Faydalı Paylaşımlar..

20 Şubat 2015 Cuma

Kur'an okuyan bir gencin hikâyesi

13:46:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir genç hafızlığını tamamlarken her gün sabaha kadar Kur'an'ı hatmeder. Bundan dolayı da sabah derslerine yorgun ve bitkin olarak çıkar. Babasının şikâyeti üzerine durumu öğrenen hocası, Kur'an'ı bu şekilde okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve:

-“Evladım! Biliyorsun Kur'an, indiği gibi okunmalıdır. Bu gece sen Kur'an'ı, karşında ben varmışım gibi oku” der. Genç evine gider ve Kuran'ı hocasına okuyormuş gibi okur. Sabah huzuruna geldiğinde:

“Efendim, bu gece Kur'an'ı ancak yarısına kadar okuyabildim” der. Bunun üzerine hocası:

-“Pekâlâ, bu gece de Peygamber Efendimize okuyor gibi oku” der. Talebe şaşkınlık ve heyecan içinde Nebiler Nebisinin huzurunda olduğu düşüncesiyle o gece daha dikkatli okur. Ertesi gün de hocasına Kur'an'ın ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler. Üstadı talebesindeki manevi yükselişi görünce:

-“Bugün de o emin melek Cebrail'in Efendimiz (s.a.v)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku” der. Delikanlı ertesi gün hocasına gelip:
-“Vallahi hocam bugün ancak bir sûre okuyabildim” der. Hocası son adımı atar:

-“Şimdi de onu binlerce hicabın ötesinde bulunan Yüce Rabbimizin huzurunda okuyor gibi oku. Düşün ki O seni dinliyor ve Kur'an'ı seninle mukabele ediyor.” Talebe ertesi gün gözyaşları içinde üstadına gelir ve şöyle der:

-“Üstadım! Fatiha’dan başladım, ilk ayetleri okudum! Ama “iyyâke na’büdü” demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü “Sadece Sana kulluk yaparım!” Diyemedim…”

İşte Kuran böyle okunmalı. Yoksa Kuran bir vadide, biz bir vadide, okuduğunu anlamayan, gelişigüzel bir hava içinde okunmamalıdır. Gereği gibi okunup derinliğine inilmeyen ve ondaki maneviyatı anlamadan okunan bir Kur’an, ne sahibine fayda verir, ne başkasına ve ne de layıkıyla okunmuş olur.

Kaynak: Dr. Arif Arslan Kur'an Hakkında Bilmediklerimiz Kitabı.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Bereketi var mı?

13:34:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Benî İsrail zamanında salih bir kimsenin üç tane oğlu varmış. Bir gün o zat ağır hastalanır ve artık hayatından ümid kesilince büyük oğlu, küçük kardeşlerini çağırır ve:

- Ey kardeşlerim, pederimizin epeyce malı var. Fakat bugün kendisinin hizmeti ise ağırdır. İsterseniz sizler malına varis olun ve hizmetini bana bırakın, isterseniz malı bana verin hizmetini sizler yapın, der.

Kardeşleri malı almayı tercih ederler. Babalarının hizmetini büyük biraderlerine bırakırlar. Büyük kardeşleri salih bir kimse olduğu için pederinin hizmetini kendisine nimet, ganimet ve ibadet bilir. Vefatına kadar bu hizmeti yapar. Fakat ailesinin bu işe hiç gönlü razı olmaz ve malı almadığı için O'nunla münakaşa eder. O ise ailesine:

- Ey hatun, ben babama miras için hizmet etmiyorum. Ancak Allah rızası için hizmet edip hayır duasını almak istiyorum. Hayır sizin bildiğinizin hilafınadır. Bir kimsenin dünya dolusu malı olsa da bereketi olmasa, onda hayır yoktur. Hayır ancak berekettedir, der.

Babasına hizmette hiç gurur etmeden devam eder.

Bir gece rüyasında kendisine şöyle derler:

- Git, filan yerde yüz akçe vardır. Onu al nafaka yap.

- Onda bereket var mıdır?

- Hayır yoktur.

- Bereket olmayan şey bana lâzım değildir, der.

Bu hali ailesine söyleyince, kadın yine almadığı için O'nunla münakaşa eder.

Ertesi gece rüyasında yine, «Filan yerde 10 akçe vardır, git al.» denilir. O yine bereket olup olmadığını sorar. Bereket olmadığını anlayınca yine almaz.

Üçüncü gece ise yine «Filan yerde bir altun vardır, onu al da harçlık yap.» denilir. O da bereketi olup olmadığını sorunca «Çok bereketlidir.» cevabını alınca, hemen gider ve onu alır. Sabahleyin ise altun ile pazara gider ve iki tane balık alır. Evine getirip karınlarını yardığı zaman görür ki, balıkların karnında çok kıymetli ve iki dirhem ağırlığında kırmızı cevher var. Birisini hemen pazara götürüp satmak ister. Fakat hiç kimsenin almaya gücü yetmez. Nihayet 30 bin akçe kıymeti ile padişaha satar. Akçeleri alarak eve gelir ve Cenabı Hak'ka şükürler eder.

Padişah o cevherin bir eşini daha araştırır fakat hiç kimsede bulamaz. Tekrar O'na soralım belki vardır diyerek gelirler. Fakat o bende vardır, lâkin 70 bin akçeden aşağı vermem der ve öylece satar. Son derece zengin olur.

Rüyasında: «Ey kişi, Cenabı Hak'kın sana bu kadar lütuf ve ihsanı ancak, pederine ihlas ile etmiş olduğun hizmet sebebi iledir. Âhirette olunacak ihsanı ise anlatmak mümkün değildir.

İşte bunun gibi bir kişi ebeveynine hizmeti kendisine nimet bilirse iki dünyada da devlet ve nimete nail olur.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

16 Şubat 2015 Pazartesi

DUR BAKALIM ABD NE DER ?

06:46:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bürokratlar aylık değerlendirmelerini yapmak için toplanmıştı. Ama bu kez aralarına kurumda yeni görev alan elemanlar, genç bürokratlar da katılmıştı. Gençlerle, tecrübeliler sanki karşılıklı iki grup gibi uzun masanın iki tarafına yerleşmişti.
Yaşlılar tecrübeleriyle yol gösterme gayretindeydiler.

-Uluslar arası toplantılarda öncelik diplomatik nezaket kurallarındadır. Bunu asla unutmayınız. Neyse, dış gelişmelerden örneklerle görüş alışverişimize başlayalım. Önce gençler başlasın, sormak, üzerinde görüş alışverişinde bulunmak istedikleri konulardan sorsunlar.

-Biliyorsunuz, Türkmenistan yıllar önce bize şöyle bir teklifte bulunmuştu; “Ortak çalışalım, ülkemizdeki doğal gazı çıkarıp pazarlayalım. Hem siz Rusya’dan alacağınızdan çok daha ucuz doğalgaza kavuşursunuz, hem de ülkenizden Avrupa’ya gidecek gazın satışından yüksek pay alırsınız. Demişti ama bizim yetkililer “Şu anda bütçemiz uygun değil” diye kabul etmemişti, sonuçta büyük zarara uğramıştık. Şimdi de Azerbaycan ve İran petrollerini Nabuca projesiyle Avrupa’ya taşıma projesi var ama ciddi bir ilerleme sağlanamıyor. Sizce niçin?

-Eeee… Uluslar arası olaylara çok yönlü bakmak lazım. Biz Azerbaycan’dan, İran’dan doğalgazı getireceğiz ama önce bir araştırmak, öğrenmek lazım Rusya ne der, ABD ne der?

-Çeçenistan meselesi de var. Sovyetlerin kendi yasasına göre, özerk Cumhuriyetler, siyasi yapı değişikliğinde birlikten ayrılma kararı alabileceklerdi. Bu zaten yasal olan hakları, batı desteği alan Estonya, Litvanya, Letonya gibi ülkelere verildi ama desteksiz kalan Çeçenistan’a verilmedi. Biz niye destek olmadık, katliamlarda bile Rusya’yı suçlamamız gerektiği halde, Rusya ağzıyla konuşup, Çeçen direnişçilere ‘Terörist’ dedik, bu yanlış değil mi ?

-Rusya, hemen yanı başımızda yer alan bir süper güç. Çeçenlerin lehinde bir açıklama yapmadan önce Rusya ile aramızın açılmasının sonuçlarını düşünmek zorundayız. Elinde nükleer başlıklı füzeler bulunduran bir ülkeyi kızdırmak işimize gelmez tabi ki.

-Bildiğiniz gibi, 1.Dünya savaşı sonlarında, ordumuz doğudaki birliklerini savaş olan diğer cephelere çekmiş, halk savunmasız kalmıştı. Böyle bir zamanda Rusya,İngiltere,Fransa gibi ülkelerin Ermeni vatandaşlarımızı kışkırtması, silahlandırması neticesinde, Ermeni çeteler kurulmuştu. Bu çeteler savunmasız halkı katletmeye başlamıştı. Bu çetelerin Ermeni köyleriyle organik bağı olduğundan, yiyecek, barınma desteği verdiklerinden, doğuda zaten az bırakılmış askerler bunlarla başa çıkamaz olmuştu. Ermeni çetelere karşı çaresiz kalan devletin mecburiyetten “Zorunlu Ermeni göç” olayını gerçekleştirmişti. Şimdi ABD’deki bazı lobiler de, Fransa da bu olayı aleyhimize kullanmaya çalışıyor. Peki biz Cezayir’deki, en son da Ruanda’daki katliamları uluslar arası gündeme taşımıyoruz.

-Sen ne dediğinin farkında mısın genç meslektaşım? Biz Ruanda katliamını gündeme taşırsak, olayda sorumluluğu olan Fransa, Belçika gibi ülkeler bize ne der, nasıl bir karşı tavır alır biliyor musunuz? Neyse başka konu?

-Çin ile iyi ilişkilerimiz olsun diyoruz tamam ama ya Doğu Türkistan’da katliam yapılan, özgürlükleri elinden alınıp, sanki uçsuz bucaksız, dev bir açık hava hapishanesinde yaşayan soydaşlarımız, dindaşlarımız ne olacak. Bunu görmezlikten mi geleceğiz.

-Çin, nükleer güce sahip bir ülke. Ekonomisi de dev. Tabi ki görmezlikten geleceğiz. Doğu Türkistan halkına eziyet edilmesine karşısın ama biz bunu gündeme getirmeye kalkarsak Çin ne der. Çin kızarsa, ekonomik ilişkilerimiz bozulursa neler olur? Uluslar arası meydanda bir adım atmadan önce 2 defa değil, 10 defa düşünmeniz gerekir. Neyse bunları tecrübelerinizle öğreneceksiniz.

-Irak’ta, Afganistan’da, Guantanamo’daki işkenceler için gözünü kapatıyor batı. Bosna’da sivilleri korumakla görevli Hollandalı askerler, korumaları altındaki sivillere önce ‘Biz sizi koruyacağız, silahlarınızı teslim edin’ diyerek silahlarını topladılar, sonra da insanlık suçu işleyerek, korumaları altındaki “Birleşmiş Milletler Güvenli Bölgesi” ilan edilen, Srebrenica’da akü fabrikası sahasındaki, silahsız 8 bin Boşnağı göz göre göre Sırp çetecilere teslim edip katledilmesine göz yumdular. Daha sonra utanmadan bu askerlere Hollanda Savunma Bakanı şeref madalyası takmıştı. Bizim diplomatlardan bu olaylara karşı da bir tepki duymadık.

-Boşnakları Sırplara teslim etti diye Hollanda’da askerlerine kızıyorsun amma Hollanda Avrupa’da önemli bir ülke. Hollan’dayla aramızın bozulması aleyhimize sonuçlar doğurur.

-Tarihi misyonumuz mazlumları korumak üzerineyken, üstelik atalarımızın yıllarca adaletle yönettiği bir coğrafyada meydana gelen olaylara, Filistin’de, özellikle Gazze’de sivillerin, çocukların misket ve ahtapot bombalarıyla katledilmesine, ciddi tepki vermemiz gerekmiyor mu?

-Gazze’de çocuklar öldürülmesin diyorsun ama bu ortalıkta söylenir mi! İsrail’in ABD ve Avrupa’da ki destek gücünü, ayrıca dev ekonomik şirketlerdeki gücünü biliyor musun? Diplomatik olacaksın, önce bir düşün, bir incele bakalım, ciddi tepki verirsek buna İsrail ne der? Onun kayıtsız şartsız destekçisi olan ABD ne der? Tabi siz gençsiniz, zamanla tecrübelerimizden faydalanarak… bir dakika noluyor, niye ayaklandınız?

-Merak etmeyin, sinirlenmeden önce izin aldık. Bu kadar kişiliksiz, ezik politikalar üretenleri meclisten kovalamak caizdir diye ABD başkanı Obama’dan fetva aldık.

Yazar: Ahmet Ünal ÇAM

Aşıksan vur saza… Şoförsen bas gaza

06:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Genç servis şoförü, minibüsünü kenara çekip, temizlik yapmıştı. İçini temizledikten sonra arabanın dışını da temizlemek için çıkarken, zemine serdiği gazeteleri de toparladı. Sağa-sola kısa bir an baktı, sonra götürüp hemen önünde park halinde olan başka bir servis minibüsünün yanına bırakıp geri geldi. İlerdeki çöplüğe gitmeye üşenmiş, yere atılmış gazeteleri görüp de kendisine kızan olur diye de, içinde şoförü olmayan minibüsün yanına atıvermişti.

Arabanın radyosunda kısa bir arama yaptıktan sonra, neşeli müzikler çalan bir radyo kanalı buldu. Sigarasını da yaktıktan sonra indi aşağı. Bagajdan kova, fırça, çekçek ve kurulama bezini alıp, camlardan dış yıkamaya başladı.

Camları bitirip, kaportayı yıkamaya başlamıştı ki iki orta yaşlı adamın aşağıdaki cami yönünden geldiğini gördü. Yaklaşanlardan birinin saçları azdı, diğerinin saçı pek dökülmemişti ama oldukça kırlaşmış, nerdeyse bembeyaz bir pamuk yumağı gibi görünüyordu.

İlgilenmeyecekti ama kır saçlı olan, özellikle kendisine doğru bakarak yaklaşıyordu. Yaklaşınca selam verdiler;

-Selamün aleyküm, kolay gelsin.

-Aleyküm selam, sağ ol. Camiden her halde, Allah kabul etsin.

-Sağ ol.

-Bize de dua etseydiniz amca.

-Herkese dua ettik merak etme de, bu yaptığın olmamış. Böyle çevreyi kirletince servis şoförleri hakkında kötü düşünülmesine sebep olursun.

-Hayırdır amca ne kirletmesi?

-Gazeteleri diyorum, yere atmasaydın keşke.

-Ha şu gazeteler mi?

-Evet.

-Görmüyor musun amca, o gazeteler öndeki minibüsün yanında.

-Yani sen atmadın mı onları?

-Olur mu amca ben atar mıyım hiç. Şoförü de çok ikaz ettim, “Ortalığa atma, az ilerde çöp var, oraya kadar götür” dedim ya nafile.

-Yaa !...

Az saçlı olanın kaşları çatıldı;

-Ayıp yahu ayıp, insanın önce kendisine saygısı olacak.

-Öyle amca ya. Şimdi çıkıp gelse inkar da eder böyleleri.

Kır saçlı adam içli içli söylendi;

-İnkar eder ha! Oysa şoför dediğin mert olmalı

-Değil mi!

-Yalan söyleyene insan gözle bile bakmam ben.

-Helal amca. Aynen ben de öyle diyorum.

Kır saçlı adam oldukça üzgün görünüyordu. Diğer adamla genç şoför öndeki servisin şoförü hakkında atıp tutarken, o yürüdü, gazeteleri toparlayıp çöpe kadar götürdü. Geri geldiğinde genç şoför gülümseyerek;

-Amca sen niye uğraşıyorsun, atmasaydın da gazeteleri şoför geldiğinde ona söyleseydiniz ya. Ben söyleyince aldırmadı, sizden utanırdı belki.

-Yok aslanım, o gazeteleri atan şoför lafla filan utanacak biri değil.

-Amca sanki tanıyormuş gibi konuştun.

-Tanımıyordum ama yazık ki artık tanıyorum.

-Tanıyor musun ? Nerden tanıyorsun ki?

Kır saçlı adam cevap vermedi, üzgün bir yüz ifadesiyle yürüdü, iki adamın şaşkın bakışları arasında öndeki minibüsün kapısını açtı, çalıştırıp uzaklaştı.

Diğer orta yaşlı adam önce şaşırmıştı, sonra durumu anlayıp genç şoföre dönüp öfkeyle “Yazıklar olsun!” dedi. Genç şoför utançtan kızaran yüzüyle başını yere eğdi, malzemelerini aceleyle toparlayıp, minibüse atladı, kaçar gibi uzaklaştı.

Not 1 : Arabasını temizlerken, yerlere gazeteleri rastgele atan çevreye ve kendine saygısız bir servis şoförünün etkisiyle yazdığım öyküm.

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Yüreğe Dokunan Hikâyeler, Akçağ Yayınları, Ankara 2011.

15 Şubat 2015 Pazar

Tevekkül'ün Kaç Lira Eder?

13:01:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Dubai'de zengin bir adam yemek yedikten sonra evinden dışarı yürüyüşe çıkar… Biraz yürüdükten sonra iki rekât namaz kılmak için bir mescide girer. O mescidin bir köşesinde bir adamın hıçkırıkla ağladığına şahit olur. Dayanamaz ve o adamın neden ağladığını sorar.

5000 riyal (yaklaşık 2000 tl.) bir borcunun olduğunu ve bu sıkıntıdan kurtulmak için Allah'a yalvardığını söyler…

Zengin olan Müslüman bu rakamın kendisi için sorun teşkil etmeyeceğini bildirir ve o an cebinden 5000 riyali çıkarır verir… Para ile birlikte olası ikinci bir ihtiyaç durumunda kendisini araması için kartvizitini de verir…

Adam parayı alır ama kartı iade eder… Sebebini sorması üzerine ömür boyu unutamayacağı şu harika sözü işitir:

" İkinci kez borçlandığım durumda yine Allah'a yalvaracağım. Seni aramayacağım… Çünkü O seni bana gönderdi, senden başkasını da bana gönderir!"

Subhanallah!

O kıssayı dinledikten sonra uzun uzun düşündüm ve bazı dersler çıkardım.

1- O adam Allah'ı görür gibi iman etmiş ve ihsan kavramını yakalamış.
2- O kartviziti almamakla Allah'a olan tevekkülünü ispat etmiş oldu.
3- O kartvizitin kendisine uzatılması tam anlamıyla bir imtihandı. Ve o imtihanı başarılı bir şekilde geçti.
4- Allah dualara icabet edendir.
5- Ummadığınız yerden rızıklandırırım' ayetinin tecellisini görmüş olduk.
6- Allah bu adam üzerinden bizlere tevekkül dersi vererek o adamı vesile kıldı. Allah'u âlem o adam sadık kullardandır. Her ne kadar kendisini tanımıyorsak da onu çok sevdik…

Rabbim böyle bir tevekkül anlayışını bizlere de nasip etsin…

Kaynak: Anonim

İNSAF

09:26:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bu yaşanmış bir hikayedir bu, tüm acısıyla, tüm hüznüyle ve imkansızlıklarıyla.

Havanın soğumaya başladığı günlerdi. Kış geliyordu işte. Serin rüzgâr, sıkıca kapatmaya çalıştığım yakamdan içeri girip üşütüyordu beni.

Onu ilk o gün görmüştüm. Servisten inmiş, evime doğru yürüyordum. Maddi sorunlarımın gittikçe arttığı günlerdi. Aklımda sıkıntılar dans ederken, onu uzaktan gördüğümde fazla dikkatimi bile çekmemişti. Nerden bilebilirdim ki, daha sonraki günlerde de karşılaşacağımızı.

Kısa süre, göz göze gelmiştik. Sonra o yoluna ben yoluma. Soğuk sokaktan, sıcak evime bir an önce varmak için adımlarımı hızlandırmıştım. Sonraki günlerde onu her görüşümde o gün gelir aklıma. Onun soğuk sokakta üşüyerek dolaşması, benimse sıcacık evime varışım, bir suçluluk duygusuyla da birleşip yüreğimi yaralar, içimde buz gibi bir rüzgâr eser, gider.

Her neyse, ben hikayeyi anlatmaya devam edeyim. Benim içimi yaralayan bu hikaye, belki sizi de etkiler, sizi de daha vicdanlı, insaflı olmaya yönlendirebilir. Ama sormayın bana, “Şimdi o günlere dönseniz ne yapardınız ? ” diye. Çok farklı mı davranırdım, inanınki bilmiyorum.

Biliyorum, çocuk kadar zekası yoktu ama benim ona duygusal yaklaşmaya başlamamın sebebi bu değildi. Bir gün onu sokağımızda yavrusuyla gördüğümde, küçük oğlum komşulardan öğrendiği acı bilgiyi bana iletmiş ve bu beni açıkçası sarsmıştı; 2 yavrusu ölmüş, biriyle baş başa kalmış.

Her sokağa çıkışımda, ‘Sokağımızda ona rastlar mıyım?’ diye bakar olmuştum. Yine soğuk günlerden birinde kapımıza geldiğinde gördüm onu. İşte kapımıza kadar gelmişti. Ne giyecek ne para … istediği sadece biraz yiyecekti. Komşularımızdan biri benim ona şefkatle yaklaştığımı görünce dayanamayıp seslendi;

-Ahmet bey, kapına bir kere alıştırırsan, bir daha her gün gelir.

Dudağımda acı bir gülümseme dolaştı. Oysa annem derdi ki; “Kapına geleni boş çevirme, Allah’ın gücüne gider.”

Annemin insafı aklıma eski bir hatırayı da getirdi. Sanırım üniversiteye gittiğim yıllardı. Ben evde ders çalışırken kapı çalmıştı. Kapıdaki bir dilenciydi. Annem, bozuk paraları verdikten sonra, halini öğrenmek için birkaç soru da sormuştu. O ara aç olduğunu da öğrenince, yanıma gelip bana sormuştu, “Maça filan gitmeyeceksen, evdeysen kapıdaki dilenciye yemek vereceğim. Gideceksen ekmek arası hazırlayacağım” dedi. Evdeydim. Her neyse, dilenci eve girince, “Hayrını kapıda yapınca, sevabı da orda kalacaktı, eve aldınız sevabı, bereketi de eşikten geçti, eve girdi” dedi. Sonra karnını doyurdu, sohbetten de bizim iyi niyetimize anlayıp, açıkçası kıyamadı bize ve asıl doğru olduğunu düşündüğü sözü söyledi; “Beni aldınız ama başkasını eve almayın. Hırsızı var, katili var !” Yıllarca aklımda kalmış "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla örülüdür” sözünü de hatırlatan bu olay beni etkilemişti. "İyilik bile körü körüne olmamalı, dikkat etmek gerekli" diye düşünür olmuştum.

Bu kadar atasözünden sonra şunu da söylemem gerek; "Can çıkmayınca huy çıkmaz" bazen bütün uyarılar yetersiz kalıyor. Dayanamadım komşunun ikazına rağmen yiyecek bir şeyler verdim. Hemen, uzakta duran, çekinen yavrusunu çağırdı. Aç olduğu belli olduğu halde, bir lokmayı yavrusundan önce yiyememişti.

Takip eden günlerde komşunun ikazı haklı çıkmaya başladı. Nerdeyse her gün kapımıza gelir olmuştu. Bazen kızıyorduk, “Biraz da başkasına gitsin “ diye ama sonuçta insafa geliyorduk.

Batıkent'teki evimiz dubleks. Bu evde bir gün bizi şaşırtan bir olay oldu. Üstü başı pek de temiz olmadığı, hatta kirli olduğu halde ve bizden izin bile almadan eve dalıverdi. Biz ne oluyor demeden üst kata çıkan merdivene çıkmaya başlamıştı bile. Hanım bana canı sıkkın, sesini yükselterek ;

-Sen böyle davranırsan olacağı buydu. Senin yüzünün yumuşaklığından şunun yaptığına bak.

Eve hızlıca girdiğinden, densizce yukarı çıkacağını sanmıştık ama hanım bağırır tonda konuşmaya başlayınca 4-5 basamak çıkıp durmuştu. Hanımın öfkeli sesinden sonra, insaf ister gibi bana baktı. Onun durduğunu görünce hanım hemen ona döndü;

-Şuna bak, bastığı yerde pis ayaklarının izi kalmış, çabuk dışarı.

Son bir umutla yine bana baktı ama sustum. Yukarı bir adım daha atmadı. Mutsuzluğu her halinden belli bir halde çıkış kapısına doğru yürüdü gitti. 'Çocuk kadar aklı yok' demiştim ya, hanım da söz dinleyeceğini beklemiyordu, şaşırmıştı. Ne kadar belli etmemeye çalışsa da vicdanının sızladığını anlamıştım.

Hanım üzgün bir sesle mırıldandı;

-Sanki bu evi önceden biliyor gibiydi. Bizden önce bu evde yaşamış olabilir mi.

Aklımızdan geçen bu düşünceyle bakış açımız biraz değişse de, yani önceden yaşadığı eve özlemini anlamaya çalışsak da, sonuçta elimizden fazla bir şey gelemezdi ki.

Bu olayın burada kalmayacağı, bu kadar kızmadan sonra, aynı densizliği tekrar tekrar yapabileceği hanımın da aklına gelmezdi sanırım..

Birkaç gün sonra, aynı olay nerdeyse aynı ayrıntılarla tekrarlandı. Umut ile bana bakması da tekrar edince, hanım;

-Gördün mü, senin fazla insaflı olduğunu anladı, senden medet umuyor. Günahı sana, ben evime alacak filan değilim.

Haklıydı maalesef. Ama kapımıza geldiğinde kolay kolay yiyeceksiz göndermedik ama kara mizah sahnesi birkaç kez daha yaşandı. Üstelik öyle ki, değil sokaktan geçmesine, bahçemize sürekli girmesine bile alışmıştık. Kime şikayet edecektik ki !. Biz bahçemize girmesine bir şey demeyince bir gün, kapımız yarı açıkken, biz bahçemize doğru bir iki adım atınca, uyanıklık yapar gibi koşup eve girmişti. Hem kızıp, hem de gülmüştük. Sonrasında da yine hanımın öfkeli sesiyle olduğu yerde kalması da aynen yaşandı. Bundan sonra sıradaki sahneye, yani umut bekleyen bakışlarla bana bakmasına dayanamayacağımı düşündüğüm için hemen ortamdan uzaklaştım.

Her ne kadar sonradan bahsederken yüzümüze bir gülümseme yayılsa da, kış gelmişti işte. Gülünecek tarafı kalmamıştı. İlk kar serpiştirdiği gün, her ne kadar hanıma belli etmesek de, gözümüz sokakta onları aradı. Küçük çocuğum Salih sorunca, “Vardır bir kalacak yeri, bu soğukta dışarıda kalınır mı ? ” desem de, içim de bir huzursuzluk dolaşıyordu.

O gün, onları unutmaya çalışarak gün bitmiş, gece olmuştu. Evde yalnız ben uyanıktım, dışarısı karanlıktı, soğuktu ve sessizdi. Salih’e söylediğim sözü kendime de tekrarlayıp durmuştum, “Vardır bir kalacak yeri”. Uyku tutmamıştı ya, uzun süredir aklımda gezinip duran bir hikayeyi yazmak için bilgisayarımın başına gittim. Daha açılış düğmesine yeni basmıştım ki dışardan, evin oldukça yakınından bir ses geldi. Endişelendim, “Bu saatte hırlı mı, hırsız mıdır ? ” diye. Her ne kadar mahallede ne hırsızlık gibi rahatsızlık verici, polislik bir olay dahi olmamıştı, pencereler de hep demirliydi. Fakat dışarının karanlığıyla birleşen, o an ki yapayalnızlığımın stresi, kalbimin hızlı hızlı atmasına sebep olmuştu.

Bir iki dakika sonra çaresizce cesaretimi topladım, pencereye yaklaştım. Yavaşça perdeyi açıp sokağa baktım… Oydu işte, yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Gece karanlıktı, gece soğuktu. Vicdanımı sızlatmak için bilerek mi yaptı bilmiyorum ama köşeyi dönecekken, sokak lambasının altında bir an durup bana baktı. Göz göze geldik bir an, o bir an içimden alevler geçti. İçime işleyen bakışlarıyla sanki bir şeyler söylüyordu; “Ben bu soğukta dışarıdayken, sıcacık evinde rahat mısın ! ” der gibiydi . Göz göze geldiğimiz o kısa süreden sonra, suçluluğun bütün yükünü omuzlarıma yıktı, “Artık sözüm yok !” der gibi, üşümüş ayaklarıyla karda iz bıraka bıraka köşeyi dönüp kayboldu.

Ertesi gün pazardı. Anca sabaha karşı yatmış, gündüz biraz geç kalmıştım. Çocuklar bendeki durgunluğun sebebini bilmiyor, sadece gece yazı yazıp uykusuz kaldığımdan.

İçimdeki hüzün öyle büyüyordu ki, gün neşesiz, sessiz kalacağımı zannediyordum ama pencereden dışarıyı seyreden hanım, “Alışmış ya, hiçbir yere uğramadan doğru bizim kapıya doğru geliyor !” deyince, ayağa fırlayıp dışarı koştum.

İşte yine gelmişti. Üstelik hiçbir şey değişmemişti, sözü eğmeden bükmeden, boş lafa vakit ayırmadan konuya girip doğrudan yiyecek istiyordu . Yine bana bakıp aynı şekilde sesleniyordu; “Miyaavv!”

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Yüreğe Dokunan Hikâyeler, Akçağ Yayınları, Ankara 2011.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Biri küçük, iki kedi

13:07:00 Posted by Mücahid Reis No comments


-Adam iş çıkışı yorgun argın evine varmıştı. Hanımı kapıyı açtığında şaşkın baktı;

-Hayırdır bey, bu palto nerden çıktı.

-Bu gün aldım.

-Hani çocuğa çanta alacaktın, para anca yeter demiştin. Bak, defter kitaplarını poşetle götüren bir o var koca sınıfta.

-Ben çocuğumun gönlünü alırım merak etme.

Bir an durdu, biraz üzgün baktı hanımının yüzüne;

-İş yerinde laf oldu, soğukta bile ceketle gitmem, utandım. İnan istediğimden değil.

Hanımı yol verirken sordu;

-Kaça mal oldu kim bilir, bu kadar pahalısını alman gerekir miydi ?

Adam gülümsedi;

-Şansım yaver gitti, itfaiyeden ucuz bir kullanılmış palto arıyordum. Bunu satan adamla karşılaştım, açıkçası cebimdeki paraya göre ucuz bir şeyler sordum, tuttu bunu çok ucuza verdi.

-Aman bey, çalıntı filan olmasın.

-Aklıma geldi, çekinerek sordum. Bazı zenginler alıp, sıkılınca eski niyetine satıyormuş bu adamlara.

Şöyle bir baktı hanımına;

-Ne yapayım hanım, adamı sorguya mı çekeyim. Ortalıkta zabıtası da var, polisi de.

-Ne bileyim çekindim işte. Neyse güle güle giy.

İlkokula başlayan çocuğu kapıya koştu;

-Baba, baba !

-Noldu oğlum, bu ne heyecan?

Çocuk az ilerde, duvar dibinde çömelmiş bir anne ve bir yavru kediyi gösterdi.

-Bak iki kedimiz oldu. Ama annem eve almam diyor kedileri.

Kadın; “Oğlum, sokak kedisi eve alışmaz kolayca. Hem evimiz tek odalı, gece gelip üstüne filan yatarsa ne yaparız.”

Adam; “Annen doğru söylüyor oğlum. Tek odalı evde olmaz, gece senin yanına gelir, ağzına tüy kaçar filan”

-Ama baba bu gece soğuk olacakmış, üşürler.

Adam kedilere baktı.

-Alışmışlar gibi buraya gitmeye niyetleri yok galiba. Yemek filan mı verdiniz ?

Çocuk; “Ben peynir verdim. Annemle de şarkısını söyledik kedilerin”

-Hımm, söyle bakalım, ben de duyayım.

-Biri küçük iki kedi, verdim peyniri yedi. Küçük olan bakıp bakıp, “Daha doymadım.” dedi.

-Aferin çok güzelmiş. Neyse ben gidip onlara göre bir karton kutu bulayım, gece içinde ısınırlar.

-Tamam bey, ben de kutuya koyacak kumaş parçaları bulayım.

Çocuk; “Yaşasın !”

-Ama beni beklemeyip annenle uyuyacaksın, çok geç oldu tamam mı ?

-Tamam babacığım.

*** ***

Adam, karanlık sokaklara doğru süzüldü. Gecenin soğuk geçeceğini o da duymuştu. yeni paltosunun sıcaklığına bayılmıştı, “Biz sıcacık evimizde otururken, kapımıza gelen iki kedinin üşümesi hiç güzel olmaz, içimizi yaralar.” Çocuklarının küçüklüğü hastalıkla geçtiği için üzerine titriyorlardı. Özellikle kendisi hayvanları çok sevdiği halde, eve kedi, kuş almayı düşünmek bile istemiyordu. Dışarda kedi-köpeği sevdikten sonra ise kendisi gibi, çocuğunun da elini iyice yıkattırıyordu.

Büfelerin, marketlerin, akşamları dışarı attığı temiz kutulardan bulacağını umuyordu. Fakat sokağın ıssızlığı, sessizliği içine bir ürperti salmaya başlamıştı. Gecenin karanlığında bir süre kendi ayak sesinden başka ses duyamadı. Karanlık, loş kısımlardan uzak durmaya çalışıyordu ama sönük gece lambaları yüzünden bazen karanlıkta yürümekten kurtulamıyordu.

Bir markete yönelmişti, yolunun üzerinde geçmesi gereken uzun bir karanlık ve duvarların loşluğunda bir kaldırım vardı. İşin kötüsü karanlığın içinden kendisine doğru yaklaşmakta olan adamları görmüştü. Bu sessiz gecede tanımadığı insanlarla, üstelik karanlık, loş kaldırımlarda karşılaşmayı hiç istemezdi. Adımlarını yavaşlattı. Sonunda kendisi karanlığa girmeden adamlar ışığa çıkmıştı. Selam verdi;

-Selamün aleyküm !

Adamlar yüzüne garip garip bakarak, cevap vermeden yavaşça yanından geçtiler.

Canı sıkkın karanlığa daldı. “Yuh be, ne biçim adasınız. İnsan Allah’ın selamnını almaz mı!” Birkaç adım atmıştı ki, arkasında uzaklaşmakta olan ayak seslerinin iyice uzaklaşmasını beklerken, birden kendisine yaklaştığını farketmişti. Bakmamaya çalıştı ama sesler çok yaklaşınca endişeyle döndü. Aynı anda öndeki iri yarı adam paltosunun yakasından yapıştı, ince zayıf olan adam da bir bıçak çekip boğazına dayamıştı bile.

-Çıkar lan paraları.

-Param yok.

-Uzatma da sökül paraları.

-İnanın param yok.

Biraz uzakta duran adam pis pis sırıttı;

-Yalan söylüyor. Parası olmasa bu pahalı paltoyu giyebilir miydi !

adamın konuşmasına imkan vermediler. İri yarı adam öfkeyle;

-Bu bizi oyalacak, birileri gelir şimdi.

Onun lafı bitmeden, ince zayıf adamın kolu bir ileri bir geri hareket etti. Adam yeni paltosunun göğsünden sızan kana inanmaz gözlerle bakarak yerdeki boş karton kutunun yanına doğru yere yığıldı.

Üç adam birden bütün ceplerini kurcalamaya başladı. Kısa sürede parası olmadığını anlayıp, uzaklaştılar.

Yerde kalan adamın gözleri kapanmaya başlamıştı, uzakta bacası tütmeyen bir eve bakar gibiydi. Gözlerinde gülümseyen bir çocuk yüzü canlanınca dudaklarında bir acı tebessüm donup kaldı.

Biri küçük, iki kedi

Biri küçük, iki kedi üşüyordu

Biri küçük, iki kedi donuyordu

Birkaç sokak ötede, kan içinde

Siyah paltolu adam ölüyordu

Bir gece kondu, bir kadın-bir çocuk

Yeni yeni acıları bekliyordu.

Gece karanlıktı, ayazdı gece

Mehtap şahit oldu,susup sessizce

Karanlıktı soğuktu, ve bir yağmur

Issız sokakta bir ceset sadece

Dudağında yarım acı gülüşle

Tütmeyen bir bacaya bakıyordu

Biri küçük, iki kedi üşüyordu

Biri küçük, iki kedi donuyordu

Birkaç sokak ötede, kan içinde

Siyah paltolu adam ölüyordu

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Yüreğe Dokunan Hikâyeler, Akçağ Yayınları, Ankara 2011.

13 Şubat 2015 Cuma

Hayal Yıldızı

22:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


KÜÇÜK ÇOCUK, üç gün önce başlayan yaz tatilinin keyfini çıkartmaya çalışıyor ve okul dönemindeki uyku saatini geçirmiş olmasına rağmen, yatağı üzerinde oynuyordu.

Baş ucundaki pencerenin hemen önünde bulunan kiraz ağacının hafif bir meltemle sallanan dalları, gün boyunca verdikleri yetmezmiş gibi, en tatlı meyvelerini ona doğru uzatmak için camı tıklattığında, o dalların arkasında bir yıldız gördü.

Küçük çocuk, ay ışığının olmadığı gecelerde daha da parlayan yıldızları, dedesiyle birlikte seyrederdi. Ama böyle güzeline ilk defa rastlıyordu. Yatağından doğrularak pencereye yanaştı. Yıldız sanki ona gülümsüyordu. Çocuk da gülümserken, yıldız ona göz kırptı. O da karşılık verdi hemen. Küçük çocuk, yıldızı yattığı yerden de görebilmek amacıyla, yastığını ayak ucuna koyarak pencereden dışarısını seyre koyuldu. O güler yüzlü arkadaşının, Kutup Yıldızı gibi sabit durmadığını ve dünyanın hareketinden ötürü bir süre sonra kaybolacağını hissediyordu. İlk önce, bir astronot olup o yıldıza gitmek geçti içinden. Ama hemen sonra dedesinin söyledikleri, insan ömrünün, bir yıldıza ulaşmak için çok kısa olduğu geldi aklına. Bu durumda tek çıkar yol, bir “gökbilimci” olmak ve gönlünü aydınlatan o yıldızı, büyük bir teleskopla izlemekti. Hatta bu konuda kitaplar yazar ve bastıkları zemine bile bakmaya üşenen insanları, hayâlen dahi olsa, gökyüzünde seyahat ettirirdi.

Küçük çocuk, gündüzleri hep misket oynar ve bu sırada “kaflik” adıyla bilinen, en büyük ve en parlak misketi kullanırdı. Artık onun gözünde, her misket bir yıldızdı. En şahâne kaflik ise, kendi yıldızı... Ertesi gece, çocuk yine cam önündeydi. Kucağında bir ansiklopedi vardı. Daha sonraki günlerde de bir sürü dergi... Ailesi, yaz tatili boyunca oyundan başka bir şey düşünmeyen yavrularındaki değişikliği fark etmiş ve çocuklarının “bilim adamı” olma merakı karşısında telaşa kapılmıştı.

Bütün çabalarına rağmen yüz kilonun altına düşemeyen annesi, onun bu konudaki sihirli formülü bulan bir doktor olmasını arzu ediyor, babası ise, en kısa yoldan para getiren bir iş tutmasını istiyordu. Bu endişeyle oğlunu sıkıştırınca, onun kutsal sırrını ortaya çıkardı. Ve yıldızı göstermesi için ısrar etti. Küçük çocuk, isteksiz adımlarla pencere önüne yanaşırken, arkadaşının gitmiş olması için dualar ediyordu. Ama yıldız yine aynı yerdeydi. Parmağını ona doğru uzattı. Adam, çocuğunu büyük hayâllere, dolayısıyla da büyük hedeflere yönelten parıltıyı gördüğünde pencereyi açtı ve beline kadar sarkıp onu avuçladıktan sonra, çocuğuna uzatıp:

— Al bakalım harika yıldızını!. dedi. Böyle saçma şeylerle de uğraşma!. Küçük çocuk, babasının avucuna baktığında, ara sıra yanıp sönen bir ateş böceği ile karşılaştı. Vücudunu bir titreme kaplamış ve gezegenlerden de öteye ulaşan hayâlleri, bir anda yıkılmıştı. Babası, büyük bir keyifle odadan ayrılırken, yatağı üzerindeki dergileri sessizce toplayarak kitaplığa kaldırdı. Ve misketlerini çıkartıp yere boşalttı. Misketler, her zamankinden de renksizdi. Kaflik ise sanki birden küçülmüş ve içindeki ışığı kaybetmişti. Çocuk, onu avuçlayıp pencereden fırlattı. Kiraz ağacının, meyvelerini ikram etmek için gösterdiği çabalar, o günden sonra hep sonuçsuz kaldı. Artık perdeleri hiç açılmayan odadan, ucuz oyuncakların sesleri duyulmaktaydı.


Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi  Haziran 2003

Dudakla Bardak Arası

14:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala,

- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki! deyivermiş.

Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak,

- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.

Köle şöyle cevap vermiş:

- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!

Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş. Kral bostanda, bardak masada kalmış.
Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:

“Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den,
Nasip değil ise ne gelir elden?”

İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler

10 Şubat 2015 Salı

Çakıl Taşları

13:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Göz alabildiğine uzanan bir sahilde, irili ufaklı sayısız çakıl taşı varmış. Denizin durgun ve havanın kapalı olduğu zamanlarda, bu taşlardan hiç bir ses duyulmazmış. Sadece martıların çığlıkları ve arada bir uzaktan geçen yolcu gemilerinin sesi yankılanırmış böyle günlerde.

Ama deniz coşup da dalgalar kaplayınca sahilleri, neşeleri gelirmiş çakılların. Hepsi ıslanıp iliklerine kadar titremelerine rağmen, şikayet etmezlermiş durumlarından. çünkü denizin dalgalarıyla yıkandıklarında soluk yüzlerine renk gelir ve hava bir de açıksa, o geçici renkler güneş ışığından ötürü parlamaya başlarmış. İşte bu zamanlarda, çenesi düşermiş çakılların.

- Biz gerçekten güzeliz, diye kasılırlarmış.. Hem renkliyiz, hem parlak.

Sadece bu kadarla da yetinmezmiş çakıllar. Diğerleriyle kıyaslarlarmış kendilerini, bazen kavga ederek, "sen küçüksün ben büyük", "sen soluksun ben parlak" gibi laflarla. Kavganın en cavcavlı anında, bir ses duyarlarmış çoğu zaman. Derinlerden gelen o ses:

- Güzelliğinizle asla övünmeyin, dermiş onlara. Hele hele o güzelliği başka yerden almışsanız.çakıllar, pek aldırış etmezlermiş bu sese, yine renklerinden bahseder ve sataşırlarmış birbirlerine. Ama o ses tekrar duyulur ve:

- Renkli olmak hüner değildir, dermiş. O parlaklık ruhunuzdaysa eğer, renksiz olmak zarar vermez sizlere.

çakıllar, kendilerine o güzelliği veren şeyi ve derinden derine gelen o sesi merak etmedikleri için, gülüp geçerlermiş söylenenlere...

çakılların güzellikleriyle övündükleri bir gün, devlere benzeyen makinalar girmiş o sahillere. çelik tekerlekleriyle ezdikleri taşları bin parçaya bölerek. Birbirinden gururlu taşlar, o devlerin pençeleriyle savrulup atılmışlar bir yana. Dağ gibi yığılan çakıllardan bazıları, bu sefer "biz üsteyiz, siz altta" diyerek dalga geçmişler ezilenlerle. Kısa bir zamanda, sahilin altı üstüne getirilmiş adeta. çakıllar, neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, adamlardan sevinç çığlıkları yükselmeye başlamış:

- Bulduuuk! diye bağırıyorlarmış hep bir ağızdan. Bir sahil dolusu çakıla bedel olan o taşı bulduk.

çakıllar, neyin bulunduğunu merak ederek adamlara baktıklarında, onların ellerinde renksiz bir taş görerek hayrete düşmüşler. Hepsi dudak bükerek alay etmek üzereyken, o renksiz taş güneş gibi parıldayarak selamlamış kendilerini, güneş çoktan batmış olmasına rağmen.

Parlak taş, bir kenara atılan çakılların şaşkınlığını fark edince:

- Yıllar boyu sizinle konuşan bendim, diye gülümsemiş.. Sizlerden çok daha aşağılarda ve toprak altındaydım. Ama içimdeki ışığı hiç bir zaman kaybetmedim. Ve o ışığı kimden aldığımı bildiğim için de asla gururlanmadım. Bu yüzden de sultanlara taç olup başlarda, yüzük olup eller üstünde taşındım asırlardır.

çakıllardan hiç bir cevap gelmemiş. Adamlar ise, gece olmasına rağmen makinalarını başka bir sahile yönlendirmişler. Ay ışığından aldıkları parlaklıkla öğünen yassı çakılların bulunduğu karşı sahile...

Kaynak : Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler

YİRMİ SANİYEDE

13:33:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Şeytan hizmetçi kılığına girmiş ve yirmi sene Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri'nin yanına gidip gelmişti. Bir türlü gönlüne vesvese vermeye, ona istediklerini yaptırmaya muvaffak olamamıştı. Birgün:

- Ey Üstad! Yoksa siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? dedi.
Hazreti Cüneyd:

- Sen lanetli İblissin. İlk geldiğin andan beri seni tanıyorum, buyurdu.

Şeytan:

- Ey Sultanü'l Muhakkikin! Sizin kadar yüksek dereceye ulaşan başka bir büyük zat tanımıyorum. Yirmi senedir size hiçbir isteğimi yaptırmaya muvaffak olamadım, dedi.

- Defol mel'un! Şimdi de beni kendini beğenme hastalığına düşürerek mahvetmek mi istiyorsun! Yirmi senede yapamadığını yirmi saniyede mi yapacaksın? Yıkıl karşımdan! diye bağırdı.

* * *

İnsanın en zayıf damarı "Sensin!" denilerek, koltuğunun altına girmektir. Nice cahil, günahkar, kendisini alim ve faziletli zannederek bu şekilde İslam'a zarar vermiş, verdirilmiştir. Günümüzün de en tehlikeli hastalıklarından da birisi budur.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 147-148

8 Şubat 2015 Pazar

Yakına Düşen Bomba

11:46:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İstanbul`da kenar mahallede bir kahvehanede, bir kaç günlük sakalıyla sert bir görüntü veren adam, televizyona doğru ellerini sallayarak sert sert konuştu.

-İşte böyle yapacaksın ki, zenginler de rahat oturamasın.

Yakınındaki düzgün giyimli adam cevap verdi;

-Olmaz böyle şey, masum insanların arabasını yakmayla hak aranmaz.

-Yok ya, nasıl aranırmış, çok bilmiş gazetecimiz.

-Sen başkasına haksızlık yapıyorsan, `Bana haksızlık yapılıyor` diye bağırma hakkın kalmaz.

Sert görünüşlü adam,çevresindekilere `Şunun söylediğine bakın` der gibi yine ellerini kollarını sallayarak dalga geçer bir halde güldü. Kısa bir süre susup televizyona baktı. Sonra çevresindekilerin dikkatinin kendilerinden uzaklaştığını fark edince, gazeteci gence döndü, alçak sesle;

-Bana bak, `gazetecisin, gün gelir işe yararsın` diye sana dokunmuyorsak, bu her zaman böyle olacak demek değildir. Kendine dikkat et! .

Gazeteci korkmadığını göstermek ister gibiydi ama yine de sesindeki endişe belli oluyordu;

-Ne var ki sözlerimde, hem bana ne yapabilirsin ki?

-Dağa örgüte bir sürü aileden giden var, senin ailenden yok...Henüz yok. İster misin senin de kız kardeşini gönderelim !

Gazeteci genç ayağa kalktı;

-Bana bak Selo, gencecik çocukları kandırıp arabaları yaktıranların içinde senin de olduğunu biliyorum. Şansını daha fazla zorlama.
Yanındaki arkadaşına döndü;

-Yürü Mehmet, gidelim. Bir saate kadar gazetede olmamız gerekiyor.

Selo dediği, Selahattin arkalarından seslendi;

-Memet, sen ona fazla takılma, onun yolu yanlış, heh heh he !

Mehmet;

-Ben gideceğim yolu iyi bilirim Sülo. Ama bir yanlışın var, iyi düşün ateş düştüğü yeri yakmazmış aslında, çevresini de yakar.

-De git la, sen de yanındakinin ağzıyla konuşuyon. Sizden adam olmaz oğlum. Gör bak, siz olduğunuz yerde sayarken biz nerelere geleceğiz.

Çok sevdiği şekilde yine elini kolunu salladı, sonra İlerdeki bir kaç gence doğru seslendi;

-Şiişt..hoop... bana iki bira kapın da gelin biriniz. (Sonra sesini alçaltarak) Sonra da toplanın, akşama iş var.

**** **** ****
Genç gazeteci aynı kahvehaneye girdi. Yüzü asık Tv’deki habere bakarak bir sandalye çekti. Selahattin de haberleri seyrediyordu, onun geldiğini görünce ;

-Ooo, Fırat bey gelmiş. Naber gazeteci.

-Selamünaleyküm.

-Bırak şimdi selamı filan, görmüyon mu, bira içiyoz ! Eeee haberlerde ne var ne yok gazeteci…

-Haberleri seyrediyorsun ya işte.

-Bakıyom bakıyom bir haber yok ki.

-Anlaşılan sen Ümraniye`den, Beyoğlu`ndan bir haber bekliyorsun.
Selahattin dişlerini göstererek güldü;

-Nerden anladın ?

-Şimdi anlıyorum, niye güldüğünü. Az önce gelirken Mehmet’in telefonu çaldı, “Kameranı kap koş, Ümraniye ve Beyoğlunda araba yakmışlar. Hangisine yakınsan oraya koş” demişler. Bunları bana söyleyip, aceleyle gitti.

-Hayda…, bak şu işe. Haberlere yetişmemiş bir olay olduğu nasıl da içime doğmuş.

-Bir daha gençlere söyle de, daha erken yapsınlar bu pisliklerini.
-Hoop, orda dur öyle konuşma bakalım.

-Vatandaşın biri çıkar da arabasını yakanlara ateş ederse ne olacak. Dünkü görüntülerden tanıdım, Celal, Zeki, Murat da vardı. Eminim onları sen gönderiyorsun.

-Hepsini değil canım, günahımı alıyorsun.

-Yıllardır aynı mahalledeyiz, hepsinin annesini babasını tanıyoruz. Birisi vurulsa, annesi babası yakana yapışsa, “Sen ne namussuzmuşsun, çocuğumuzu ülkesine hain yaptın, sonunda senin yüzünden vuruldu” derse, ne yapacaksın.

-Bana ne ya… çocuklarına sahip çıksalardı. Ben onlara hep diyorum, “tabanca çeken olursa hemen kaçın” diye

-Yanlış yoldasın Selo, sen yanlışta olduğun gibi gençleri de yakacan. Çok can yanar, dur artık, dur.

-Aha da işte tam burda duruyorum.

O sırada Fırat’ın telefonu çaldı, arayan Mehmet’ti. Fırat, Mehmet’le konuştukça suratı asıldı. Telefonu kapatıp Selahattin’e döndü. Selahattin biraz merakla da olsa, daha çok dalga geçerek sordu;

-Ne oldu, suratın asıldı. Bu kez fazla mı araba yakmışlar, ona mı canın sıkıldı.

Fırat ağır ağır konuştu;

-Araba için değil, giden can için yüzüm asıldı.

Selahattin, yamuk oturduğu sandalyesinde doğruldu, ciddi bir ifade takınmaya çalıştı;

-Bizim gençlerden biri mi yaralanmış?

-Hayır, daha kötü.

-Şom ağızlı, sen konuştun böyle oldu bak. Ölmüş mü gençlerden biri, Murat mı, Celal mi ? Söylesene be adam.

-Hayır, kundaklanan, molotoflarla yakılan arabalardan birinde ölen olmuş.

Selahattin şöyle bir ‘Oh…!’ çekti ;

-Öyle söylesene. Şom ağzın yüzünden, bizimkilerden biri ölmüş sandım. `Lan !` dedim, ` Annesi-babası gelirse ne diyecem`, diye düşünmeye başlamıştım be.

-Ölen de bizim oralardan, güneydoğulu.

-Hadi ya… Napalım canım, hedefe varmak için, bu ülkeden toprak koparmak için, dağdakilere destek olmak için can da verilir, böyle arada kurban gidenler de olur.

Fırat ağır ağır konuşmaya devam ediyordu.

-Ölen bir bebekmiş.

-Hımm ?

-Bayram ziyaretine gitmişler, ara yolda birine de ayak üstü uğramışlar.

-Niye bu kadar ayrıntılı anlatıyorsun, nerden biliyorsun ?

-Çocuğu ölenleri Mehmet tanıyormuş, ayrıntısıyla öğrenmiş olayı.

-Kesin ben de tanıyorumdur değil mi? Ne diyorsan çabuk de artık, sinirlenmeye başlıyorum.

-Akrabalarından dönerken, ayak üstü bir tanıdıklarıyla da bayramlaşıp çıkacaklarmış, bu nedenle arabada uyuyan bebeklerini çıkarmamışlar. Senin gençler de onlar apartmandayken dalmış sokağa, başlamışlar molotoflarla arabaları yakmaya... Bebek feryatlarını duyunca da kaçmışlar.

-Kim oğlum, kim kim. Ha birine benden bahsedersen leşini sererim , bak şakam yoktur (Silahını göstererek) Ben yanarsam, yakarım seni de.

-Bu saatten sonra kimseye bahsetmem zaten…. Bebeğin annesi-babası ablanla enişten.

Gazeteci gözündeki yaşlarla dönüp kahveden çıkarken, arkasında şimdiye kadar duymadığı şiddette bir çığlık, feryat kahvehanede çınlıyordu.

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Kısa Öyküler.

7 Şubat 2015 Cumartesi

Bu Belki Son Günündür

14:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adam, telaşlı, öfkeli bir halde hanımına bağırıp, çağırıyordu. Babalarının sesini duyan iki çocuk ise yataklarından kalkıp salona gelmişti. Babalarının öfkesini görünce, korkmuş, sinmiş halde birer koltukta sessizce oturup kalmıştı.

Adam, çocuklara, hanımın üzüntüsüne aldırmadan söylenip duruyordu;

-Söyledim değil mi, söyledim. Bu gün toplantı olduğunu, açık mavi gömleği ütülemeni söyledim. “Kahverengi gömlekle gidiversen nolur!”muş. Bu gün sunum yapacağım, karamsar bir görüntü mü vereyim, dinleyenlerin içi kararsın, bu da projeye verecekleri oyu etkilesin! Bunu mu istiyorsun?

-Tamam bey, bitti işte.

Adam açık mavi göleği hışımla aldı;

-Bitti, tabi bitti ama ben geç kaldıktan sonra bitmiş neye yarar.

Hanımı çocukların korkmuş yüzlerine baktıktan sonra, yine eşini sakinleştirmeye çabaladı;

-Dün bundan da geç çıkmıştın, vakit var, yetişirsin.

-Anlamıyor ki, anlamıyor ki. Bu gün sunumu ben yapacağım. Herkesten önce gitmeliyim ki, gelecek önemli konuklara ‘Hoş geldi’ demeliyim.

Adam bir sürü söz daha söylenerek, bağırarak çıktı, arabasını çalıştırıp uzaklaştı. Hanımı, direksiyon başında da öfke saçan eşinin halinden endişelendi, “Bir kaza yapmasa bari…”

Eşi uzaklaşınca, çocuklarının yanına gidip sarıldı, rahatlatmaya çalıştı.

-Madem erkenden kalktınız, hemen size sultanlara layık bir kahvaltı hazırlayıp getireceğim.

Mutfağa geçti, zihnindeki huzursuzluğu dağıtmak için hemen neşeli müzikler çalan bir radyoyu açtı. Ocağa haşlamak için yumurta koydu, cezvede süt ısıtmaya başladı. Masaya zeytin, peynir, reçel koymayı da ihmal etmedi.

Biraz sonra çocuklarına seslendi

-Kahvaltınız hazııır!

Çocuklar kahvaltıya otururken, radyoda müziğin birden kesilmesi dikkatini çekti. Son dakika haberi anonsuyla, radyonun sesini biraz daha açtı. Radyo’da zincirleme bir kaza haberi vardı. Ayrıntılarla biraz sonra birlikte olacağız demişti spiker ama kazanın yerini söylediği andan itibaren o sandalyesine yığılıp kalmıştı. Spikerin bahsettiği kaza yeri, kocasının her gün işe giderken geçtiği dörtlü kavşaktı.

Eşinin bu kavşaktaki trafikten şikayetçi olduğunu, her sabah yoğun bir trafik olduğunu söyleyişi aklına geldi. “Geç kaldım diye acele edip acaba o da…” Aklına gelen düşünce içini daha da yaktı, hemen ayağa kalktı.

-Çocuklar, unutmayın ocağa yaklaşmak yasak. Kahvaltınızı yapıp salona geçin, oynayın. Benim acil bir yere uğramam gerek, kapıyı da kimseye açmayın tamam mı?

Çocukları uslu, söz dinler olduğu halde, çok kısa süreli de olsa evde yalnız bırakmak zorunda kalsa tekrar tekrar tembihte bulunurdu.

Sokağa çıkmak için üzerine bir şeyler aldı, cebine de bir taksi parası aldı. Kapıya yöneldiğinde kocasının bu kazada ölmüş olabileceği endişesiyle kabaran yüreğine daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamıştı. Göz yaşlarını çocukları görmesin diye, açık olan mutfak kapısına sırtını dönmeye özen gösteriyordu. İçindeki acının kocasının ölmüş olma ihtimali kadar, giderken kendisini kırması ve çocuklarının önünde bağırıp çağırmasından da kaynaklandığını anladı. Oysa her zaman böyle öfkeli değildi.

-Eğer ölürse, çocuklarım babalarını, son gördükleri haliyle mi hatırlayacak? Kalp kıran, öfkeli bir baba olarak mı kalacak akıllarında?

Kapıdan çıkarken, çocuklarına bir kez daha seslenecekti ama artık akan gözyaşları saklanamayacak haldeydi. Hemen kapıyı açıp dışarı çıkmak için hamle yaptı ama karşısında kapıya doğru adım atmakta olan kocası vardı.

Adam, bir an karısının ıslak yanaklarına baktı; “Haberleri mi dinledin?” diye sordu. Hanımı, konuşamadan sadece başıyla onayladı. Adam, önce sarıldı, sonra eşinin yanaklarını sildi.Hanımı zorlukla sordu;

-Hani önemli bir toplantına geç kalmıştın, niye döndün?

-Kaza benim hemen yakınımda oldu. O anda toplantıdan daha önemli bir şeyi unuttuğumu hatırladım. Eğer o kazada ölseydim…

O anda çocuklar da yanlarına gelmiş, babalarının yine öfkeli olabileceğini düşünerek, annelerinin yanında durmuştu. Adam, bütün içten, samimi gülümsemesiyle çocuklarını yanına çağırdı, boyunlarına sarıldı, yanaklarından öptü.

-Ben bu gün büyük bir hata yaptım ve evden çıkarken, sizleri ne kadar sevdiğimi söylemeyi unuttum. Böyle önemli bir şey unutulur mu hiç. Ne yapalım, ben de geri döndüm.

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Kısa Öyküler.

6 Şubat 2015 Cuma

Güle Güle Ağladım

12:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Direksiyon başına geçenlerin, gerçekten de bir tür değişime uğradığını gördüm. Benzetmek belki abes olacak ama yaya iken sakin, mülayim denecek sessizlikte, engin bir hoşgörü içerisinde olan insanlar, direksiyon başında kuzu postundan kurtulmuş kurt gibi, hatta aslan gibi oluveriyor.

“Ben de böyle olur muyum? Kaba, bencil davranışlara geçer miyim?” sorularıyla bir süre rahatsız olmuştum aslında ama sonra farkına varmadan yaptığım hareketleri tarttığımda rahatladım. Yolda gördüğüm bir kaplumbağa için arabayı durdurup, yolun sonuna geçirdim. Sonra dönüp, yola çıktıktan sonra fark ettim bencilce davranmadığımı. “Demek ki her direksiyon başına geçende kişilik değişikliği olmuyormuş” diye sevindim. Bundan sonra trafikteki iyi insanları, kibarları, bencillikten uzakları gözlemler oldum. Meğerse benciller daha çok göze battığı için çok zannediliyormuş. O kadar çok efendice araba kullananlar var ki, sessizce, dikkat çekmeden. Bazen yavaşlayan bir araba görüyorum, “Trafik lambası filan da yok, niye yavaşladı?” diye bir bakıyorum, yaşlı bir teyze o şoföre el sallayarak teşekkür edip, yorgun adımlarla yoldan geçiyor. Başka birinde bakıyorum, önümdeki araba sağ sinyali yakıyor, “Hayırdır, sol şerit bomboş niye kenara yanaşıyor?” diyorum. Sonra fark ediyorum ki, epey geriden gelen ambulansın ışığını görmüş, gecikmeden sol şeridi boşaltmaya çalışıyor.

Bu tür olaylara rastlamak günümün huzurlu, neşeli geçmesine çok katkı yapıyor. Bazen aynalarda kendimi gülümserken yakalıyorum. Nedenini düşünüyorum, sonra o gün yaşadıklarımı bir filmi geri sarar gibi düşüne düşüne inceliyorum ve sonunda böyle güzel bir olaydan sonra içimde kalan güzellikten neşeli, mutlu olduğumu keşfediyorum.
Bu gün yine hem dikkatli araba sürmeye çalışıyorum, hem de güzel bir olaya rastlarsam kaçırmayım çabasındayım. Çünkü, iş yerinde yapacağım sunum için moral ihtiyacım var. Moralli, neşeli olmak özgüvenli olmayı sağlıyor. Ki bu da başarının en önemli anahtarı.

Bu düşünceler içindeyken, her şey bir saat gibi tıkır tıkır güzelliklere doğru yol alıyor gibiyken, ihtimalinden bile korktuğum, aklımın ucundan bile geçmesini engellediğim bir olay oluverdi. Önce bir çarpma sesi, uzun süredir içimde birikmiş korkuyla refleksleri birikmiş bir ani fren ve ben de şok.

Çevreden koşanlar, bazıları arabamın hemen önüne koşarken, birkaç kişi de kapımı açıp beni dışarı çıkardı. Beni arabamdan çıkaranların yardım için değil, kaçmamam için kolumu sıkıca tuttuklarını anladım. Bunun rüya veya bir gün ortası kabusu olduğunu görmek ve gerçek hayata dönüp, aslında bir şey olmadığını anlayıp rahatlamak istiyorum ama olmuyor işte bitmiyor bu işkence.

Kolumdan tutanlar beni de arabamın önüne doğru götürdüğünde bunun gerçek olduğunu anlıyorum; Başı kanayan bir çocuk ve içindekiler yerlere saçılmış bir okul çantası…

Dizlerimin bağı çözülüyor, bunu kaçma hamlesi sananlar daha sıkı kavrayıp beni ayağa kaldırıyor. Gözlerimin bir kararıp, bir düzeldiği esnada çocuğun kolundan tutup, oturttuklarını görüyorum. “Başı kanayan bir çocuk için bu hareket doğru mu caba?” düşüncesiyle, “Allah'ım, çocuk ağlıyor, demek ki yaşıyor! ” düşüncesinin beynimde çarpışmaları gözümden yaşlara yol açıyor.

Ağladığımı gören bir kaç kişi susmaktan vazgeçiyor sanki ve ilk defa o sesleri duyuyorum; “Adamın suçu yok, çocuk birden yola fırladı”. Bu sözleri birkaç kişi daha tekrar edince ve onaylayanlar artınca kolumu bıraktılar, arabama dayanarak zorlukla ayakta durabildim.

Koşarak gelen kadının gözündeki yaşlar ve acı feryadı annesi olduğunun habercisiydi sanki. Çocuğuna sarılırken bana bakışındaki nefreti bana göndermeyi de unutmamıştı. Allah’tan çevredeki insaflı insanlar onun yanında da yüksek sesle suçsuz olduğumu söylediler. Bunun üzerine kadıncağız benden bakışlarını çekti.

Bu gelişmeden sonra bakışlar benden çok çocukta yoğunlaştı ama kimse bir şey yapmıyordu. Dizinde de kanama vardı ama ordan geçen biri, “Başı kanıyor, içten beyin kanaması olabilir, acele hastaneye kaldırılmalı !” deyince ancak kendilerine geldiler. Hemen ambulans için telefon ettiler ama bu saatlerde hastane tarafından gelen trafik çok yoğundu. Oysa hastaneye doğru trafik akışı daha rahattı. Kendimi toparlamaya çalışıp, seslendim;
-Çocuğu arka koltuğa yatırın, ben götüreyim!

Kısa süreli bir şaşkın bakışlardan sonra çocuğu arka koltuğa taşıdılar, annesi de yanına oturdu. Birisi kulağıma eğildi;
-Suç mahallinden arabanı hareket ettirirsen ceza alırsın.
Gülümsedim, cevap vermedim. Kalabalığa seslendim;
-Komşuları veya tanıdığı bir kişi daha bizle gelsin.

Kalabalıkta bir kadın aceleyle “Arayan olursa hastaneye gittiğimi söylersin.” Diye çevresindekiler tembihlerde bulunarak bindi arabaya.

Annem, her işinde Allah’a sığın. Senin şer zannettiğinde de bir hayır olabilir, dua et” derdi her zaman. Ama düşünüyorum düşünüyorum, bulamıyorum. Sadece daha kötü bir netice karşıma çıkmadığına, çocuğun şu anda iyi göründüğüne şükrediyorum. İnşallah iç kanama da yoksa, işte asıl o zaman rahatlayacağım.

Hastanenin aciline çocuğu teslim ettik. Sonrasında polisler ifademi almak için tuttular ama çekip gitmek zaten uygun olmazdı. Çocuğun babası da yanıma geldi, öfkeli, öldürmek isteğinin aşikar olduğu bakışlar filan zaman zaman devam etti. Polis gözlemi altında koridorda bekledim.

Epey bekledikten sonra, beyin tomografisinden sonra ameliyata alındığı haberini zorlukla duyabildim. Aile ile sonradan hastaneye koşan akrabalar, hatta tanıdıkları perişan halde ağlaşmaya başlamışlardı. Bu görüntü kötü bir gelişmenin habercisiydi ama gidip soramıyordum. Polis memurundan rica ettim. O da sormaya cesaret edemediği gibi, bu ağlaşmalardan, çocuğun durumunun umduğumuzdan da kötü olduğunu düşünüp, beni koridordan alıp, hastane polis bürosuna götürdü.

Yıkılmıştım işte. Durumunu bir türlü öğrenemiyordum. Sonunda çocuğun babasının polis merkezine doğru geldiğini gördüm. Suç bende olmasa da bu babasına ne ifade edecekti ki…

Başımı öne eğdim, kaderime razı beklemeye başladım. Çocuğun babasının geldiğini fark eden tecrübeli bir polis memuru, öylesine ayağa kalkmış gibi gelip, önüme dikildi. Beni bir saldırıdan korumaya çalıştığını anladım.

Adam, bana bir an boş gözlerle bakıp, diğer memurlara doğru yürüdü. Ağlamaktan kızarmış gözlerini görmem için bu bakış yeterliydi.

İlerdeki masa başında bazı evrakları imzaladığını gördüm. İster istemez içimde bir huzursuzluk oldu. Sanırım şikayet dilekçesini imzalıyordu. Şikayetten sonra, çocuğu hastaneye getirmek için bile olsa, arabamı olay yerinden hareket ettirmem de cezamı artıracaktı.

Adam yanında başka bir polisle bana doğru yaklaştı. O polisin gözle işaret vermesiyle, beni korumaya çalışan polis kenara çekildi. Ayağa kalktım, çocuğun babası karşımdaydı işte. Kaderime razı, boynumu büktüm. Dayanamayıp bir yumruk atacağını tahmin ediyordum. Bana doğru bir adım daha atınca, gayri ihtiyari gözlerimi yumdum.

Islanmış yanaklarını yanaklarımda hissettim. Bana sarılmıştı. Bir şeyler söylemek istedi ama konuşamadı. Bunun üzerine polisin sesini duydum;
-Beyefendi, sizden şikayetçi olmayacağına dair evrak imzaladı. Bu kaza sayesinde çekilen beyin tomografisinde, gecikilse ölümcül olabilecek bir tümör ortaya çıkmış.

Şaşkınlık içindeydim.
- Ameliyat için ne dediler?
-Merak etmeyin, erken değil, çok erken bir teşhise yol açmış bu tomografi. Doktorlar ameliyattan sonra hiç bir etkisinin kalmayacağını söylemişler.

Annemin sözleri aklıma geldi; “Senin şer zannettiğinde de hayır olabilir!” . Göz yaşlarımı tutmaya çalışmaktan yorulmuştum artık. Hiç ağlamak bu kadar güzel olmamıştı, hiç ağlarken bu kadar mutlu olmamıştım…

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Kısa Öyküler.

Böbrek Nakli

11:57:00 Posted by Mücahid Reis No comments


-Merhaba Recep hoş geldin.

-Hoşbulduk abi.

-Eee… neticeleri aldın mı?

-Aldım abi. Birimizin neticeleri iyi ama birimizde sorun çıktı.

Ağabey olan Zeki yerinde rahatsızca kıpırdandı.

-Bana bak, “ Doktor arkadaşım, ucuza, baştan aşağı muayene edecek, ikimiz beraber gidelim” dedin gittik. Karnımın altında sıkıştıran ağrından başka birşeyim yoktu. Şimdi bana bir de kötü haber verme.

-Merak etme abi, Allah çaresiz dert vermesin. İyi ki kontrole gitmişiz.
-Niye ki. Önemli bir şey mi var.

-Doktor arkadaşım Selim, böbreklerde sorun çıktığını söyledi.

Zeki iyice telaşlandı;

-Ben de mi?

Recep abisinin telaşlı haline baktı, kısa bir sessizlikten sonra gülümsemeye çalışarak devam etti;

-Yok yok… merak etme sende değil, bende.
Recep, oturduğu yere yerleşti, ağırdan ağıra, yavaş yavaş konuştu;

-Neyse, çaresi var demiştin. Neymiş çaresi.

-Böbrek nakli.

-Öyle mi! Böbrek bulmak kolay değil diye duymuştum. Sana ne çabuk bulundu böyle.

-Beraber gittik ya abi.

-Eeee…

-Senin de her türlü bulguların hastanede kayıtlı ya, senin böbrek bana uyuyormuş.

Zeki, kaşlarını çattı;

-Ne diyorsun sen Recep. Ben nasıl vereyim sana böbreğimi, ben ne olacağım.

-Abi bilmiyor musun, sağlam olduktan ve kendine dikkat ettikten sonra bir böbrek de yetiyormuş.

-Olmaz, olmaz Recep. Bak sen benden genç olduğun halde iki böreğinde göçmüş, başkasından böbrek istiyorsun. Benim ne garantim var? Sana bir böbreğimi verdikten sonra ya diğeri de işini yapamazsa. Sen benim böbreğimle rahat rahat gezerken, ben diyaliz makinelerinde mi ömür tüketeceğim..

Recep’in bakışlarındaki gülümseme kaybolmaya başlamıştı.

-Şaka yapıyorsun değil mi abi.

-Bu işlerin şakayla filan ilgisi olmaz Recep. Tamam kardeşimsin, tamam zor günümde çok borç verdin ama bu iş başka.

-Sen benim yerimde olsaydın, düşünmeden verirdim abi. Eğer beni denemek için yapıyorsan, yapma. Sen böyle konuştukça gerçekten üzülmeye başladım.

-Bak Recep, açık söylüyorum, eğer borcumu başıma kakıp da isteyeceksen, hemen bir takvime bağlayalım, birkaç senede ödeyim. Borç çok, hemen ödeyemem ama borcumu kullanıp bana boşuna baskı kurmaya kalkma.

-Ben sana borç lafı açtım mı! Her zaman demedim mi, “Ne zaman müsait olursan, o zaman ödersin.” Diye. Bu iş başka abi, kardeş kardeşe böyle durumda yardımcı olmazsa, başka ne zaman gösterecek kardeşliğini.

-Hiiiiç boşuna çeneni yorma. Sen de bekle biri organ bağışlasın diye, başkaları nasıl bekliyor.

-Organ bağışlayan o kadar azken, yıllarca bekleyenler varken, insan kardeşinin diyaliz makinelerinde sürünmesine nasıl göz yumabilir ki.

-Son sözüm bu Recep, benim ki de can.

Recep yüzü asık, morali bozuk ayağa kalktı.

-Pekala abi, seni bir daha rahatsız etmeyeceğim. Ama ameliyat işlemlerine başlaması için kimliklerimizi doktor Selim’e bırakmıştım. Ona uğrayıp kimliğini alabilirsin.
-Güle güle, güle güle !…

***** ***** *****
Ertesi gün Zeki hastanedeydi. Biraz da eleştirmesindençekine çekine, doktor Selim’in odasına girdi;

-İyi günler doktor bey!

-Ooo hoşgeldiniz Zeki bey. Nasılsınız?

-İyiyim iyiyim.

-Az önce Recep de telefon etmişti, yarın tam ameliyat saatinde hastanede olacağını söyledi.

-Öyle mi! Aslında ben de o konuda konuşacaktım doktor bey.

-Buyrun.

-Bu ameliyat olmasın diyecektim.

-Olur mu! Siz ne diyorsunuz, diyaliz makinelerinde dolaşmak, o ağrıları çekmek, her hafta, bazen haftada iki kez hastaneye koşmak, üstelik çoğu zaman ağrı içinde sıra beklemek kolay mı sanıyorsunuz. Üstelik sizlerin durumu çok güzel, iki kardeşten biri böbrek hastası çıkıyor, aynı gün muayene olan kardeşinin de böbrekleri hem sağlam, hem de kardeşine uyumlu çıkıyor.

-Doktor bey, kusura bakmayın, tartışmak istemiyorum. Kimliğimi alıp gideceğim, bu ameliyatı istemiyorum.

Doktor çok şaşkındı;

-Zeki bey, karar sizin, zorla bir şey yaptırma imkanımız yok ama bir doktor olarak bu durumu kabullenemiyorum. Gelin bir daha düşünün, bu yaptığınızın hiçbir mantıklı tarafı yok. Ameliyat masasına yatmaktan korkuyorsanız, günümüzde bu ameliyatlar oldukça başarılı yapılıyor.

Kimliği uzattı;

-Evraklar önümde hazır, sadece sizin imzanız kalmıştı. Bakın kardeşiniz de yarın vaktinde burda olacağını söyledi, daha ne istiyorsunuz ki, anlayamıyorum.

-Doktor bey, bey eninde sonunda bir organ bağışlayan çıkacaktır.

-Korkarım ki sizin o kadar vaktiniz yok.

Zeki, içinde inceden bir sızı duyar gibi oldu.

-Kardeşimin durumu o kadar mı kötü?

-Kardeşinizin mi! …Recep size söylemedi mi, sizin böbreklerden biri hiç çalışmıyor, diğeri de iflas etmek üzere.

Zeki’nin gözlerinde korku, acı, hüzün toplanırken, durumu yeni anlayan doktor bir an Zeki’nin gözlerinin içine öfkeyle baktıktan sonra ayağa kalktı;

-Zeki bey, kardeşiniz böbreğini size vermek için yarın burda olacak. Size tavsiyem, bu evrakları imzalayıp sekreterliğe bırakın ve yarın ameliyat için burda olun.

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Kısa Öyküler.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Eskimeyen Dost

09:47:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Çay bahçesinde oturan 55-60 yaşlarındaki adam, yanına yeni gelen aynı yaşlarındaki arkadaşına öfkeyle söyleniyordu;

- Biraz daha gelmeseydin canım, kök salıyordum yavaş yavaş.

- Aziz bey, insan arkadaşını böyle mi karşılar.

Aziz bey, ayağa kalkıp arkadaşına sarıldıktan sonra sitemli konuşmalarına devam etti.

- Ahmet bey, beni saatlerce bekletmen doğru mu!

- Aziz bey, iyice yaşlandın. Ne saatlercesi yahu. Beklediğim otobüs geç geldi, sonra da trafiğe takıldı işte

- Bir önceki otobüse binseydin.

- Bak kırmaya başlıyorsun beni.

Aziz bey, nazını götürdüğünü bildiği arkadaşına yüklenmeye devam etti;

- Kırmak mı! Asıl kırılan benim yahu. Buluşalım, bir çay-kahve içelim diyen sensin, geç kalan yine sen.

- Tamam yahu ettik bir kusur. Unut artık.

- 'Unut' muş, hani edebiyat sohbeti yapacaktık, şiirler okuyacaktık. Bu moralle oku okuyabilirsen. Heves mi bıraktın!

- Azizim Aziz, unut moral bozan konuları, kapat artık. Çevrene bak; çiçekler açmış, kuşlar şen-şakrak, bir bahar rüzgarı yüzümüzde. Neşelen, kahveciye rica ederim şimdi, senin sevdiğin bir eski şarkının plağını da çalar. Daha ne istersin şu üç günlük dünyadan.

Sözü biterken kahveciye doğru el salladı. Kahveci, bu iki ihtiyarın hemen hemen her hafta gelmesine, eski şarkılar dinleyip, şiirler okuyarak sohbet etmesine alışmıştı. Alıştığı işareti alan kahveci, uzaktan onların hafif atışmalı hallerini görünce, kendi kendine mırıldandı; “Aziz bey yine öfkeli, uygun bir şarkı çalmalı”. Diyerek plakları karıştırmaya başladı.

Kahvecinin koyduğu plaktan, “Sen benim eski değil, eskimeyen dostumsun” şarkısı kulaklarından ruhuna yayılırken, Aziz bey yumuşadığını belli eden bir ses tonu takınsa da yine sitemli konuştu;

- Senin keyfin yerinde, bekletilen sen değilsin.

- Bak kalbimi kırmaya devam edersen, bir dahaki sefer daha da geç gelirim.

- Aha!..bir de tehdit ha, “Daha da geç gelirim ha!...”

- Kızma canım hemen, şaka yaptım, bir daha geç gelir miyim!

- Ha şöyle yola gel.

- …hiç gelmem.

- Bak bak bak. Gelme de gör bakalım bir daha yüzüne bile bakmam.

Ahmet bey gülümsemeye, Aziz beyin öfkesini neşesiyle savuşturmaya devam etti.

- Neyse Azizim, bir öykü yazıyorum. Sanırım bu gece bitiririm. Seni darıltmak istemem, bir daha ki buluşmamızda yorumlarına ihtiyacım var.

- Seni gidi seni, zayıf tarafımı biliyorsun değil mi!

- Öfkenin çabuk geçmesi de olmasa çekilecek adam değilsin.

- ‘Adam değilsin’ den önce virgül mü var?

- Yok yok, o kadar da değil. Yine kavga mı çıkaracaksın.

Aziz bey güldü;

- Şaka yaptım canım, sen şaka yaparken iyi de ben yapınca mı kötü. Neyse, bu günkü okuyacağımız şiirlere başlamadan kararlaştıralım, çarşamba mı uygun, perşembe mi sana?

- Çarşamba hastane randevum var, Perşembe buluşalım.

- Hastane mi, yok ya önemli bir şey?

Ahmet bey, bakışlarını başka tarafa çevirdi.

- Önemli bir şey yok canım. İhtiyarladık, bir kontrolden geçeceğiz.

- Tamam ama sakın gecikme köprüleri atarım ha!

Ahmet bey yine güldü;

- Atarsan at yahu, ben seni kolay bırakmam, yeni köprüler kurarım. Senin gibi aksi ihtiyarın arkadaşsız kalmasına gönlüm razı olmaz.

- Gül bakalım gül. Öykün kötüyse böyle gülemeyeceksin. En ufak hatanı yüzüne çarpacam, yerden yere vuracağım seni.

- Yahu eski dostuz insaf et.

- Neyse bırak bunları o güne kadar gülsün yüzün. Sen yeni şiirlerini oku bakalım.
Ahmet bey, çantasını karıştırdı, bir şiir defteri çıkarıp okumaya başladı;

NE KALDI

İçimde gençlikten bir ses kaldı,

Doymadım dünyaya ah! ... heves kaldı
Neylesem, ne yapsam nafile

Alacak bitti de verecek son nefes kaldı.

Birbirlerine şiirler okuyarak vakit geçirdiler. Akşama doğru vedalaşıp ayrıldılar.

*****
Son edebiyat sohbetinin tadı damağında kalan Aziz bey, perşembeyi nerdeyse iple çekmişti. Elinde son dergilerden bir demet, dostuyla okumak için hevesle kahvehanenin bahçesine geldi. Bahçeye geldiğinde yüzü asıldı, arkadaşı henüz gelmemişti. Öfkeli biriydi, yine içinde öfkenin kabardığını hissediyordu;

- Gelsin bakalım, bu kez gerçekten kırıcı konuşacağım.

Beş dakka, on dakka derken iyice sabırsızlanmıştı;

- Yazıklar olsun, geçen o kadar kızdığımı bildiği halde yine gecikti. Eminim yine otobüsü bahane edecektir. Hele bir gelsin, kalp kırmak nasıl oluyormuş göstereceğim.

Bekledi bekledi… saatine baktı, yarım saat geçtiğini görünce yüzü öfkeden kızarmış halde kalktı yürüdü gitti.

Eve vardığında öfkesinden kimse yanına yaklaşamadı. Girer girmez yüksek sesle bağırdı;

- Ben odama geçiyorum, Ahmet’ten telefon gelirse hemen beni çağırın.

- Arkadaşın Ahmet amcadan mı?

- Arkadaşım, dostum filan değil artık.

Hışımla odasına geçti. Oda da bir aşağı, bir yukarı yürüyor, Ahmet özür dilemek için aradığında söyleyeceği öfkeli sözleri düşünüyordu. Arada bir odadan çıkıp soruyordu;

- Ahmet aradı mı?

- Hayır, aramadı.

- Arayınca hemen haber verin.

Ne kadar beklese de aramadı, ertesi gün de;

Önce, aramaya utanıyor diye düşünüyordu ama ertesi gün de aramayınca kalbinde büyük bir hüznün ağırlığını hissetti. İşte perşembeden sonra cuma günü de akşam olmuş, hala aramamıştı.

- Yazıklar olsun Ahmet, bir arayıp özür bile dilemedin. Köprüleri atan sen oldun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.

İki gündür öfkesi, söyleyeceği sözler içini bunaltmıştı. Eli telefona uzandı, numaraları çevirmeye başladı. Bir yandan da, eski bir dostluğu bitirişin acısı boğazında düğüm düğüm düşünüyordu;

- Son sözümü söyleyeceğim Ahmet, son sözümü ve bir daha yüzüne bile bakmayacağım.

Telefonun açılma sesinden sonra karşıdan genç bir kızın sesi geldi;

- Alo.

Genç kıza karşı öfkeli konuşmamaya çalıştı, sesini yumuşattı;

- Ahmet beyle görüşecektim kızım, evde mi?

Genç kız zor konuştuğunu belli eden bir sesle cevap verdi;

- Arkadaşı mısınız? uzun süredir kalbinden rahatsızdı, çarşamba günü vefat etti, bu gün de cuma namazından sonra Çankırı’da defnetti

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Yüreğe Dokunan Hikâyeler, Akçağ Yayınları, Ankara 2011.

3 Şubat 2015 Salı

Annenin Gözyaşları

08:20:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, anneler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı aramaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Yazar: Ahmet Ünal ÇAM

2 Şubat 2015 Pazartesi

BELEDİYENİN BAŞKANI

15:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Belediye başkanı, geniş-rahat makam koltuğunda huzursuzca kımıldandı. Sesine daha bir otorite katarak kapıdaki ihtiyara seslendi;

-Ne istiyorsan, söyle amca !

-Şey, efendim. Benim bacaklarından özürlü bir torunum var.

-Anlaşıldı anlaşıldı. Belediye aracılığıyla dağıtılacak tekerlekli sandalyeleri duydun, ondan istiyorsun. Kusura bakma, sayısı az. Başvurular alınacak, sonra kura çekilecek. Şansına artık.

-Yok efendim, onun için gelmedim. Torunumun tekerlekli sandalyesi var.

-Eee… derdin nedir öyleyse ?

-Tekerlekli sandalyesi var da, rahatça dolaştıramıyoruz. Başka şehirlerde belediyeler yardımcı oluyormuş. Onlara uygun otobüsleri veya dolmuşları oluyormuş. Ama bize şimdilik kaldırımları düzenleseniz yeter. Kaldırımların başlangıcıyla sonuna bu arabalarla kolayca geçilecek yerler yapsanız diye talepte bulunacaktım.

-Oooo amca, her gelenin bir talebi var. Belediye boş mu duruyor sanıyorsun. Çoğu yerin kaldırımı bile yok, önce onlarla uğraşmalıyız. Hele bir eskisi şekliyle tüm kaldırımları bitirelim, birkaç sene sonra da ek bütçe olursa, kaldırım girişlerine baktırırız. Öyle he demeyle olmaz her iş.

-Ama birkaç sene demek, torunumun ve onun gibi yaşamak zorunda olanların, en güzel çağlarını evde hapis geçirmesi demek.

-Bak amca, ben koskoca belediye başkanıyım. Herkese bu kadar vakit ayırırsak işimiz var.

O sırada başkanın yardımcısı telaşlı bir halde içeri girdi;

-Efendim trafikten aradılar !

-Noldu büyük bir kaza mı olmuş? Çok ölen mi olmuş, nedir bu telaşın?

-Bir çocuğa araba çarpmış.

Başkan sakinleşerek, koltuğuna doğru adım attı.

-Ne yapayım yahu, her kazaya belediye başkanı mı koşacak. Amca sen de çık artık. Görüyorsun işlerimiz var.

İhtiyar adam, boynu bükük dışarı yürüdü. Başkanın yardımcısı devam etti;

-Efendim, …çocuk, …çocuk sizin torununuzmuş.

Belediye başkanı, sendeleyerek koltuğuna oturdu. Gözünün önünde önce torununun gülen yüzü canlandı, sonra da tekerlekli bir sandalyede ağlayışı.

Titrer gibi bir sesle ;

-Az önce çıkan ihtiyarı çağırın çabuk.

İhtiyar adam kapının önündeki koltukta başı önde oturuyordu. Çağrılınca içeri biraz heyecan, biraz çekingenlikle girdi;

-Buyrun.

-Amca, söz veriyorum kaldırımları yaptıracağım ama nolur beddua ettiysen geri al.

-Kırıldım ama beddua etmedim.

-Nolur o zaman, torunum için dua et.

O esnada telefon çaldı, başkanın uzanmayacağını anlayan yardımcısı telefonu açtı, sonra başkana uzattı;

-Kızınız arıyor efendim.

Kötü haber bekleyen başkan, dudaklarını ısırarak konuştu;

-Aaa..aloo

-Baba, az önce kızıma araba çarptı ama…

-Eee..evet, durumu nasıl? ..ba..bacak..ları

-Merak etme, sadece burnu kanamış. Biz hastanedeyiz, duyar da merak edersin diye aradım.

Başkan ağlayışı duyulmasın diye hızla kapattı telefonu.

Yardımcısı diğer telefonu uzattı;

-Efendim diğer telefonda emniyetten arıyorlar. Kazayı yapan şöförü tutuklamışlar. Şikayet tutanağı için bekliyorlarmış, aileden birinin gelmesi gerekiyormuş.

Başkan, hâlâ kapıda bekleyen ihtiyara dalgın dalgın baktıktan sonra;

-Bıraksınlar, gitsin. Makamın hırsına kapılıp, burnumuz büyüyünce, Mevlamın bizi ikaz için gönderdiği bir vesile o. Biz alacağımız dersi aldık, onun bir suçu yok, suç bizim. Şikayetçi değiliz, bıraksınlar…

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Yüreğe Dokunan Hikâyeler, Akçağ Yayınları, Ankara 2011, s.75