Faydalı Paylaşımlar..

4 Mart 2015 Çarşamba

Örücü

13:03:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Fakültedeki ilk dersim için, yeni aldığım takım elbiseyi giymiş ve aynı renkteki çantamla yola çıkmıştım. Arabamı bıraktığım otoparka doğru giderken, kendimi bir anda yerde buldum. Herhalde biraz fazlaca kasılmış ve önümdeki tümseği görmemiştim. Pantolonumun bir dizi yırtılmış ve sol avucum, çöp kutusuna çarparak yarılmıştı. Hemen toparlanıp ayağa kalktım ve yırtığı çantamla örterek eve döndüm.

Yırtılan pantolonu, daha sonra bir örücüye götürdüm. Bu arada, başımdan geçen macerayı anlatmış ve belki laf olsun diye, avucumdaki yarayı göstermiştim. Yaşlı bir adam olan örücü, gözlüğünü takarak ilk önce elimdeki yarayı, daha sonra da pantolonu inceledikten sonra:

- Hafta sonu gel yavrum!.. dedi. Ancak o zaman olur.

İşlerim çok yoğun olduğu için, örücüye bir ay sonra uğradım. Pantolonu tamir edip üst rafa kaldırmıştı. İndirirken:

- Değişik bir kumaşmış!.. dedi. Beni çok uğraştırdı. Borcunuzu üzerine yazmıştım.

Pantolona eklediği kağıda göz atınca:

- Acaba bu miktar fazla değil mi? diye sordum. Tamir edilen yerler de belli oluyor.

Örücüyü kızdırmış olmalıydım. Gözlüğünü çıkartırken:

- Bak evlat!.. dedi. Kırk senedir bu meslekle uğraşıyorum. Eğer yırtıkları benden iyi tamir eden bir sanatkar bulursan, senden bir kuruş almayacağım.

Yaşlı adamı daha fazla üzmemek için susmayı tercih ettim ve para çıkartmak için elimi cebime attım. Paralar, yarası tamamen kapanmış olan avucuma değmiş ve sanki beynimde bir şimşek çakmıştı.

Adeta bağırarak:

- Buldum örücü buldum!.. dedim. Bahsettiğin o Sanatkarı buldum!..

Elimi ona doğru uzatırken:

- Bak!.. dedim. Sana anlattığım kazada, pantolonumla birlikte bu avucum da yırtılmıştı. Bak bakalım, o yırtıktan herhangi bir iz kalmış mı?

Yaşlı adam, donmuş gibi elime bakıyordu. Dudaklarının titrediğini ve gözlerinin dolduğunu hissettim. Titrek bir sesle:

- Haklısın evlat, dedi. Bilsen ne kadar haklısın. Hayatımı bu mesleğe verdiğim halde, nasıl oldu da o ustayı fark edemedim?

Yaşlı örücüyü, hiç olmazsa az bir para alması için zor ikna ettim. Ve daha sonraki günlerde, ona sık sık uğrayarak hal hatır sordum. Ustasını tanımanın rahatlığıyla: "Kırk yıl sonra çırak oldum." diyordu.

Kaynak : Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler

Ada

12:41:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Genç balıkçı, küçük bir adanın yanından geçerken karşılaştığı manzara karşısında büyülenmiş gibiydi. O ana kadar rüyalarında bile görmediği güzellikteki bir genç kız, rüzgarda savrulan kömür karası saçlarını deniz kabuklarından yaptığı bir bağcıkla zaptetmeye çalışıyor, bu arada yüklü bir şarkı söylüyordu. Balıkçının kulağına hafif bir meltemle ulaşan büyüleyici nağmeler, delikanlıyı bir anda aşık etmişti.

Balıkçı, eğer elinden gelse, o küçük adaya çıkmakta tereddüt etmeyecek ve bir ömür boyu sefalet çekeceğini bilse bile,hayatını en azından o kızın teneffüs ettiği havayı soluyarak geçirecekti. Ama son günlerini yaşamakta olan annesi yüzünden, av sonunda alacağı paradan vazgeçemezdi.

Genç adam, kalbini o adada bırakarak köyüne döndü.

Balıkçı, birbirini kovalayan yıllara rağmen genç kızı unutmadı. Annesinin ölmeden önce gösterdiği kızlardan hiçbir tanesi, o adadaki "bitane'sinin" yerini tutmuyordu.

    Delikanlı, sonunda hayalleriyle yetinmeye karar vererek evlenmekten vazgeçti.

    Balıkçı,aradan geçen yirmi yıl içinde iyice olgunlaşmış ve kendi gemisini alabilecek gücü bulmuştu.Sonunda biraz borçlanıp bunu başardı. Satın aldığı teknenin okyanusu bile aşabileceği söylendiğinde, adamın aklına gelen ilk şey, sevgilisini bir kere daha görmek oldu.

    Balıkçı, hazırlıklarını tamamlayıp denize açıldığında, genç kızın şarkısını söylüyordu. Ağzından çıkan melodinin, o dünya güzelinin mırıldandığı nağmelerle hiç bir ilgisi yoktu. Bunu kendisi de çok iyi biliyordu. Ama o kızı hatırlatması yeterliydi.

    On gün süren bir yolculuktan sonra ada göründüğünde, adamın kalbi çarpmaya başladı. Gözleri, eskisi gibi keskin değildi. Bu yüzden de, genç kıza rastladığı yerdeki palmiye ağacını seçebilmek için, gemisini adaya yaklaştırdı.

    Evet evet, ağaç işte oradaydı.

    Adam, bir esintiyle nemlenen gözlüğünü silerken, ta iliklerine kadar ürperdi. Çeyrek asırdır rüyalarını süsleyen sevgilisi yine aynı yerdeydi ve güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş vaziyette,kestane rengine dönüşen saçlarını tarayıp o güzel şarkısını söylüyordu.

    Balıkçı, çok az bir kısmını hatırladığı melodiyi kızla birlikte tekrarlarken, onun yanına giderek konuşmayı düşündü. Yüreğini kavuran aşkını anlatınca, kız da onu mutlaka sevecekti. Belki de kurtarıcı bir prens bekliyordu. Sevgilisini alarak köyüne döner, o gelmese bile kendi kalırdı.İyi ama, hiç tanımadığı bu yabancı sularda nasıl avlanır ve gemisinin kalan borcunu nasıl öderdi?

    Adam, beynini uyuşturan duygularla saatlerce boğuştu ve sonunda, tayfaların isteklerini bahane edip adadan uzaklaştı.

    Balıkçı,daha sonraki yıllarda zengin oldu. Ve gösterdiği babacan tavırlarla, bütün herkesin gönlünü fethetti. Ama gönlünü çalan güzeli bir türlü unutamıyordu. Aynaya baktığında, her gün bir yenisini fark ettiği kırışıklıklar bile, ona sevgilisinin bulunduğu adayı döven dalgaları hatırlatıyordu.

    Adam, "yeni bir hayat"ı özlediğinde, balıkçılığı bıraktı. Zaten av diye bir şey kalmamış ve yıllar yılı ciğerlerine işleyen poyraz, bir türlü dinmek bilmeyen öksürüğünü iyice azdırmıştı. Sonunda, doktor tavsiyesine uyarak sıcak bir ülkeye yerleşmeye karar verdi ve bu seyahat için de, "balık kokmuyor" dedikleri modern bir turistik gemiyi seçti.

    Yaşlı adam, bir valiz eşya ile bindiği geminin en lüks kamarasına yerleşti. Teknelerin satışından elde ettiği para ile,her gittiği yerde krallar gibi yaşar, istediği eşyaları satın alırdı. Zaten hayatta hiç kimsesi yoktu. Gemideki yolcuların çoğu güvertedeydi. Ama adam, odasından çıkmadı. Bir ömür boyunca deniz gördüğü için, kamarasındaki küçük pencere yeterliydi.

    İhtiyar adam, bir sabah geminin durduğunu fark ederek dışarıya baktığında, heyecandan ölecek gibi oldu. Yarım asırdan bu yana hasret duyduğu ada, elini uzatınca sanki tutabileceği bir mesafede duruyordu. Önce uzak gözlüğünü, sonra da yeni aldığı dürbünü deneyerek o palmiye ağacını aradı.

    Evet evet!.. İşte tam oradaydı.

    Ve aman Allah'ım!.. Altında da dünya güzeli sevgilisi...

    Adam, titrek elleriyle pencereyi açınca, ada tarafından esen bahar kokulu bir esinti ile birlikte, yıllardır aşina olduğu şarkıyı duydu. Dürbünü aceleyle ayarlayıp sevgilisine yönelttiğinde, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Altın sarısına dönüşen saçlarından başka, genç kızda hiçbir değişme yoktu.

    Yaşlı adam, ceketini bile almadan kamarasından ayrıldı ve gemideki turistleri adaya götüren küçük teknelerden birine binerek karaya çıktı. Genç kızı gördüğü yer, adanın sarp kayalıklarla kaplı olan ucuydu ve bulunduğu ağacın altında da, ondan başka hiç kimsecikler yoktu. İhtiyar adam, nefes nefese kıza doğru yürüdü. Artık onu da birlikte götürmeye ve yanından ayırmamaya kararlıydı.Genç kız, adamın ayak seslerini duyup şarkısını kestiğinde, yaşlı adam:

    - Sizi tam yarım asır önce gördüm!. diye kekeledi. Ve yirmi yıl kadar önce, bir kere daha. Yine buradaydınız ve aynı şarkıyı söylüyordunuz. Simsiyah saçlarınız, gitgide açılarak altın sarısı olmuş. Ama beni aşık eden güzelliğiniz, hiç bozulmamış.

    Genç kız, ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra:

    - Siyah saçlı kız ha!. dedi. Kendisi, kestane rengi saçlara sahip olan kızıyla birlikte şu tepede yatıyor. Ben onun torunuyum. Ve ondan öğrendiğim şarkıyı söylüyorum.

    Yaşlı adam, yıkılacak gibi olmasına rağmen, son bir gayretle kızın gösterdiği tepeye yöneldi. Kır çiçekleriyle çevrelenen iki mezarın birinde, deniz kabuklarından yapılmış bir saç bağı asılıydı. Adanın kristal parlaklığındaki sularına demirlenen turistik gemi, yolcuların dönmesi için ard arda ikazlarda bulunurken, yaşlı adam bulunduğu yere yığılıp kaldı.

    Geminin genç kaptanı, ihtiyar adamın dönmediğini öğrenmişti. Ama onu aramaya hiç vakitleri yoktu. Elindeki dürbünle adaya bakınırken, bir palmiye ağacının altında şarkı söyleyen ve bu arada altın rengi saçlarını tarayan o kızı gördü.

    Aman Ya Rabbi!..

    Yıllar boyu aradığı kızı bulmuştu.

    Genç kaptan, günün birinde o adaya mutlaka dönecek ve bir anda aşık olduğu sevgilisini oradan kurtaracaktı.

Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

Yol Ayrımı

12:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Sakarya Üniversitesi'ndeki odama, bir gün bir kimya mühendisi misafir oldu. Daha önce yemekhanede ya da koridorlarda karşılaşıp selamlaştığımız bu hanım, Füsun adında son derece olgun ve ağırbaşlı bir insandı. Eşi de, Sakarya'nın tanınmış bir Göğüs Hastalıkları Uzmanıydı.

Sohbetimizin ağırlığı, Füsun Hanımın henüz ana okuluna giden oğluydu. Anlattığına göre, yavrucak ona aşırı derecede düşkündü ve yanından bir dakika bile ayrılmak istemiyordu. Oysa ki kendisi, akademik kariyere başlaması nedeniyle, gün boyunca onu göremiyordu. Küçük çocuk, aradan geçen aylar içinde annesinden adım adım uzaklaşıp bunalıma düşmüştü. Bakıcılardan yana da şansları yoktu. Bu iş için birkaç hanım değişmiş ve bunlardan bir tanesi, eski kocası tarafından öldürülmüştü. Füsun Hanım, o cinayetin kendi evlerinde de işlenebileceğini ve bu durumda çocuğunun büyük bir felaketle karşılaşabileceğini söyledikten sonra, bir anne olarak çocuğu ile mesleği arasında bir tercih yapma noktasına geldiğini, fakat kendisine gösterilen farklı çözümler yüzünden kafasının karışık olduğunu belirterek fikrimi sordu.

    "Bebek Yalnızlığı" adlı hikayemi o yıllarda yazmıştım. Füsun Hanıma biraz ondan bahsettim ve hiçbir kariyer ve servetin, bir evlattan daha değerli olamayacağını anlatmaya çalıştım.

    Füsun Hanım yavrusunu tercih etmişti.

    Onu, geçim derdi içinde olmadıkları halde, bir çok annenin yapmaya cesaret edemediği bu asil davranışından ötürü tebrik ettim.

    Kısa bir süre sonra fakülteden ayrıldı.

    Ara sıra haber almama rağmen, onu uzun bir süre göremedim.

    Belki de üç beş yıl geçti aradan.

    Bir gün onunla yolda karşılaştık.

    Bütün zamanını yavrusuna ayırdığını ve böylelikle geçmiş yılların hatalarını telafi etmeye çalıştığını söyledi. Yavrusu tamamen iyileşmiş ve özellikle annesinin ilgisiyle harika bir çocuk olmuştu. Füsun Hanım, okuldan ayrılmakla ne kadar isabet ettiğini belirttikten sonra, hayattaki en kıymetli varlığını tekrar kazanma yolundakı katkımdan ötürü teşekkür etti.

    Küçük çocuk, henüz on iki yaşındayken, bir beyin tümöründen vefat etti.

    Füsun Hanım, gerçekten perişandı.

    Onu, acıları biraz hafifledikten sonra gördüm. Ve Cennete uğurladıkları yolcuları için katlandığı fedakarlıktan ötürü, bir kez daha kutladım. Gözlerinin yaşı henüz kurumamıştı. Konuştukça yarası deşiliyordu. Ama biricik evladını, kendisine en muhtaç olduğu yaşlarda bakıcılara bırakıp yalnızlığa terk etmediği için mutluydu.

    Kendisini bu yazı nedeniyle aradığımda, Füsun Hanım çok duygulandı. Çocuğu vefat etmeden önce bir erkek evlatları daha olduğunu ve "keşke bu doğan yavrumuz kız olsaydı!' dediklerini belirtti. Bana gönderdiği mesajda: "İkinci yavrumuz olan Hakan, Fatih'in bir çok noktadan benzeriydi" diyordu. "Meğer Allah, Fatih'in vefat acısını, ona son derece benzeyen diğer bir evlatla hafifletmek istemiş. Ve onun için, bir kız değil bir erkek vermiş. O zaten çok merhametli değil mi?".

    Füsun Hanım, gerçek bir anne idi. Ve kendisini kıyamete kadar yakacak olan bir hataya düşmedi.

Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

Bir Saatiniz Kaldı

11:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Acil servisteydim. Mesleğe yeni başlamanın heyecan ve zevkini yaşıyor, 'doktor bey' hitabına alışmaya çalışıyordum. Her büyük hastahanenin acil servisinde olduğu gibi, burada da nöbet hareketli geçiyordu. Tecrübeli uzman hekimlerin yanında, bana pek sorumluluk düşmüyordu. Ben sadece olup bitenleri dikkatlice izleyerek tecrübe kazanmaya çalışıyordum.

Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan, kollarından tuttukları, 16–17 yaşlarında, esmer, topluca bir delikanlıyı hastahaneye getiriyordu. Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor, bir yandan da şöyle sesleniyordu:
—Kurtarın yavrumu, kurtarın çocuğumu!

Nöbetçi doktor, gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Ben doktorun yanında ayakta bekliyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu:
—Doktor bey, oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince, hemen getirdik.
—Aldığı ilâçlar yanınızda mı?
Adam, ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.
—Şu haptan on beş-yirmi tane, şundan on kadar, şundan da üç-beş tane içmiş.
—Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?
—İki saat kadar olmuş.

Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra, bir delikanlıya, bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:
—Hımm! Yazık, çok yazık!

Aile endişe ve merak içinde, doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor, ama doktordan ses çıkmıyordu. Bense, gencin midesini yıkayacağımızı düşünüyordum. Kısa süren bir sessizlik, babanın sorusuyla bozuldu:
—Ne yapacağız doktor bey?

Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı. Ağzından dökülen son sözler, hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.

—Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.

Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış, beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı, birden doğrulup pür dikkat doktora baktı. Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı. Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki, her biri bir kenara çöktü. Baba ve anne, bir şeyler mırıldanıyorlardı. Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra:
—Ne olacak doktor bey? Hiçbir şey yapamaz mısınız?
—Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz. Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım.

Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik, iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak, gerçekten zor bir durum olmalıydı. Hem, insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür, neler hisseder, neler yapardı? Aslında her birimizin, ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında, ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı, geçmişini, arkadaşlarını, ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını... Belki de arkasından neler düşünüleceğini, konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise, o plânları düşünmek bir yana, son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi.

Diğer taraftan, hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken, sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum, sohbet için geliyor. Az ötede, hemşirelerin küçük teybinden, bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya! 'Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu.' diyorum kendi kendime.

Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:
—Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok?

İçeri yeni giren doktor, kaş-göz işaretiyle ne olduğunu sordu. Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi:
—İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef. Durum da ciddi. Yapılacak bir şey kalmamış. Sonra raporunu tanzim ederiz.

Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora; 'Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın, ölmek istemiyorum!" dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip, gencin otopsisini düşünüyorum. Demek, karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek, otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak, yaşlı olmak, hayatı anlamak, ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor.

Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim. Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum:
—Doktor bey! Serumla bol mayi verip, bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?

Doktor dönüp, gözlerimin içine baktı:
—Kardeşim görüyorsun, burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken, bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa, neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş, hayat ne imiş düşünsün! Yaşamanın değerini, ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah'ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki...

Arkasından, beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi:
—Yoksa sende mi inandın öleceğine?
—Ne yani, delikanlı ölmeyecek mi?

Gülerek, ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler, vitamin hapı, öksürük kesici ve balgam sökücülerdi.

*Yaşanmış bir hâdisedir


Kaynak: Dr. Nazım İNTEPE / Hikaye - Mayıs 2004 Sızıntı Dergisi