Faydalı Paylaşımlar..

12 Mart 2015 Perşembe

Ya Ben Nasıl Korkmayayım

14:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adamın biri her gece çocuğuyla yatar. Bir gece bakar ki çocuğu bir sağa, bir sola dönmekte ve bir türlü gözlerini yumup da uyuyamamaktadır. Hasta mıdır, yoksa bir sıkıntısı mı var diye merak eden baba, "Ne oldu yavrum, yoksa hasta mısın?" diye sorar. Çocukda, "Babacığım!.." der. "Yarın günlerden perşembe. Öğretmen imtihan edecek. Çalıştım imtihanımın başarılı geçeceğine inanıyorum, fakat yine de bir hata yaparım da öğretmenim beni döver veyahut da kendisini kızdırırım diye korkuyorum. Onun için de sıkıldığımdan gözlerime bir türlü uyku girmiyor. İmtihan bu. Kolay değil."

Küçücük çocuğun bu şekilde manalı ve yerinde konuşması adamı birden bire aptallaştırıverir. Daha bu yaşta bir çocuğun yarını düşünmesi ve imtihandan bu derece korkması ne demek? İşte bu düşünce kendisini büsbütün çileden çıkarır ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Bir sabi yarını düşünerek ve korkarak imtihanına hazırlanır da; bizler niye hazırlanmayız, bizler niye korkmayız? Hem de bizim imtihanımız Kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda Mahkeme-i Kübra'da olacak, diyen düşünceler içinde saçını başını yolmaya koyulur. O sırada, "Birgün dağları yerinden sökeriz de yeri dümdüz olmuş görürsünüz. Sonra da hiçbirini bırakmaksızın insanları toplarız. Saf saf Rabbine arz edildiklerinde onlara; And olsun ki, sizi önce nasıl yarattıysak, huzurumuza da öylece getiririz. Kıyamet kopup da huzurumuza çıkarak hesaba çekilmeyeceğinizi mi sandınız?" diyen Allah kelamını hatırlar.

Bundan sonra artık adam kendini Allah'a ibadete adayarak bütün zamanını ahiret imtihanına hazırlamakla geçirir.
- Mev'ize -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 70-71

Merkep Suretinde İken Nurlaşan Yüz

13:44:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Aşağıda okuyacağınız hikâyeyi bizlere büyük Allah dostlarından Süfyanı Sevrî anlatmaktadır:

Bir hac mevsiminde hac borcunu yerine getirmek üzere yola çıkmıştım. Kâbe'ye vardığımda bir hacı adayı çok dikkatimi çekti. Hacı adayı ziyaret edilmesi gereken yerleri her ziyaret edişinde devamlı olarak Peygamber'e salâtü selâm getiriyordu. Kâbe'yi tavaf ederken, Arafat'ta vakfeye dururken... daima salâvat cümlelerini okuduğunu duyuyordum. Halbuki ziyaret edilen her makam ve mevkide okunması gereken hususi dualar vardı. Bu hacı adayı neden bu duaları okumuyordu? Bilmiyor olamazdı. Muhakkak ki boyuna salâvat getirmesinin bir hikmeti vardı.

Merakımı iyice kamçılayan bu nokta beni adamdan bu hususu sorarak hikmetini öğrenmeye şevketti. Adam, "Bunun haklı bir hikâyesi vardır" diyerek anlatmaya koyuldu:

Ben Horasanlıyım. Bu yıl hac borcumu yerine getirmek istedim. Yola babamla birlikte çıktık. Kûfe'ye vardığımızda babam hastalanarak vefat etti. Yüzünü örttüm. Bir daha görmek için açtığımda ne göreyim ki. Hayret! Babamın yüzü eşek sûretine bürünmüştü. Bu durum karşısında büyük bir telâşa kapılmış, tarife sığmaz bir tasaya düşmüştüm. Cenazesini kaldırmak için gelen halka ne diyecektim? Bu eşek sûretine bürünen yüzü görünce içlerinden onlar ne gibi düşünceler geçirecekti?

Bu telâş ve üzüntü içinde bocalayıp dururken ne kadar yorulmuşum anlayım ki, bir ara uykuya dalmışım. Bir rüya gördüm. Rüyada etrafa nur saçan gayet güzel bir adam çıkageldi. Beni uyandırarak, "Nedir, bu derece üzüntüye dalışın?" diye sesleniyordu. Ben de, "Ben üzülmeyeyim de, kim üzülsün. Baksanıza babamın haline" diye karşılık verdim.

Sonra adam babamın yanına sokularak yüzünü açtı ve nurlu ellerini şöyle bir yüzüne sürdü. Baktım ki babamın yüzü eşek sûretinden çıkmış, ayın ondördü gibi pırıl pırıl ışık saçıyordu. Artık bütün gam ve keder yerini tarif edilmez bir sevince terketmişti. Basbayağı sevinç gözyaşları döküyordum. Bir ara kendimi toplayarak bu nur saçan adamın kim olduğunu sorunca, "Muhammed Mustafa (s.a.v.)" cevabını aldım. Hemen öpmek için ayaklarına kapandım. Ondan sonra da, "Ey Allah'ın elçisi!" dedim. "Allah hakkı için babamın başına gelen bu hadisenin iç yüzünü bana anlatır mısınız?

Hz. Peygamber (s.a.v.) "Elbette anlatırım" diyerek şunları dile getirdi:

"Babanız sağlığında faiz yiyordu. Biliyorsunuz ki yüce Allah (c.c.) faiz yiyenleri ya bu dünyada, ya da öbür dünyada eşek sûretine büründürür. Baban ise daha bu dünyada o sûreti aldı. Bu yine de onun için iyi bir başlangıç sayılır. Çünkü yine bu durumdan kurtulmak şerefine erişmiş oldu. Sebebi de, babanızın ölmeden önce bütün ömrü boyunca her gece, daha yatağa girmeden, bana yüz defa salâtü selâm getirmesidir. Melek bana gelerek babanızın bu durumunu haber verince hemen Allah'tan şefaat etme yetkimi istedim ve buraya gelerek babanızı düzelttim. Durum bundan ibarettir. Durum bundan ibarettir. Gönlünüz ferah olsun." İşte benim salâvat cümlelerini dilimden düşürmeyişimin sebebi budur.

Bunun üzerine ben de Süfyan Sevri olarak sevgili Peygamberimize daha sık sık salâvat getirmeye başladım.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi Hz. Peygamber'e bol bol salâtü selâm getiren kullarından eylesin, âmin.

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 112-114

YUSUF'UN DEVESİ

09:17:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yusuf un hikayesi, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiyi ve o çizgideki kırılma noktasını ruh gözü ile gören bir Allah dostunun sırlı yardımını gösteren ibret dozu oldukça yüksek bir hayat serüveni...
Rahmetli onkolog doktor Haluk Nurbaki Hoca'nın anlat­tığı Diyarbakırlı Yusufun bu sırlı hayat hikayesi gerçekten çok enteresan ve akıl sahipleri için oldukça düşündürücü mesajlar ihtiva ediyor:
Yusuf'un başından geçen hikaye muhteşem bir derviş hikayesi... Yusuf, Diyarbakırlıydı. Onunla dostluğumuz vardı. Kendisiyle sık sık sohbet ederdik. Bir gün sohbet sırasında bir şeyi hatırlayamayınca kendisine takıldım. O da bana:
-Nurbaki Hocam, sen benim hikayemi bilmiyorsun. Ben tamir edildikten sonra arada bir tıklayan tamirden geçmiş bir saat gibiyim, dedi.
-Ne oldu, hayrola dedim.
Yusuf, çocukluktan itibaren hayat hikayesini anlatmaya başladı.
-Benim babam çok zengindi. Evimizde en aşağı yirmi otuz tane hizmetkâr çalışırdı. Bir gün mahallemize bir Allah dostu, bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarında kendine tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı mekân tuttu.
Babam çok Müslüman bir adamdı. "Bu derviş mahalle­mize geldi, biz de hamd-ü senalar olsun hâli vakti yerinde bir aileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe hürmeten yemekleri hizmetkârlar götürmesin, oğlum Yusuf götürsün" dedi.
O zamanlar ben yedi yaşındaydım. Hakikaten sonra anladım ki, ben götürmesem adam kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok yardım etmek isteyenler olmuş ama derviş kabul etmemiş. Ama Yusufun o zengin ailenin biricik oğlu olduğunu ve kendisine hürmetten dolayı çocuğun yemek
getirdiğini görünce kabul etmiş. Yusuf ile yavaş yavaş ahbap­lık peyda eden derviş, bir gün Yusuf a:
-Yusuf sana bir deve yapayım ister misin, demiş.
-istemez olur muyum derviş amca, demiş Yusuf.
-Öyleyse sen bana evden verdikleri yemeklerden gayrı çerez getireceksin. Ama evin haberi olmayacak bu getirdik­lerinden, demiş.
(Burada oldukça sırlı bir incelik var.)
Derviş, işin ehemmiyetine binaen tekrarlamış:
-Unutma, sen kendine ait çerezlerden vereceksin. Deve başka türlü olmaz. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım, demiş.
Bunun üzerine Yusuf hakikaten her geliş gidişinde derviş babaya çerez, üzüm falan getirmiş. Devamlı da soru-yormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Aradan altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra bir gün derviş demiş ki:
-Müjde, deven yarın tamamlanacak. Yalnız iki gözü kaldı, iki tane badem getir gözünü de yapayım deve tamam­lansın, demiş.
Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah cebi­ne iki tane badem koymuş gelmiş derviş babanın kulübesinin kapısına. Kapıdan girmiş bir de bakmış ki derviş baba dün­yasını değiştirmiş.
Yusuf bana, "Ne kadar üzüldüm doktor bey" diyor. "Altı ayın ümidi bir anda sönüverdi. Bir taraftan sevdiğim bir insanın ölümü, diğer bir taraftan da devenin gaybubeti beni bayağı sarstı. Bademlerimi fırlatıp attım yere ve eve gidip durumu haber verdim. Herkes seferber oldu... Cenazesi yı­kandı, namazı kılındı ve defnedildi.
* * *
Aradan on iki sene gibi uzun bir zaman geçti. Ben ciddi bir hastalığa yakalandım. Babam evvela Diyarbakır'daki dok­torlara, sonra istanbul'daki doktorlara götürdü. Hepsinden aldığı cevap:
-Şizofreni bu. Tedavisi imkansız, oldu.
Bu hadise elli sene evvel geçmiş bir hadiseydi. Gerçek­ten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu, diyor.
Ama buna rağmen Yusufun babası Paris'te meşhur bir ruh doktoru olduğunu duymuş. Galiba adı Şarko idi, ona gitmişler, o doktor da:
-Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye'­den buralara geldiğine göre varlıklı birisin. Bu gibi hastalara yapılacak tek şey iyi bakılması için birisini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendi kendine yemek yiyemez. Kaşığı ağzına değil, kulağına götürür. Soğukta soyunur, oturur ve genellikle de zatürreden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar, demiş.
Yusufun babası istanbul'a gelince Yusufu akıl hastane­sine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altın gibi yüksek bir ücretle bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için YusuPu ölüme götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutuyormuş. Ama günün birinde YusuPun ateşi çıkmış ve o belli meş'um akıbet onu yakalayarak zatürre olmuş.
Bundan sonraki hadiseleri sana iki postada anlatacağım diyor Yusuf.
Bunlardan birincisi; benim hâlimi, durumumu gören hasta bakıcı ve de doktorların anlattıkları... ikincisi de ondan sonraki ben...
* * *
Doktorlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu görüyorlar ama yapabilecekleri, ellerinden gelen bir şey yok.
O zaman, ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmnesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu kadar işte... Fakat diyor Yusuf, benim bakımımı üzerine alan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi.
Hastane yetkilileri, hemen Yusuf'un babasına telgraf çekmişler. "Oğlun dünyasını değiştirdi gel al" diye. Çünkü bir insanın zatürre komasından çıkması o günkü tıbbi imkanlara göre imkansız.
O koma sırada ben bir rüya görüyorum. Zaten herşeyi o rüyadan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyamdan önceki şizofrenik devremi hatırlamıyorum.
Bir çölün içindeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyo­rum. Hem susuzluğum, hem de güneş değdi değecek tepeme. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık canım çıkmak üzere. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görün­müyor çölde.
Fakat uzaklardan bir siluet farkettim. Bir deve ve önünde bir adam bana doğru yaklaşmaya başladı. Derhal tanıdım.
Bizim derviş babaydı bu. Bir devenin yularından tutmuş geliyordu.
-Yusuf deveni getirdim, dedi ve beni tuttu devenin üstüne bindirdi.
Fakat birşeyi çok net hatırlıyorum; derviş babanın yula­rını tuttuğu devenin gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz bir deve getirmişti. . Çünkü devenin gözleri için gerekli bademleri teslim edememiştim.
Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahta­larla çevrili demir bir yataktayım. Yanımda doktor ve hasta bakıcılar... Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.
Doktorların hayret ettiği şey benim normale dönmem. Zatürre komasından çıkmak mümkün değildi ama çıktım. Peki, şizofreniyi nasıl atlattım diye hayretler içerisinde kaldılar. Böyle bir mucizeye ne rastladık, ne de gördük. Olacağı varmış, oldu, dediler.
Yusuf'unun cenazesini almaya gelen dertli baba, oğlunu salim ve sağlıklı görünce bir sevinmiş ki sormayın. Yusuf daha sonra bütün olan biteni babasına da anlatmış.
Yusuf diyor ki, doktorum derviş baba, o kadar ince bir Mimarî ile kaderimi işlemiş ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Çünkü kadere müdahale ancak Fahr-i Kainat (sav) sırrı ile olur. Fahr-i Kainat (sav) sırrında "Sadaka ömrü tezyid eder (uzatır)" emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa ait olsun diye "Baban göndermesin, sen kendininkinden ver" diyor. Kader ekranında ömrünü tezyid ediyor. Bambaşka bir âleme döndürüyor.
Yusuf, "Ah o benim devem! Ona bindiğim anda ne biçim kader değişimi oldu. insanların anlaması mümkün değil. Ben bile zor anladım" diyor.
Yusuf, "Ben o hâdiseden sonra hayatta bir gün bile namazı terk etmedim" diyerek hem maddî hem manevî kur­tuluşuna kapılar açan derviş babaya dualar ediyor.
Evet, her evliyaullah gibi ilmini Allah'a havale etmek suretiyle zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan bir ruha sahip olan derviş baba, bu masum çocuğun geleceğini, ileride başına gelecekleri gördü ve Yusuf'un maddesiyle beraber mânâsını da canlandırdı.
Kaynak: Bu yazı İbrahim Refik tarafından kaleme alınan ALBATROS yayıncılık tarafından yayınlanan "Hadiselerin İbret Dili" adlı kitapdan alınmıştır