Faydalı Paylaşımlar..

3 Ocak 2014 Cuma

ÜÇ ÜZÜM TANESİNE ÜÇ KÜP ALTIN

14:53:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbrahim Ağa, üç gündür hep aynı rüyayı görü­yordu:

- Senin kısmetin Bağdat'ta, büyük meydandaki köprünün başında bulunan hurma ağacına sarılmış asmadadır. Git, o çubuktan üzüm ye, o ağaçtan hur­ma al. Kısmetin açılsın! İbrahim Ağa,

- Arka arkaya devam eden bu rüyalarda bir hik­met olsa gerek, şeytanî olsa tekrar edip durmazdı!.. Diye düşündü.

İbrahim Ağa, haram yemeyen, dini hayatim bi­linçli şekilde yaşayan bir İstanbulluydu. Başa giyi­len takke yapar, Takkeciler Çarşısı'ndaki dükkanın­da da bunları satıp geçimini sağlardı. Bu yüzden ona Takkeci İbrahim Ağa derlerdi. Neticede vesveselerini yendi ve Bağdat'ın yolunu tuttu. Aylarca süren bir yolculuktan sonra Bağdat'a vardı. Nihayet rüyada gösterilen meydandaki hurma ağacını ve ona sarılmış asmayı gördü. Ağacın dibine varıp, bir kaç hurma ve üzüm yedi. Kısmetini almış ve yol yorgunluğunu gidermek amacıyla, müsait bir köşede yatıp uykuya daldı. Bir ara rüyasında, karşı­sında ak sakallı bir ihtiyar belirdi. Hem gülümsüyor, hem de soruyordu:

- Uç üzüm tanesi için tâ İstanbul'dan buraya ge­linir mi?

İbrahim Ağa cevap verdi:

- Ne yapayım, her gün rüyamda, senin kısmetin Bağdat'tadır. Git, meydandaki üzüm ve hurmadan ye, kısmetin ondan sonra açılacak, diye ısrar ettiler.

Aksakallı zat bu sözlere kahkahayla güldü:

- Birader, sen de ne kadar safmışsın? Rüyada böyle dediler diye insan bu kadar yolu göze alır mı? Bana da kaç defadır benzerini söylüyorlar. İstan­bul'un Topkapı semtinde İbrahim Ağa adında bir takkeci varmış, evinin kömürlüğünde üç küp altın gömülüymüş, git eşip al, diyorlar. Ben bu söze güve­nip de yola düşüyor muyum?

Heyecanla uykudan gözlerini açan İbrahim Ağa, işin içindeki hikmeti anlar gibi oldu. Hemen gerisin geriye döndü. İstanbul'daki evine geldi. İlk işi kömür kırmak bahanesiyle kömürlüğe girip, bodrumu eş­mek oldu. Daha ilk kazmada küpleri buldu, ama bir­den çıkarmaya cesaret edemedi.

Düşünmeye başladı. Hanım bilse mi, bilmese mi?.. Acaba bilse bunu etrafa ilân eder mi, etmez mi? "Hânımı bir imtihan edeyim, sonra karar veririm" diye düşündü. Sabah hanımını çağırıp dedi ki:

- Bu gece beni müthiş bir karın ağrısı tuttu, ni­hayet sabaha karşı işte şu yumurtayı yumurtladım, sakın kimselere söyleme. Başıma bu da geldi.

Kümesten aldığı yumurtayı hanımına gösterdi.

Kadıncağız, kocasına söz verdi:

- Efendi, ben sır saklarım, kimselere söylemem, sen rahat ol, dedi.

Ama o gün öğle namazına giderken İbrahim Ağa'yı görenler, tavuk gibi gıdaklamaya başlıyordu. Kimi görse, hemen:

- İbrahim Ağa, git gıdak! Git gıdak!.. diye takılı­yordu. Meğer geveze kadın, sabredememiş; "Hû! Bi­zimki bu gece bir yumurta yumurtladı, sakın kimse­ye söylemeyin." Diyerek haberi herkese duyurmuş­tu.



İbrahim Ağa anladı ki, bu kadın bu sim saklayamayacak. Gizlice ustalarla anlaştı. Topkapı' nın giri­şine yakın yerdeki bugün halen hizmette bulunan Takkeci İbrahim Ağa Camii'ni inşa ettirmeye başla­dı. Böylece hazinenin tek kuruşunu bile şahsına sarf etmeden bu ibadethaneye kullandı. Hanımı Emine Hanım, kızı Ayşe, oğullan Halil Çavuş ile Mustafa Subaşı olayı çok sonra öğrendiler. 1597 yı­lında tamamlanan bu şirin cami, çinicilik sanatının da değerli Örneğini yaşatan tarihî bir eser olarak ha­len hizmet vermeye devam etmektedir.

Takkeci İbrahim Ağa, caminin tamamlanmasın­dan iki yıl sonra ebedi âleme göçtü. Kendi gitti, ama eseri geride baki kaldı.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.39

MEHMET AKİF TEN MUAZZAM BİR İNSANLIK ÖRNEĞİ

13:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Mehmet Akif, inanan ve inandığı değerleri için yaşayan, zamanın eskitemediği, tarihe mâlolmuş bir Hak dostu­dur. Arabistan çöllerinde sema ehlini bile gıptaya sevkeden şu hâdise, Akif'in inançlarını, (ne kadar zor olursa olsun) yerine getirme hususunda ne kadar azimli bir İn­san olduğunu göstermesi açısından çok ibret vericidir,

Akif’in vazife için Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Eşref Bey (Kuşçubaşı) ile Arabistan'da Hicaz'a gittiği yıllardır. Hicaz de­miryolunun el Muazzam istasyonunda bulunmaktadırlar. Bu bir çöl istasyonudur ve çölde istasyondan başka hiç bir bina yok­tur, ne insan, ne hayvan, ne yeşillik, ne ümran...

İstasyon denilen şey de bir küçük bekleme solonu ve bir memur barınağı... Bu barınakta da istasyon memurunun ailesi yaşamaktadır. Fakat, ailenin hâli perişandır ve odanın halinden sefalet akmaktadır. Odada oturacak bir ot minderden başka birşey yoktur; ne iskemle, ne masa, hatta bir çuval bile... Ve istasyon memurunun hanımı üç beş gün sonra doğum yapa­caktır. Adamcağız çaresizlikten "Sizde eski çamaşırlar varsa bari verin de doğacak çocuğu saralım" diye iki büklüm olarak Akif ve Eşref Beylerden medet dilenir.

Akif'in yüzünü derin bir teessür kaplar. Eşref Bey'e bakarak: Bu kadına yardım etsem. Ortada çok ciddi bir tehlike mevcut. Doğacak çocuğun hayatı tehlikede. Ben trene atlayıp hemen Şam a gideyim, ne lazımsa alıp getireyim" der.

Eşref Bey itiraz eder: "Aman Akif, Şam'a, oradan tekrar buraya en aşağı beş gün beş gece bir yolculuk yapman lazım. Halbuki aylardan beri çölde yolculuk yapıyoruz. Bu kadar yorgunluktan sonra, henüz bir gece bile dinlenmeden, bu uzun yolculuğu nasıl yaparsın?"

-"Yorgunluk mesele değil, ortada bir felaket var. Ah, yok­sulluk ne müşkül şeydir sen bilir misin? Benim ciğerim par­çalandı."

Ve Akif, maşlahını sırtına atıp besmele çekerek yola koyu­lur. Hareketinin beşinci günü, birçok malzeme ile çıkagelir. Yorgunluktan, uykusuzluktan perişan vaziyette el Muazzama adımını attığında vazifesini hakkıyla yerine getirmiş bir insanın huzuru ve neşesi yüzünden okunmaktadır. Eşref Bey daha sonra, bu hâdiseyi değerlendirirken şöyle diyecektir:

"Ah mübarek Akif! Şehinşahlara boyun eğmeyen Akif! Sefalette kalan bir kadına yardım için, atmış üç derece sıcak­lıktaki çöllerde aylarca dolaştıktan sonra bir gece bile istirahat etmeden beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın, "

Kaynak:İbrahim Refik, Geçmişten Geleceğe Işıklar, Albatros Yayınları, İstanbul 2007, s. 84

ŞEFKAT KAHRAMANI ANNELER

13:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Çocuğunu birkaç dakika önce dünyaya getirmiş olan mutlu anne, hemşireye, "Yavrumu görebilir miyim?" dedi. Bebek annesinin kollan arasına konulduğu zaman anne, ço­cuğunun yüzünü görebilmek için üstüne Örtülmüş olan tülbenti merakla kaldırdı. Bu sırada doktor hemen arkasına döndü ve dışarı bakmaya başladı. Çünkü çocuk kulaksız olarak doğ­muştu. Zamanla çocuğun duyma melekesine sahip olduğu an­laşıldı. Yalnız, yüzünün görüntüsü hiç de iyi değildi. Bir gün, çocuk okuldan hüngür hüngür ağlayarak eve döndü ve ken­disini annesinin kollan arasına attı. Küçük çocuk gözyaşları içinde annesine şöyle diyordu: "Benden büyük bir çocuk bana 'kulaksız' dedi."

Artık büyümüştü. Kulakları olmadığı halde güzel olduğu belli idi. Arkadaşları arasında da kendini sevdirmişti. Kulakları olmadığı için sınıf başkanlığına seçilememiş, fakat birer şiir, edebiyat ve müzik ödülü kazanmıştı. Annesi ona, arkadaş­larına yakınlık göstermesini önerdiği zaman, içinden derin bir üzüntü duyuyordu.

Gencin babası bir gün aile doktoru ile bu meseleyi gö­rüştü. Acaba bir çare bulunamaz mıydı? Doktor, kulak sağla­nabilirse ameliyatla ona kulak takılabileceğini söylüyordu. Ama bütün mesele kulağını feda edebilecek kişiyi bulmaktaydı. Bu kadar büyük bir fedakarlığı kim göze alabilirdi ki?

Aradan iki yıl geçti. Bir gün baba, kulaklarını verecek biri­ni bulduğunu belirterek, artık ameliyat zamanının geldiğini söyledi. Fakat bunun kim olduğunu söyleyemeyeceğini de vur­guladı.

Ameliyat başarıyla sona ermiş ve yepyeni bir görünüm ortaya çıkmıştı. Delikanlı zamanla okulda kendini gösterme imkanını buldu ve büyük başarılar sağladı. Eğitimini bitirdikten sonra evlenerek politikaya atıldı. Aradan yıllar geçti. Sonunda gencin, kendisi için büyük

Fedakârlıkta bulunan insanı öğrenme günü gelip çatmıştı, işin enteresan yanı, bu aynı zamanda delikanlının hayatının en üzüntülü günlerinden biriydi. Çünkü o gün delikanlı, annesinin cenazesinin başında bulunuyordu.

Babası yavaşça cansız olarak yatan annenin yanına yak­laşarak zavallı kadının saçlarını kaldırdı. Annesinin kulaklarının olmadığını hayretler içinde gören genç gözyaşlarını tutamadı ve kendini toparladıktan sonra şunları mırıldandı: "Oysa annem bana hep, 'uzun saçlı olmaktan çok hoşnutum' derdi."

Kaynak:İbrahim Refik, Hayatın Renkleri, Albatros Yayınları, İstanbul 2001, s. 47