oku, dua et", demiş. O da, "Burası boş mezar, ben kimin için yapacağını?" demiş. Adaşım, "Sen dua et, oraya girecek olan yakında gelecek", demiş.

Kazadan sonra işte o kazdığı mezara gömülmüş. Nişan­lım ipek de, son olarak benimle çıkmadan önce bütün elbise­lerini bavullara, valizlere doldurup üzerine, "Ben gelmezsem bunları fakirlere, Çocuk Esirgeme Kurumu'na verin", diye yazdığı bir not bırakmış. Zaten o gün inanıyordum ki, nişan­lım kazayı hissetmişti. Beni de çok sevdiği için orta yere otur­tarak korumak istemişti. Çünkü hiçbir zaman karşılaşmadığım inatçı tavrına ilk defa orada şahit oluyordum.

Bunları söylerken Murat'ın gözleri yaşarıyordu. Kafasını kaldırıp bir soru sordu:

-Allah'a imanı vardı, içki içmezdi, iyilik severdi, dürüsttü, fedakârdı. Ama yetiştiği durum itibariyle din adına pek birşey bilmezdi. Acaba Allah onu affeder mi?'

Fetret devrine benzer bir yokluk ve yabancılık içinde yetişen böyle birisi için, "Allah'ın merhameti geniştir, zaten Allah'tan hiçbir zaman ümit kesilmez", diyerek teselli etmeye çalıştık.

Murat, daha sonra kendisi için de şunları söyledi: "Ben Allah'a inanıyorum. Bir senedir de hiç içki içmedim. Ama dinden uzak yaşadım. Bilmiyordum. Elimden tutanım da yoktu. Allah beni de affeder mi?"

Biz yine Allah'ın rahmetinin genişliğinden bahisle teselli edici sözler söyledik. Gözlerinin içi gülüyordu. Fakat birden bire durdu ve "Fakat ben, bizi terkedip giden kızı öldürmek istiyorum, çok mu büyük günah işlemiş olurum?" diye sordu.

Biz de "Niçin?" diye sorduğumuzda o, "iki sebepten. Birincisi kazayı yaptıran o... Çünkü adaşımla sert bir münakaşaya tutuştu. Hatta direksiyonu elinden zorla almaya kalktı ve hızla giden araba bariyerlere çarptı. Sonra da hiçbirimize bak­madan, yardım çağırmadan bizi ölüme terkederek çekip gitti, ikinci olarak da, tahkikat sonucu arabanın içinde bizim beş kişi olduğumuz tesbit edilip ifadesine baş vurulunca da her­halde benim ölümden kurtulup işi düzeltmem mümkün olmaz diye verdiği ifadede benim şoförle kavga edip direk­siyona saldırdığımı ve dolayısıyla kazayı yaptırdığımı söyle­miş. Benim iyileştiğimi öğrenince önce İsviçre'ye kaçmış, sonra da Amerika'ya gidip birisiyle yaşamaya başlamış. Ama ben onu çok iyi takip ediyorum."

Biz, "Sakın ha... Madem iyi bir yola girmek istiyorsun, onu affet.. Allah affedenleri sever, inşaallah geniş ve engin rahmete mazhar olursun", dedik.

Murat bize, "Ben sizlerden ayrılmak istemiyorum, izin verirseniz bütün sohbetlerinize katılmak arzu ediyorum" dedi. Biz de bütün samimiyetimizle "bekliyoruz" dedik.

Öbür hafta kaza hakkında gazetede çıkan haberlerin kupürlerini de toplayıp bir dosya yaparak bize gelmek iste­miş fakat kazadan sonra yakalandığı sara hastalığının nöbeti gelince arkadaşı ismail Bey onu hemen evlerine götürmüş, iyileşince telefon ederek arkadaşlardan, gelemediği İçin ma­zeret beyan edip özür dilemiş. Bir sonraki hafta ise sara nöbeti onu banyoda yakalamış. Düşüp başı zedelenmiş ve acele hastaneye kaldırmışlar. Ziyaretine gittiğimizde bizi tanımıyordu. Birkaç gün sonra da vefat etti.

Bağdat Caddesi'nin bu sevilen genci için kızlı-erkekli bütün arkadaşları ağlıyorlardı. Cenazeye geldiler. Biz ken­dimizi tanıtıp yanlarına sokulunca, hepsi etrafımızda pervane gibi oldular ve "Murat sizlerle tanıştıktan sonra bize geldi ve arkadaşlar çok temiz insanlarla tanıştım. Onlarla görüşün iyi yolu bulalım. Bizim tuttuğumuz bu yol, yol değil. Ben, artık İslâmiyet'i öğrenip yaşamak istiyorum. Yoksa herşey fani, herşey boş." diye sizlerle mutlaka oturup sohbet etmemizi arzuluyordu, ama bizleri tanıştırmaya ömrü yetmedi, dediler.

Demek ki, Allah'ın kendisine bahşettiği son zamanı iyi değerlendirmişti. Ailesine de başsağlığına gittik. Orada da kız kardeşi, annesi ve babası bize "Murat hep sizden bahsediyor­du, sizi çok sevmişti" dediler.

Cenazenin olduğu gün, orada başı sarılı bir delikanlı vardı, "Murat'ı çok severdim. Vefatını duyunca arabamı duva­ra vurdum, onun için başımdan yaralandım. Ama size birşey söyleyeceğim. Sizinle tanışmamız için, mutlaka Murat'ın öl­mesi mi gerekiyordu? Niye bizleri de aranıza almıyorsunuz?" diyerek sitemlerini dile getirdi.

Sonra öğrendik ki, Murat çok cömert bir gençti. İpek'in ölümünden sonra ise iyice cömertleşmişti, Şimdi Karacaahmet Kabristanı'nda ölmeden önce nişanlısı İpek'in yanına yaptır­dığı mezarda yatıyor.

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s. 98

İnsanın Aceleciliği

10:28:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Çin'in bir köyünde bir yaşlı adam varmış... Çok fakirmiş. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş; ama adam satmaya yanaşmamış... "Bu at, benim için bir dost... İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep...

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış ve başlamışlar söylenmeye:

- Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala sataydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın.

İhtiyar:

- Hüküm vermek için acele etmeyin, demiş. Sadece*At kayıp* deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi kendine dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.

- Babalık! demişler. Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.

- Karar ve hüküm vermek için gene acele ediyorsunuz, demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan, ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye düşünmüşler...

Bir hafta geçmeden, vahşi atlan terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşüp ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

- Bir kez daha haklı çıktın, demişler. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın, demişler.

İhtiyar:

- Siz erken hüküm verme hastalığına tutulmuşsunuz, diye cevap vermiş köylülere. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu... Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde kapına gelir ve daha sonra neler olacağı size asla bildirilmez...

Birkaç hafta sonra, düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan büyük gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, İhtiyarın sakatlanan oğlu dışındaki bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin öleceğini ya da esir düşüp köle olarak satılacağını biliyorlarmış.

Köylüler, ihtiyara gelmişler...

- Gene haklı olduğun anlaşıldı, demişler. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.

- Siz erken karar ve hüküm vermeye devam edin, demiş ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

La Tzu, etrafına anlattığı bu gizemli hikayesini, şu nasihatle tamamlarmış:

- Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında hüküm vermekten kaçının, Karar aklın durması halidir. Hüküm verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Üstelik akıl, insanı daima karara, hükme zorlar.

Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Ne var ki, gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 111

Cebrail (as) hz. Ebu Bekir'i İmtihanı

10:06:00 Posted by Mücahid Reis

"Cebrail aleyhisselâm, Hazreti Ebu Bekir'i Resûlüllah'a kargı ne ka­dar sevgisi olduğunu öğrenmek istediğini Hak Teâlâ'dan istedi. Cenab-ı Allah ona imtihan etmesini emretti. Cebrail aleyhisselâm bir bayram sabahı Hz. Ebu Bekir'in geçeceği yol üzerine bir âmâ gibi oturdu. Haz­reti Ebu Bekir bayram günü en yeni ve kıymetli elbiselerini giymiş Resûlüllah'ın yanına gidiyordu. Tam Ebu Bekir (r.a.) önüne geldiği za­man :

—Hazreti Muhammed'in sevgisi için bana bir şey vereni Allah affetsin, dedi. Hazreti Ebu Bekir bunu duyunca sırtındaki cübbesini çıkarıp verdi:

—Bu sözü tekrar söyler misin? Diye sordu. Âmâ tekrar söyledi. Hazreti Ebu Bekir bu sefer çıkarıp sırtındaki elbiseyi verdi. Tekrar söy­letip ayakkabısını da verince üzerinde ancak örtünecek kadar elbise kal­mıştı.

Yolun ortasında kalan Hazreti Ebu Bekir'i o ara Bilâl-i Habeşi (radıyallahu anh) görüp elbise getirmesi için eve gönderdi.

Yolda Bilâl'a (r.a.) Peygamberimiz rastlayıp nereye gittiğini an­ladığı için :

—Ya Bilâl, Ebu Bekir'in elbisesini alan Cebrail (as)dır. Bana olan sevgisini ölçmek için böyle yaptı, buyurdu. Hazreti Bilal elbiseyi, Hazreti Ebu Bekir'e götürüp teslim etti ve Resûlullah'ın huzuruna geldi. O zamana kadar Cebrail aleyhisselâm elbiseyi getirip Peygamber Efendimize vermişti bile, Peygamber Efendimiz :

—Ey Ebu Bekir! Al elbiselerini, imtihanı kazandın. Cebrail karde­şim seni imtihan etmişti. Bana olan sevgini Öğrenmek istemişti, buyur­du.

Bunun üzerine Hazreti Ebu Bekir :

—Ya Resûlullah! Ben o elbiseyi senin sevgin için verdim, buyurdu. Sonra geri alamam istediğiniz yere verin, dedi. Elbiseyi bir fakire hediye ettiler.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Siz Böyle Cimri Adam Duydunuz mu?

09:43:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Tarih boyunca iki duygu çarpışmıştır:

— Cömertlik ve cimrilik!

İnsanlar hep bu iki duygunun imtihanı içinde ömür­lerini sürdürmüşler, iki anlayışın ibretli örneklerini bıra­karak hayat sahnesinden çekilip gitmişlerdir.

Kimileri cimrilik örneği bırakmış, kimileri de cömert­lik numuneleri sunmuş, ahirete cömertlerden biri olarak girme saadetine erişmiştir.

Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, cömert­likle cimriliği iki dala benzetir ki, bu dalların birinin kö­kü cennette, birininki de cehennemdedir.

Kim hangisinin ucuna takılırsa onun kökün de bu­lunduğu yere varır.

İşaret etmeye gerek yoktur ki, cömertin tuttuğu dalın kökü Cennettedir. Cimrinin tuttuğu dalın kökü de Ce­hennemde.

Demek, cömertlik insanı en sonunda Cennete götü­rür. Cimrilik de Cehenneme...

Cimrilikte öyle hasislik, öyle aç gözlülük vardır ki, bu hale düşen adamın artık gözü, gönlü hep başkasının ma­lında, başkasının yardım ve ikramdadır. Kendisi kim­seye bir lokma vermez, ama herkesten her zaman ihsan, ikram bekler. Hatta olmayacak yerlerden bile ianeler umar, durur.

Bu yazımızda sizlere Arabın aç gözlü cimrisinden ör­nekler arzetmek istiyorum. Bizim aç gözlülerimize de ib­ret olur inşallah.

Sizler Eş'ab'ı duymamışsınızdır. Bu yazıda Eş'ab'ı ya­kından tanıyacak, aç gözlülük, cimrilik, bahillik nasıl olurmuş ondan öğreneceksiniz.

Bir insan böylesine cimrilik, bahillik girdabına dü­şerse, onun hali felakettir. En acı lokma kendisininki, en tatlı lokma da başkalarından aşırdığı olur artık.

Araplar aralarında bir cimri, bahil adam görünce:

— Eş'ab gibi derler, Eş'ab'ı cimrilikte örnek gösterir­lerdi.

Büyük sahabi Hazret-i Zübeyr'in (r.a.) azad ettiği kö­lelerden olan Eş'ab, komşularından birinin bacasından duman çıktığını görünce hemen eline ekmeğini alır kapıda beklemeye başlarmış. Neyi beklermiş biliyor musu­nuz?

Bacasından duman tüten komşu, belki pişirdiği ye­mekten Eş'ab'a da getirebilirmiş. Beklediği budur.

Eş'ab bir gün çömlek satan adamın dükkanına girer. Çömlekleri şöyle bir inceledikten sonra teklifini yapar.

— Bundan sonra çömlekleri biraz daha büyükçe yapın, olmaz mı?

Adam ümitlenir:

— Efendi, büyük çömlek istiyorsanız getireyim, yahut da istediğiniz büyüklükte yaptırayım, kaç tane istiyorsunuz?

Eş'ab'ın cevabı tam Eş'ab'lık:

— Hayır, ben çömlek filan alacak değilim, der. Düşündüğüm odur ki, bu çömlekleri alanlardan biri bir gün bana yemek getirecek olursa bunlar az yemek alır da onun için..

Eş'ab'm açgözlülüğünü bilen biri, bir gün onu sevin­dirmek için yemeğe davet eder. Eş'ab sofraya oturduğun­da biri kapıyı çalar. Eş'ab, kapının açılmasına şiddetle karşı çıkar.

— Tam yemekte iken kalkılır da kapı açılır mı? Bırak beklesin yemek bitinceye kadar, der.

Ev sahibi açıklamada bulunur:

— Efendim, bu gelen öyle meziyeti olan biridir ki, başkasının sofrasından yemek yemez, deyince Eş'ab he­men sözünü keser:

— Başka faziletini saymaya gerek yoktur, aç kapıyı gelsin öyle ise...

Ne dersiniz bu manzaraya? Cimriliğin, aç gözlülüğün böylesine pes mi? Yoksa bizim de bundan az-çok hisse­miz var mı? Düşünmeliyiz?

Kaynak:Ahmed Şahin, Olaylar Konuşuyor, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 45