Faydalı Paylaşımlar..

6 Kasım 2014 Perşembe

DENİZ YILDIZI

14:23:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür.Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa atan genç bir adam olduğunu fark eder.Genç adama yaklaşır:

-Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun

Genç adam cevap verir:

-Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.Onları suya atmazsam ölecekler.

Yazar sorar:

-Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki ?

Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.

-Onun için çok şey fark etti ama... der.

Kaynak: Bilgelik Hikayeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

Dalı Bırakabilmek

13:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Oldum olası kendisine güvenen ve bununla gurur duyan birisiymiş o. Çoğu kişiye göre başarılıymış da. Etrafındakilere başarısının sırrını hep şöyle açıklarmış: “Kontrol! Anahtar kelime bu. Kontrolü hiçbir vakit elden bırakmayacaksın. Aklını kullanacaksın. Adımlarını yere sağlam basacaksın. O zaman başaramayacağın şey kalmaz.” Kontrole verdiği bu önem yüzünden arkadaşları arasında “Bay Kontrol” diye çağrılır olmuş.

Gerçekten de, Bay Kontrol, hayatının denetimini hep elinde tutmak ister, herşeyin planladığı gibi yürümesini ister, kolay kolay kimselere güvenmezmiş. Birisine bir iş havale ettiğinde dahi, gizliden gizliye o işi takip eder ve sonuç elde edilinceye dek içi rahat etmezmiş.

Ama herşeyi kontrol etmek mümkün değilmiş elbette. Geceleri uykunun kollarına bırakamıyor kendisini. Uykuya dalabilmek, yorgun birisinin uyanık kalması kadar zormuş onun için. Bu sorunu uyku haplarıyla halledebiliyormuş bir şekilde, ama ya midesi? Ekşime, gastrit derken ülsere varan rahatsızlığı doktoruna göre tek nedenden kaynaklanıyormuş: yoğun stres. Her reçetenin yanında bir de tavsiye alıyormuş bu yüzden: “Kendinizi biraz rahat bıraksanız! Sakinleşin. İşleri biraz oluruna bırakın.” Ama onun cevabı hazırmış: “Doktor bey, yapacak bunca iş varken insan nasıl rahat olabilir? Oluruna bırakırsam, işler nasıl yürüyecek, söyler misiniz lütfen?”

Gençlik enerjisi bitmeden kariyerinin zirvesine ulaşmak, toplumda elle gösterilen bir kişi olmak, daha ileride ülkesinin kaderinde söz sahibi olmak… Kendince belirlediği hedeflermiş bunlar. Her adımını bunları hesaplayarak atar, her sözünü bunları düşünerek söylermiş. Kariyerine zarar vermesin, planları bozulmasın diye, evliliği bile erteleyip dururmuş.

Peki ya arkadaşları? Bay Kontrol’le bir arada bulunanlar, kendilerini hep diken üstünde hissederlermiş. Ağzını açıp birşey söylemese bile, etrafına yaydığı gerilim yüklü dalgalar herkesi rahatsız edermiş. Planladığının dışında bir aksaklık mı meydana geldi? İşte o zaman, gözü hiçbir şeyi görmez, sorumluları fena halde haşlarmış. Hele hele çalışanları hasta olduğunda, işler aksayacak diye öfkelenirmiş. Soğuk algınlığına yakalananlara “Arkadaşım, kendinize iyi bakacaksınız. Hasta olmayacaksınız” diye nutuk çekermiş.

Hayattaki en büyük korkusunu herhalde söylemeye gerek yok: kontrolü kaybetmek. Bunu hayatında iki kez derinden yaşamış. İlki üniversite yıllarında, hiç hesapta yokken bir kıza aşık olduğunda. Ve bir de babasının beklenmedik ölümünde. İlkinde, sınıf birincisi ideal öğrenci gitmiş, yerine etrafına boş boş bakan, ve leylasından başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir mecnun gelmiş. Ama çok geçmeden kurtarmış kendisini bu durumdan. Gelecekle ilgili planlarını düşünerek kontrolü tekrar eline almış. Babasının bir trafik kazası sonucunda ani ölümü ise, tam bir darbe olmuş. Kendi hayatıyla ilgili bütün tutkuları, planları, hedefleri ölümün soğuk yüzüne çarpılmış ve paramparça olmuş. Ama o zoru başarmış ve bu parçaları tekrar birleştirip yoluna devam etmiş!

İşte efendim, bu Bay Kontrol’ün başına, nadir de olsa çıktığı tatillerden birisinde öyle birşey gelmiş ki, ancak masallarda olur. Temiz havasıyla ünlü, dağların tepesinde bir tatil köyünde kalıyormuş. Bir gece vakti, aklına nereden geldiyse yalnız başına yürüyüşe çıkmaya karar vermiş. Kafasında işiyle ilgili konuları evirip çevirirken, tatil köyünden hayli uzaklaştığını farketmemiş.

Tam önemli bir yatırımı yapıp yapmamayı düşünürken, birden hayatı boyunca nefret ettiği o duygu bütün benliğini sarmış: boşluk! Ayağı kaymış ve sarp yamaçtan aşağı yuvarlanmış. Çok güvendiği ayaklarının üzerinde değilmiş artık… Derken, can havliyle kayalıklardan uzanan bir ağaç dalına tutunabilmiş. Bütün gücüyle sarılmış dala.

Aşağıya baktığında dehşete düşmüş, çünkü yüzlerce metrelik bir uçurum uzanıyormuş ayaklarının altında. Yukarıya kendi başına çıkması imkânsızmış. O dala sonsuza kadar tutunamayacağı da açıkmış.

Bay Kontrol, o patikadan geçen birisi sesini duyup yardımına koşar ümidiyle bağırmaya başlamış:

“İmdaaat! İmdaaaaaaaat! Yukarıda kimse var mı? İmdaat!”

Dakikalarca bağırmışsa da kimse sesini duymamış. İnsanların gezmek için pek kullanmadığı bir yolmuş çünkü orası. Her geçen dakika saatler gibi geliyormuş ona. Kollarındaki derman azalıyor, ne yapacağını bilemiyormuş.

Tam ümidini yitirecekken, tutunduğu dalın üstüne yabani bir güvercin konuvermiş ve adamın hayret dolu bakışları altında konuşmaya başlamış:

“Zor durumda görünüyorsun!”

Bay Kontrol önce ne diyeceğini bilememiş. Rüyada olup olmadığını sormuş kendi kendisine. Ama güvercin konuşmaya devam etmiş:

“Buradan kurtulmak ister miydin?”

Bunun ilâhî bir mucize olduğunu, bu kuşu kendisine Allah’ın gönderdiğine kanaat getiren Bay Kontrol yüreğinden kopan bir feryatla haykırmış:

“Allahım! Bu kuşu Senin konuşturduğunu biliyorum. Lütfen Allahım, lütfen beni kurtar. Beni buradan kurtarırsan, bir daha asla günah işlemeyeceğim. İyi bir insan olacağım. Bundan sonraki hayatımda hep senin emirlerine uyacağım!”

“Vaatlerde bulunmayı bırak şimdi” diye sözünü kesmiş güvercin. “Buradan gerçekten kurtulmak istiyor musun, sen onu söyle.”

“Evet, evet!” olmuş Bay Kontrol’ün cevabı.

“Peki” demiş kuş, “Bunun için Rabbinin senden istediği herşeyi yapar mısın?”

Teslimiyetin son kertesine gelen Bay Kontrol’ün cevabı yine aynı olmuş:

“Evet! Ne isterse! Emretsin yeter!”

“O zaman senden istenen şeyi söylüyorum” demiş haberci güvercin ve devam etmiş:

“Dalı bırak!”

Duyduklarına inanamamış bizimki:

“Nasıl?”

“Duydun ya, Rabbin dalı bırakmanı istiyor. Korkma, Ona güven. O seni kurtaracak.”

Bir süre, ne diyeceğini bilememiş Bay Kontrol. Sonra…

Evet, ne cevap vermiş ve ne yapmış dersiniz?

Peki, onun yerinde siz olsaydınız, ne yapardınız?

Kaynak: Düşünen Öyküler, Murat Çiftkaya

Kardeşim

13:22:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ünlü Rus yazarı Lev Tolstoy akşam yürüyüşüne çıktığı sırada, yanına son derece zayıf ve halsiz bir dilenci yaklaştı. Tolstoy adamın günlerdir doğru dürüst bir şey yiyemediğini hemen anladı. Durdu ve biraz para çıkarmak için elini cebine götürdü.

Ancak, cebinden bir kuruş bile çıkmadı! Tolstoy, adama yardım edemediği için son derece üzülmüştü. Dilencinin yıpranmış kirli ellerini tuttu ve özür dileyen bir ses tonuyla:

"Beni affet kardeşim" dedi. "Yanımda sana verebilecek hiçbir şeyim yok."

Dilencinin solgun ve yorgun yüzü birden aydınlandı. "Hayır, benden özür dileme" dedi dilenci. "Sen bana çok büyük bir hediye verdin. Bana "kardeşim' dedin!"

Kaynak: Başarı Öyküleri, Murat Çiftkaya

İlk İnsan Hakları Mahkemesi

12:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu.

Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu:

- Evinizi, arsanızı Resulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin, gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Resulullah'ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum.

Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın alınır, Resulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor.

- Nedir o pürüz?

Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor.

Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tekrar eder:

- Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim, arsanı ver de bu iş bitsin. Mescid-i Nebi ziyaretçileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin.

Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır:

- Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka!

İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übeyd bin Kab.

Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası:

- Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun.

Abbas'ın cevabı:

- Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz.
Mahkemenin kararı:

- İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak, hükumet istimlak için zorlamayacaktır.

Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir.

Bakın ne diyor Abbas:

- Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi?

- Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz.

- Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Resulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir.

Übeyd bin Kab'ın sorusu:

- Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun?

Abbas'ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret:

- İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!...

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001 

BEYAZ ÖLÜM

07:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Beş yaşlarında, üç çocuklu bir ailenin küçük çocuğuydum. Annem, babam, ablam, ağabeyim ve ben mutluluk içinde yaşıyorduk.

Mutluluğumuzu paylaştığımız, Fino adında sevimli mi sevimli bir de köpeğimiz vardı. Zamanımın çoğunu küçük bahçemizde, ağaçların altında köpeğimizle oynayarak geçirirdim.

Sabah olunca babam işine, ablam ve ağabeyim okula giderler, ben evde annemle yalnız kalırdım. Akşamın olmasını, ailemin bir araya toplanmasını dört gözle bekler ve okula giden çocukları pencereden imrenerek izlerdim. Benim okula gitme çağım daha gelmediği için gidemiyordum. Ama büyüyüp okula gitmeyi çok istiyordum.

Akşama doğru eve ablamla ağabeyim gelirdi. Derslerini yaptıktan sonra bahçeye iner, çok güzel vakit geçirirdik.

Akşam olunca babam işten gelir, huzur içinde yemeğimizi yer, sohbet eder, televizyon izler, sonra da yatardık.

Günler böylece akıp gidiyordu. Aradan yaklaşık iki yıl geçmiş, benim de okul çağım yaklaşmıştı.

Bir gün babam işten geldi. Her zamanki gibi birlikte yemeğimizi yedik. Annem o akşam babamda bir farklılık hissetmiş olacak ki sordu:

- Ahmet Neyin var durgun gibisin?

- Size bir şey söyleyeceğim, çok önemli, hepinizin de fikrini almak istiyorum.

- Söyle bakalım seni dinliyoruz?

- Bu gün bir iş teklifi aldım, ama henüz karar vermedim. Eğer kabul edersem evimizi değiştirmek gerekecek. Maddi yönden de durumumuz daha iyi olacak.

- Baba, okulumuz ne olacak?

- Sizleri daha iyi okullara göndereceğim.

Ablam ve ağabeyim daha iyi bir okula gitmenin heyecanıyla, sevinç içinde gitmek istediklerini bildirdiler.

Babam anneme dönüp düşüncesini sordu:

- Hanım sen ne diyorsun?

Annem biraz kararsız görünüyordu. Yıllarca yaşadığı evinden, çevresinden ayrılıp uzak yerlere gitmek annem için zor görünüyordu. Değişik bir yere ayak uyduramayacağımız konusunda endişeleri vardı.

Babam bana bakıp

- Songül sen bir şey söylemedin, ne düşünüyorsun? dedi.

Benim o anda aklıma güzel bahçemiz, çok sevdiğim köpeğimiz geldi:

- Köpeğimizi de götürebilir miyiz?

- Kızım! Gideceğimiz yerin bahçesi olmayabilir. Apartman dairesinde zor olur. Bu yüzden götüremeyiz. Onu bir tanıdığımıza bırakırız. Özlediğin zaman geliriz, seversin.

Babamın cevabı oldukça canımı sıkmıştı. Fazla söz hakkım yoktu, bunun da farkındaydım. Köpeğimden, oyunlar oynadığım bahçemizden, mahallemizden, arkadaşlarımdan ayrılacağım için üzülüyor, ama kimseye bir şey söyleyemiyordum.

Uzun konuşmalar sonunda taşınmaya karar verildi. Taşınacağımız gün gittikçe yaklaşıyordu. Ablam ve ağabeyimin okulları tatil olmuştu. Günümüzün çoğunu bahçede Finoyla oynayarak geçiriyorduk. Fino, sanki onu bırakıp gideceğimizi hissetmiş gibi siyah gözleriyle yüzümüze bakıyor, yanımdan ayrılmıyordu. Bizi eğlendirmek için her türlü oyuna başvuruyordu.

Taşınacağımız gün gelip çatmıştı. Bütün eşyalar önceki günlerde paketlenmiş, taşınmak için hazır hale getirilmişti.

Babamın çağırdığı kamyon geldiğinde bahçede Finoyla birlikteydim. Fino çok sessiz ve neşesiz görünüyordu. Sanki için için ağlıyor, "Gitmeyin!" dercesine yüzüme bakarak yalvarıyordu. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Fino'yu komşumuz Elif teyzeye bırakıp gidecektik.

Artık eşyaların son kısmı da yüklenmiş ve yeni eve gitmek üzere bizleri bekliyordu. Sıra Fino'yu Elif teyzeye bırakmaya gelmişti. Ama içimden köpeğimden ayrılmak gelmiyordu. Babam, ben bu duygular içindeyken bana seslendi:

- Songül! Fino'yu artık bırakmalıyız, beraber mi bırakalım, yoksa ben bırakıp geleyim mi?

Biraz düşündükten sonra gitmemeye karar verdim. Babamın yanında gidersem Fino beni suçlayacakmış gibi bir duygu vardı içimde. Onu son bir kez daha okşadım, sevdim. Ağlayarak bizi bekleyen kamyona koştum. Bir daha arkama bakmadım.

Babam bir süre sonra köpeğimizi bırakıp geldi. Hepimiz kamyona bindik. Güzel mahallemizden, sevdiğimiz komşularımızdan, alıştığımız yerlerden ayrılıp hiç bilmediğimiz bir semte, tanımadığımız insanların yanına gidiyorduk.

Giderken son bir kez etrafıma baktım, bir de annemle babamın yüzüne baktım. Annem de belli etmemeye çalışarak için için ağlıyor, babam hüzünlü bir şekilde etrafına bakıyordu. Kardeşlerimse yeni semtin heyecanıyla sanki yerlerinde duramıyorlardı.

Artık gideceğimiz yere yaklaşıyorduk. Etrafta büyük apartmanlardan, vızır vızır işleyen arabalardan, koşuşturan insanlardan başka bir şey görünmüyordu..

Sonunda yeni evimizin önüne gelmiştik. Burası on katlı bir apartmandı ve biz beşinci kattaki dairelerden birine taşınacaktık.

Son eşyalar yukarı çıktığında akşam olmak üzereydi. Bütün eşyalar ortalıkta olduğu için oturacak yer bile yoktu. Annem, babam ve kardeşlerim yatacağımız yerleri hazırladılar. Yorgun bir şekilde yatıp uyuduk.

Sabah olunca taşıtların gürültüleriyle uyandım. Alışık olmadığım bu sesler beni rahatsız ediyordu. Ama alışmak zorundaydık hepimiz de.

Aradan günler geçti, yeni evimize, çevremize, mahallemize alışmıştık. Babam her zamanki gibi işine gidiyor, ama daha çok çalışıyor, eve geç geliyordu. Yorgun olduğu için yemeğini yedikten sonra hemen yatıyordu. Babamı daha az görür olmuştuk.

Annem, babamın yorgunluğundan dolayı bizimle ilgilenmemesinden şikâyetçiydi. Ablam ve ağabeyim sık sık dışarı çıkıyor, yeni yeni arkadaşlar ediniyorlardı. Bazen arkadaşlarıyla evimize geliyorlardı.

Son zamanlarda gelen arkadaşlarından ben hiç hoşlanmıyordum. Hepsi de kendini beğenmiş, ukala tipli kişilerdi. Annem kardeşlerimi sık sık uyarıyor; iyi, saygılı, dürüst, aile terbiyesi almış kişilerle arkadaşlık etmelerini istiyordu. Ama sözünü dinletemiyordu.

Yeni evimizde günlerimizi su gibi akıp gidiyordu. Okulların açılma zamanı da gelmişti. Ben de ilk defa okula gidecektim. Çok heyecanlıydım. Güzel kalemler, silgiler, defterler, çanta ve önlük alındı. Annem, beni okula götürüp öğretmenime teslim etti. Okulumu ve arkadaşlarımı çok sevmiştim. Öğretmenim de beni çok seviyordu.

Okulda bir dönem geçmiş, yarıyıl tatili gelmişti. 0 gün karnelerimizi alacaktık. Sabah erkenden her zamanki gibi okula gidecektim. Bu arada ablamın neşesizliği dikkatimi çekmişti. Annem de bunu fark ederek, "Neyin var kızım?" diye sordu. Kahvaltısını yapmakta olan babam, annemin sorusunu duyunca lafa karıştı:

- Hanım! Ne olmuş, neyi varmış Nurgülün?

- Bilmiyorum bey!

Ablam biraz kekeleyerek:

- Hiçbir şeyim yok, iyiyim baba! dedi.

Babam üstelemeyince de bir şey söylemedi. Okulda o gün karnelerimizi aldık. Bu benim ilk karnemdi. Bütün derslerim pekiyi idi. Çok sevinçliydim.

Eve gelince hemen karnemi anneme gösterdim. Annem çok sevinmişti. Beni öperek başarılarımın devamını diledi.

Eve ilk olarak ben gelmiştim. Akşama doğru ağabeyim geldi. Onun bir zayıfı vardı. Bu yüzden biraz üzgündü. Annem, üzülmemesi gerektiğini, yıl sonunda düzeltebileceğini söyledi. Biraz daha çok çalışması gerektiğini hatırlattı.

Aradan birkaç saat geçmesine rağmen ablam eve hâlâ gelmemişti. Merak etmeye başlamıştık. Bazı arkadaşlarına telefon açıp sorduk. Kimse onun nerede olduğunu bilmiyordu.

Akşam olmuştu. Her yer kararıyordu ki kapının zili çaldı. Gelen ablamdı. Başı öne eğik, elindeki karneyi masanın üzerine koyup bir şey söylemeden odasına geçti.

Annem karneyi alıp bakınca derslerinin çoğunun zayıf olduğunu gördü. Üzüntüsünün nedeni anlaşılmıştı.

Biraz sonra babam işten geldi. Annem olanları babama anlattı. Babam da çok şaşırmıştı. Çünkü ablam önceleri çok başarılı bir öğrenciydi. Hiç zayıf getirmemişti. Babam sinirli bir şekilde zayıfları görünce ablama seslendi:

- Nurgül buraya gel!

Ablam, babam tekrar seslendikten sonra geldi. Babam biraz da öfkelenerek sordu:

- Kızım bu karnenin hali ne!?

Ablam umursamaz bir tavırla cevap verdi:

- İkinci dönem düzeltirim baba!

- Düzeltebileceğinden emin misin?

- Evet, düzeltirim!

Babam ablamı fazla zorlamadı. 0 akşam sessiz bir şekilde yemek yendi. Herkesin morali bozuktu.

O geceden sonra ablam günden güne değişti. Zamanının çoğunu dışarıda geçiriyordu. Bize karşı tavrı da değişmişti. Gittiği yerler sorulduğunda bir şeyler uyduruyordu. Anlamadığımız bazı argo kelimeler söylüyor, anlamayınca da bizi aşağılayarak gülüyordu. Bu davranışlarına annemin çok canı sıkılıyor, sık sık ikaz ediyordu.

Annem yine bir gün ablamı uyarmaya çalışmıştı ki, sert bir şekilde karşılık verdi. Anneme hakaret ediyordu:

- Ben uygar bir insanım, istediğimi yaparım. Siz ne karışıyorsunuz, uygarlıktan ne anlarsınız, geri kafalısınız!

- Kızım uygarlık böyle olmaz, senin yaptığın saygısızlık. Sen her şeyden önce büyüklerine saygılı olmayı öğren. Ondan sonra uygarlığı bana öğret!

Annem duyduğu sözler karşısında donakalmıştı. Ablam kapıyı çarparak odasına girdi.

Bu annemle yaptıkları ilk kavga değildi. Annem; babam gelince olanları anlattı. Babam anlatılanları dinleyince çok kızdı.

Annem yine de anne yüreğinin ne kadar sevgi dolu olduğunu gösteriyor, babamdan kızının üstüne fazla gitmemesini de öğütlüyordu.

Babam annemin sözünü dinliyor, ablama nazik bir uyarıda bulunmaya çalışıyordu:

- Kızım! Annene söylediklerin hiç doğru değil. Senin böyle sözler söylemeye hakkın yok. 0 senin annen. Ona nasıl hakaret edersin?

- Neden hakkım olmasın? Ben özgür bir insanım, bana kimse karışamaz. Ne istersem yaparım!

Babam duydukları karşısında şoke olmuştu. Öfkeyle kendine hakim olamayarak ablama bir tokat attı. Bir hafta evden dışarı çıkmama cezası verdi.

İki gün sonra annem evde yokken bir telefon geldi. Telefonu ben açtım. Telefondaki Nur diye birini soruyordu. Ben, Nur diye biri olmadığını söyledim. Ablam telefonu aniden elimden çekerek aldı. Kısa bir konuşmayla randevulaştılar. Ablama:

- Senin adın Nur mu? dedim. Ablam öfkeli bir şekilde:

- Evet Nur! Nurgül eskidendi. Nurgül ismini sevmiyordum. Bu yüzden kısalttım,dedi.

Dışarı çıkmak için hazırlık yapmaya başladı. Ben şaşırmış bir halde çıkmasının yasak olduğunu hatırlattım. Nereye gittiğini sordum. Nereye gittiğini söylemedi. Annemin çantasından da bir şey aldı. Biraz sonra dönerim diyerek çıkıp gitti.

Annem gelince olanları anlattım. Annem hemen çantasına baktı. Biriktirdiği paralar ve altınları yoktu. Babama telefon açıp olanları anlattı. Babam telefon görüşmesinden sonra eve geldi.

Akşam olmuş, hâlâ ablam gelmemişti. Bütün tanıdıklarımızı, ablamın gidebileceği yerleri aradık, ama nafileydi. Sanki yer yarılmış, içine girmişti. Polise haber verilmesine rağmen aramalarımızdan sonuç alamamıştık.

Sabah oldu, ablamdan bir haber alamadık. Umudumuz gittikçe azalıyordu. Aradan üç gün geçtikten sonra polisten bir telefon geldi. Babamı arıyorlardı. Babam telefonda kısa bir görüşme yaptı. Morali bozulmuştu.

Annem merakla babama ne olduğunu sordu. Babamın gözleri yaşlarla dolmuştu. Çok üzgün görünüyordu. Annemin ısrarları üzerine:

- Yüksek dozda uyuşturucudan ölen bir genç kızın cesedini bulmuşlar bakmamı istiyorlar. Ben biraz sonra gelirim, dedi.

Babam telaş içinde evden çıkarken, annem hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Babam gittikten sonra ağabeyim annemi teselli etmeye başladı. Ben ise ilk defa adını duyduğum uyuşturucunun ne olduğunu bile bilmiyordum. Bir saat sonra babam geri geldi. Ağzını bıçak açmıyordu. Anlaşılan ceset ablama aitti.

Annem, babama soru soruyor, hem de yavrusunu kaybetmenin acısıyla gözlerinden yaşlar akıyordu.

Evet ablam ölmüştü, o artık yoktu. Bir daha gelmeyecekti. Hepimiz de son derece üzgündük. Ablam yanlış arkadaş seçiminin sonucu hayatından oldu. Hayatının baharında bu dünyadan ayrıldı.

Uyuşturucuyu yapanlara, satanlara, insanların hayatını karartanlara lanet ediyorum. Uyuşturucu bir zehir. Onu, biraz zevk alabilmek için sonlarını düşünmeden kullanıyorlar. Sonunda da hayatları feci bir şekilde bitiyor.

Şimdi ben ölen ablamın yaşlarındayım. Bu kötü olayı hiç unutmadım, unutmayacağım da.

Ablam kötü arkadaşlarının, uyuşturucunun kurbanı oldu. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Tüm gençlerin ailelerine saygı göstermelerini, onları küçük görmemelerini, uyarılarını dikkate almalarını istiyorum.

Ablam annemin uyarılarına uysaydı, babam bizimle biraz daha ilgilenseydi şu anda belki hayatta olacaktı

Kaynak: Gelin Gölü ,Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları