Faydalı Paylaşımlar..

30 Temmuz 2013 Salı

Azat



Küçük çocuk, bahçelerindeki erik ağacına konan tombalakça bir kuşu gördüğünde, gözlerini ondan ayıramadı. Genellikle serçeleri bildiği için, kuşların hepsini renksiz sanırdı. Oysa ağaçtaki kuş, rengârenk kanatlarıyla sanki Cennetten gelmiş, bu yüzden de aklını başından almıştı.

Ufaklık, o kuşu ele geçirmek istedi. Eğer bir kafes bulursa onu içine koyar, kuşdili öğrenerek kendisiyle doya doya sohbet ederdi.

İyi ama o kuşu nasıl yakalardı?

Beklemeyi sevmezdi. Bu yüzden de tuzak kurmak işine gelmiyordu. Herhalde en kısa yol, bir sapan kullanmaktı. Elbette ki kuşa zarar vermeyecekti. Bunun için taş yerine, yere düşen yumuşak erikleri fırlatacak, kuşu sersemletip yere düşürecekti. Elbette ki daha sonra onun gönlünü alır, kuş sütüyle besleyip yaptığı şeyleri affettirirdi. Bu durumda bayramdan hemen önce, odasında sevimli bir arkadaşı olurdu.

Günler çabucak geçti. Arife günü gelip çatmasına rağmen, çocuk o arkadaşına kavuşamadı. Ama henüz ümidini kaybetmemişti. Mahallede eski bir cami vardı. Avlusunda ise koca koca çınarlar… Kendisini hayran bırakan renkli kuşlar, o çınarların üstüne konabilirdi. Küçük çocuk o hevesle avluya girdiğinde, ikindi ezanı okunuyordu. Kuş sesleri duyunca etrafa bakındı. Ağaçların üzerinde hiçbir kuş yoktu ama, abdest alan yaşlı bir adamın yanında, bir kafes dolusu renkli ispinoz duruyordu.

Küçük çocuk, bulunduğu yere çakılıp kaldı. Anlaşılan yaşlı adam hepsini yakalamış, kendisine bir şey bırakmamıştı.

Abdest alan ihtiyar, çocuğun o hâlini fark edince:

— Kuşlarımı çok beğendin herhalde, dedi. Biraz önce satın aldım hepsini.

Küçük çocuk, onlara doğru sokulurken:

— Çok güzellermiş, dedi. Hep havada görüyordum onları. Bir de erik ağacının üstünde.

İhtiyar adam, kafesten bir kuş tutup:

— Tüyleri bir pamuk gibi yumuşak, dedi. Okşamak ister miydin?
Küçük çocuk bu teklife inanamadı. Ama böyle bir fırsatı kaçırmak istemezdi. Ellerini küçük bir yuva haline getirip kuşu içine aldı. Duyduğu heyecanla, kalbi sanki yerinden çıkacak gibiydi. Kuşun küçük kalbi de, onunkinden pek farklı sayılmazdı.

Küçük çocuk ispinozu defalarca öperken, yaşlı adam onun başını okşayarak:

— Haydi bakalım! dedi. Şimdi bırak istersen, uçup gitsin.
Çocuk, bu sözlere de şaşırmıştı. Günler boyunca peşinde koştuğu avı, bu kadar çabuk kaybetmek istemiyordu.

İhtiyara yalvaran gözlerle bakarken:

— Bizim evde kalmasını isterdim, dedi. Onu iyi beslerdim. Hiçbir şeyini eksiz bırakmazdım.

İhtiyar adam, kafesteki kuşları tek tek salıyordu. Küçücük bir çocukken, bu işleri babasından öğrenmiş, azat edilen kuşların, onu Cennet kapısında karşılayacağını duymuştu.

Çocuğun kulağına doğru eğilerek:

— Bu kuşları Cennette sevmen için, onları bırakman gerekir, diye fısıldadı. Üstelik sen de uçarak onlarla yarışırdın.

Küçük çocuk, Cennet'i hatırladı. Dedesi oraya gitmeden biraz önce, kendisine her şeyi anlatmıştı. Cennetteki canlıların tamamı, elbette ki kuşlar da, insanlar gibi ölümsüz olacaklardı. Kuşu bir kez daha öptükten sonra, Cennette buluşmak duasıyla bıraktı.

İspinoz kuşu, minareler arasından göklere yükselirken, bayram topları peş peşe atılıyordu.

Kaynak: Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden Hikâyeler.

Ümit Taşı



Küçük çocuk sahilde gezinirken, yassı bir taş görüp ona yaklaştı. Yerdeki taş bir insan kalbine benziyor, üstelik parıl parıl parlıyordu. Bulduğu şey, herhalde bir mücevher olmalıydı. Taşı hemen avuçlayıp evine koştu. Ve onu büyük bir hevesle babasına uzattı.

Adam, o taşları çok iyi tanıyordu. Oğlunun bulduğu taş, birbirine vurulunca kıvılcımlar çıkartan bir çakmak taşından başka bir şey değildi. Fakat bunu oğluna söylemekten korktu. Sadece beğenmiş gibi yaptı o kadar...

Küçük çocuk, rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve paranın bir kısmıyla, bir de top alacağına inanıyordu. Hiç vakit geçirmeden, tatilde simit sattığı çarşıya gitti.

Kuyumcu vitrinleri, kolye ve bileziklerle doluydu. Bir de, elindeki taşın çok küçükleriyle süslenen pahalı yüzüklerle...

Çocuk, kuyumcu dükkânlarının en büyüğünü seçip, bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride orta yaşlı bir adam vardı. Müşteri olarak da, kürk mantolu bir hanım.

Küçük çocuk biraz cesaretlenmek amacıyla, birkaç dua okuyarak içeri girdi. Ve elindeki taşı adama uzatarak:

— Bunu deniz kenarında buldum efendim, dedi. İsterseniz size satabilirim.

Adam, taşa uzaktan bir göz atıp:

— O sadece basit bir çakmak taşı, dedi. Bütün sahil o taşlarla doludur.

— Hayır! diye atıldı küçük çocuk. Bu çok farklıdır. Eğer ıslatırsanız, ne kadar parladığını göreceksiniz.

Dükkân sahibi, zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve ufaklığı def etmeyi düşünüyordu. Herhalde en kolay yol, onu kolundan tutmak ve sanki hiç kızmamış gibi dışarı çıkartmaktı. Bu arada çocuğun canını biraz acıtır, tekrar gelmemesi için mesaj verirdi. Fakat kadın, biraz farklı düşünüyordu. Çocuğun taşına yakından bakıp:

— Harika bir şey, diye gülümsedi. Eğer bana satarsan sevinirim.
Küçük çocuk, taşının gerçek değerini anlayan birisiyle karşılaşmaktan çok mutluydu. Elindeki taşı kadına uzatırken, kadın da onun cebine kâğıt paralar koydu. Hem de bir tomar.

Çocuğun aklı başından çıkmış gibiydi. Teşekkür ettikten sonra, çılgın gibi koşarak uzaklaştı.

Kadın, taşı kuyumcuya vererek, ona bir zincir takmasını rica etti. Belli ki onu, bir mücevher gibi boynuna takacaktı.

Dükkân sahibi, elindeki taşı kadına göstererek:

— Söylemiştim ama tekrar edeyim, dedi. Çocuktan aldığınız, basit bir taştır.

Kadın, önce pırlanta kolyesine, daha sonra elindeki yüzüğüne bakarak:

— Zannetmiyorum, dedi. O taş bence bunlardan değerlidir Çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor.


Kaynak: Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden Hikâyeler.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Bir Şey...



Yaşlı adam, bir sokakta ağır ağır yürüyor, ara sıra dinlenerek tekrar ilerliyordu. Bu yol gençlik yıllarında tamamen düzdü, öyle hatırlıyordu. Fakat son yıllar içinde her ne olmuşsa olmuş, gitgide meyilli bir hâl almıştı.

Adamcağız, biraz sonra anîden durdu. Gözleri bir tarafa takılmıştı. Yedi-sekiz yaşlarında bir kız çocuğu, tekerlekli bir iskemlenin arkasında, onu itmek için uğraşıp duruyordu. Hem de bayır yukarı.
İhtiyara göre, iskemlenin boş olması gerekiyordu. Ama yakına gidince şaşkına döndü. İskemlede felçli bir adam oturuyor ve boş gözlerle sağa sola bakınıyordu.

Yaşlı adam, meraka kapılmıştı. Bu yüzden de küçük kızla konuşmaya başladı.

İskemlede oturan, kızın babasından başka biri değildi. Sık sık olduğu gibi, annesiyle birlikte onu gezdirirlerken, kadıncağız her nedense bir anda fenalaşmış, aceleyle ilerde ki eczaneye koşmuştu. Babası da elbette ki ona kalmıştı.

İhtiyar adam, kızın hâlâ iskemleyi ittiğini görünce:

— Benim melek yavrum, diye tebessüm etti. Senin gücün onu itmeye yetmez.

Küçük kız:

— Bunu ben de biliyorum, diye atıldı. Ama babam için bir şeyler yapmalıyım.

— Peki, dedi ihtiyar. Mademki biliyorsun, o zaman itme.
Küçük kız, sözlerini tekrarlayarak:

— Babam için bir şey yapmam gerekir, dedi. Onun iskemlesini itemesem de, geriye doğru kaymasını engellerim ya.

Kaynak: Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden Hikâyeler.

Hazreti Musa (a.s) İle Doğan Kuşu



Musa Peygamber Yûşa İbnî Nûn ile birlikte çıktığı gezilerden birinde yolda giderlerken ansızın karşılarında bembeyaz bir kuş görürler. Kuş Hz. Mûsa'nın omuzlarına konduktan sonra kendisine şöyle seslenir:

"Ey Allah elçisi Musa!... Beni doğan kuşu öldürecek. Ne olur beni koru!"

Musa Peygamber de kuşu elbisesinin altına saklar. Ardından az sonra doğan kuşu gelerek, "Ey Allah'ın elçisi Musa!... Benim yiyeceğime, avıma Niçin engel oluyorsun?" diye sorar.

Hz. Musa (a.s) Doğan'a "Sana sürümden istediğin koyunu keseyim. Bırak bu kuşa dokunma, ne olur?" diye cevap verir. "Ama koyun etini ben ne yapayım ondan hoşlanmıyorum ki?" diyen Doğan'a da Musa Peygamber şu cevabı verir. "Öyleyse sana kendi kabalarımdan bir miktar et keseyim de ye."

Tam bu sırada Musa Peygamber'in elbisesinin altında sakladığı kuş havaya fırlayarak uçar gider. Peşinden de Doğan kanat çırparak havalanır.

Hz. Musa (a.s) arkalarından seyre dalar. O, ne hikmettir? diye düşüncelere dalmıştır. Bu iki küçük yaratığın bile hayat-memat derdine düşerek birbirlerini yemeğe kalkışmaları karşısında içi sızlayarak, aralarını bulmak için Doğan'a kendi bacaklarının kaba etlerini vermeye razı olmuştur.

O, bütün varlıkların birbirine düşmeden kardeşçe bir düzen içinde yaşamalarını arzu etmektedir. Zaten kutsal davası da insan yığınlarını aydınlık Allah yoluna davet ederek onların bu yolda insanca yaşamalarını sağlamaktır.

Musa Peygamber kafasında bu düşünceleri geçirirken kuşlar tekrar yanına sokularak onlardan biri, "Ben Cebrail'im" diğeri "Ben de Mikail'im" diye hüviyetlerini ortaya koyduktan sonra sözlerini şöyle noktaladılar:

"Ey Musa!... Biz seni buraya denemek için geldik. Açıkçası yüce Allah (cc) bizi, Rabbinin kulları karşısında takındığın şefkat ve merhamet duygularının ölçüsünü tartmak için gönderdi. Bizde bu görevimizi yerine getirdik. İmtihanı başarıyla kazındığını müjdeleriz."

Yüce Allah (cc) cümlemizi, şefkat ve merhamet duygularıyla donatsın, amin...

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 26-27

Doğruluğun Sonu Böyle Olur!



Adam, Harem-i Şerif'in kapısında hep aynı duayı okuyordu:

- Ey doğrulara yardım eden, haramdan kaçınanları koruyan!..
Ona 'Sen başka dua bilmez misin?' dediler. O şöyle açıklama yaptı bu duayı tekrar etme sebebi olarak:

- Ben Beyt-i Şerif'i tavaf ederken ayağıma takılan şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla imanım mücadeleye tutuştular. 'Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar.' dedi şeytanım.

İmanım ise, 'Bu haramdır, boşuna saklama, sahibini bul, teslim et.' dedi. Ben böyle mücadele içinde iken birinin sesi duyuldu.

- Burada içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise versin, ona otuz altın müjde vereyim.

Bin haramdan, otuz helal hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladırlar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:

- Ben Mağrip sultanının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti, beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evladın gibi baktın. Bundan dolayı memnun oldum. Bunlar beni satın alacaklar sakın az altına razı olma, elli bin altına sat beni.

Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdat'a gittim. Orada açtığım dükkanda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, 'Meşhur tüccar dostum vefat etti, ay gibi güzel kızcağızı yetim kaldı gel bunu sana alalım.' dedi. Ben de kabul ettim. Çeyiz olarak birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken birinin üzerinde dokuz yüz yetmiş altın yazılıydı. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dedi ki:

- Babam bu keseyi Harem-i Şerif'te kaybetmiş, bulan bir helalzade keseyi verince otuz altını ona müjde vermiş, geride kalan altındır içindeki.

Bunun üzerine ben Allah'a hamd ve şükürde bulundum, bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek olayı kızcağıza anlattım. Mutluluğumuz daha da perçinlenmiş oldu!...

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001

28 Temmuz 2013 Pazar

Sin Şın'a Girince



Yavuz Selim Han, Mısır'a açtığı sefer sırasında Halep'ten Şam'a doğru giderken, yolda, hayatına Şam'da son verilen Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'ni ve onun Yavuz'u işaret eden sözlerini hatırladı. "Sin, Şın'a girdiğinde Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözü Yavuz'un dikkatini çekmişti. Bu işaret zaman zaman aklına takılıp duruyordu. Şam'a vardığında oranın alim ve velileriyle görüşmelerde bulundu. Söz dolaşıp Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'ne de geldi Şam'ın ileri gelenleri, Hazret'in kabrinin bulunduğu yerin halen çöplük olduğunu, hadiseden o güne kadar hazrete iyi gözle bakılmadığını anlattılar.

Yavuz Selim Han, derhal harekete geçip kabrin yerini tesbit ettirdi. Oraya hemen bir türbe ve yanıbaşına büyük bir cami ve imaret inşaatı başlattı. Zamanımıza kadar muhteşem bir şekilde gelen türbe, cami ve imaret, külliye olarak ortaya çıktı.

Ayrıca, Muhyiddin-i arabi Hazretleri'nin vefatından önce ayağını yere vurarak:

"Sizin taptığınız benim ayağım altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip kazdırdı. Oradan küp içinde altın çıktı. bundan Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'nin: "Siz Allah Teâla'ya değil de paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı. Gerçekten de idamına sebep, hazretin bu sözleri olmuştu.

*Selim Han, çıkan altınları Şam'ın fakirlerine dağıttı. "Sin" den maksadın Selim, "Şın" dan maksadın da Şam olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştı. Yavuz Sultan Selim Han, bu sırada Şam'da üç ay kadar kalmıştır.

Kaynak: Büyük Veli Yavuz Sultan Selim, Rahmi Serin, Pamuk Yayıncılık, 2003


Not: Resim, Muhyiddin İbnü'l-Arabî Hazretlerinin Türbesidir.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Dilekçe



Küçük çocuk, birinci sınıftaydı. Okuyup yazmaya henüz başlamış, “dilekçe” denilen şeyi de öğrenmişti. Artık ne istiyorsa bir dilekçe yazacak, altına da imzasını attığı anda, istediği şey olup bitecekti. 
Karne aldıkları gün, çantasını bir tarafa atıp sokağa çıktı. Yaşadıkları binanın ön kısmındaki alan, top oynamak için seçilen yerdi. Ama o kısa boylu ve çelimsiz olduğundan, maçlara alınmazdı. Bu durumda ister istemez misket oynar, ya da bisikletiyle dolaşırdı.

Küçük çocuğun babası, aynı binada kapıcılık yapıyordu. Allah bereket versin, aç değillerdi ama ay sonunu zor getiriyorlardı.

Çocuk, babasının hâlini bildiğinden, ondan bir şey istemeye çekiniyordu. Altındaki bisiklet, apartman sakinleri tarafından atılmış, kısacası çöpe bırakılmıştı. Küçük çocuk o bisikleti almış, iki yıl boyunca gezip durmuştu. Bisikletin her yeri döküktü. Üzerinde boya diye bir şey kalmamış, tüm metal kısımları paslanmıştı. Pedalları yamuktu. Selesi de taş gibi sertleşmişti. Esasında bu durumdan pek şikâyet etmezdi. Fakat bisiklet, geçen sene bile küçük gelmişti. Bu durumda, onu terk etmek zorundaydı.

Küçük çocuk bisikleti aldığı yere, tekrar çöplerin arasına koyduğunda, aklına çok parlak bir fikir geldi:

Bir dilekçe yazıp yenisini isterdi.

Ama nereden?

Dilekçeyi kime göndermeliydi?

Annesi, fakir olsalar bile, başkasına el açmayı çirkin bulurdu.

O halde?

O halde dilekçesini Allah’a gönderirdi. Zaten dedeciği de, Allah’ın çok zengin ve cömert olduğunu, insanlara ne kadar hediye verirse versin, zenginliğinin bir gram bile azalmayacağını sık sık tekrarlıyordu.

Çocuk, karar verince hemen işe koyuldu. Ve titizlikle yazdığı dilekçeyi, bir uçan balonun ipine bağlayarak, onu serbest bıraktı.
Dilekçesinde:

“Allah’ım! Bisikletim eskidi. Bana yenisini gönderir misin?” yazıyordu.

İmza yerinde ise, onu çağırırken kullandıkları isim vardı: “Ufaklık”
Küçük çocuğun gözü, bıraktığı balonunun üstündeydi. Sert bir lodos rüzgârı, onun yükselmesini engelliyor, binaların arasında gezdiriyordu. Sonunda balon, dar bir sokağa girerek gözden kayboldu.

Küçük çocuğun canı sıkılmıştı. Balonu gökyüzüne çıkarken görmemişti. Bu yüzden de dilekçesini tekrarladı. Köşedeki ihtiyardan bir balon daha alıp, ikinci dilekçeyi de gönderdi.

Rüzgâr o sırada biraz hafiflemişti. Balon hızla yükselirken, küçük çocuk onun arkasından dualar etti.

Çocuk, yaptığı işi anlatınca, arkadaşları ona gülüp geçti. Hatta dalga geçenler bile oldu. Fakat bunlar hiç önemli değildi. Dilekçesi yerine bir ulaşsın, bisikleti kesinlikle gelirdi.

Ufaklık, maç yapanları seyrederken, bisiklet taşıyan bir adam gördü. Her yanından ışıltılar saçan bu âlet, kim bilir hangi çocuğun karne hediyesiydi. Top oynayan çocuklar oyunlarını kesmiş, meraklı bakışlarla, o adamı izlemeye koyulmuşlardı.

Adam, onlara bir şeyler sorduktan sonra, çocuğun yanına kadar sokuldu ve yanağını okşayıp:

— Merhaba arkadaş! dedi. “Ufaklık” denilen adam sen misin?
Küçük çocuk ağzını açtı ama bir ses çıkartamadı. Cebindeki misketler, sanki tek tek boğazına dizilmiş, nefes almasını zorlaştırmıştı.

Sadece başını sallayabildi.

Adam, kısık bir sesle:

— Dilekçen kabul edildi ufaklık, dedi. Hediyeni inşallah beğenirsin.
Adam, bisikleti onun kucağına koyarken, küçük çocuğun titrediğini fark etti. Heyecandan al al olmuş yanaklarına, bir öpücük kondurup uzaklaştı.

"Bisiklet getiren adam" yan sokağa dönerek, üst kattaki dairesine çıktı. İçeri girdiğinde, kendisine doğru koşan küçücük bir kız:

— Baba! diye bağırdı. Pencereden içeriye uçan bir balon girmiş, biliyor musun?

Adam, onu kucaklarken:

— Biliyorum yavrum, diye tebessüm etti. Sen uyurken girmişti. İpine de bir kâğıt bağlamışlar.


Kaynak: Cüneyd Suavi, Hayatın içinden Hikâyeler.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Seçmece Ayakkabılar

03:27:00 Posted by Mücahid Reis , , , No comments

Büyük Camilerden birinin avlusunda düzenlenen kitap fuarına gelen emekli öğretmen, aşırı fiyatlarından ötürü kitap alamayan öğrencileri görünce hayırlı bir iş yapmaya karar vermiş. Ve eşinden dostundan topladığı kitapları bedava dağıtmak için, onları bir masa üstüne sermiş. Daha sonra da, avludaki hattatlardan birine yazdırdığı, ”Bedavadır, bir tane seçip alın” levhasını iliştirmiş kitapların yanına. On beş dakika içinde tüm kitaplar tükenmiş. Gençler birer tane seçip gitmişler. Tabi ona bol bol dua ederek.

Öğretmen, içini ferahlatan bu işi fuar boyunca yapmaya karar vermiş ve namaz saati gelince câmiye girmiş. Ramazan olduğu için, içerisi ana baba günü gibiymiş. Öğretmen farz namazını eda ettikten sonra, bir de kaza kılıp çıkmış dışarı. Çıkmış ama, millet kapı ağzında mosmor. Merak edip sormuş ne olduğunu. Câminin müezzini, derinden bir ahhh çekip:

“Sorma birader!.” demiş. “Bunca yıllık müezzinim, böyle bir şey görmedim. Câmiden belki yüz tane ayakkabı almışlar. Üstelik de en yeni olanları.”

Emekli öğretmen, bir ayakkabının yarım maaşına denk olduğunu bildiği için, büyük bir acı duymuş bu olaydan. Bir ”lâ havle” çekerek: “İnşallah bulurlar” diye atılmış. “Rahatlarlar o zaman”

Müezzin: “Zannetmiyorum!.” demiş. Ama ayakkabılığın üzerine “Bedavadır, bir tane seçip alın” yazısını koyan adamı bulup dövdüklerinde, eminim ki rahatlayacaklardır.”

(Cüneyd Suavi, Zafer Dergisi, Şubat-2004)

23 Temmuz 2013 Salı

İçi Bozulmuş Çilek

13:51:00 Posted by Mücahid Reis , , , , , No comments

Nisan ayı gelmişti. O gün kurulan pazar, bir öncesine göre çok renkliydi. Kış ve yaz sebzeleri, aynı tezgaha yan yana konulmuş, küçüklerin gözleri, yeni çıkan meyvelere kilitlenmişti. Bir çok insan, eski ağza yeni tad peşindeydi. Pazarın önünden geçmekte iken, o renk cümbüşüne dayanamadım. Sonunda ben de katıldım kalabalığa. Sağa sola bakarak dolaşırken, tanıdığım bir pazarcıya rastladım. Önündeki tezgahta, dağ gibi yığılmış çilekler vardı. Her biri bir yumruk gibiydi sanki. Çocukların ağzına sığması mümkün değildi. Renkleri de bayraktan kırmızıydı. Adam, sigaradan ötürü çatlak çıkan sesiyle: “Bursa’nın bunlar!” diye bağırıyordu. “Her yerde var, vallahi böylesi yok!”

Yaklaşıp selam verdim. Uzun zamandan bu yana görüşmüyorduk. Beni hemen tanıdı. İzmit’te ne aradığımı, neler yaptığımı ve çocukların okul durumlarını sordu. Hemen yanında duran bir çocuğu, çay söylemesi için gönderirken: “Bu da benim oğlan” dedi. “Okumayı bırakınca tam bir serseri oldu. Hiç olmazsa pazarcılık öğren diyorum ama, aklı fikri sadece şeytanlıkta”.

Çocuğun arkasından tekrar bakıp: “Çok efendi görünüyor” diye itiraz ettim. “Öyle değil mi?”

“Uzaktan bakınca öyle görünür” dedi. “Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.”

Bir babanın oğlu için söylediği bu sözler, ağırıma gitmişti. Acaba suç kimde?’ diye düşünmekteyken, tezgaha yaşlı bir kadın yanaştı ve elindeki poşeti adama uzatarak:

“Bu çilekleri biraz önce sizden almıştım” dedi. “Eve gittiğim zaman, hepsinin ham olduğunu fark ettim. Üstelik de zeytin gibi küçücük. Tezgaha koyduğunuz çilek yığını, uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.”

Adamın yanında fazla kalmadım. Ayrılırken yine bas bas bağırıyordu: “Her yerde var, vallahi böylesi yok!”

Kaynak: Cüneyd Suavi, Zafer Dergisi, 2005.

Annesine kızan bebek!


Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en canayakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde: “Dokunma bana…” diye bir ses duydu. “Beni okşamaya hakkın yok senin.”Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içer de kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allahım! Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu.

- ‘Bana yaklaşmanı istemiyorum’ diye devam etti. ‘Hemen uzaklaş benden.’ Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:


- ‘Çocuklarımız hep erkek oluyor’ dedi. ‘Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.’


- ‘Beni öpemezsin’ diye ağlamaya başladı bebek. ‘Benim de seni öpemeyeceğim gibi.’


- ‘Neden?’ diye sordu kadın. ‘Neden öpemezsin ki?’ Bebek, hıçkırıklara boğulurken:


- ‘Bunun sebebini bilmen gerekir’ dedi. ‘Düşünürsen mutlaka bulacaksın.’

Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

- ‘Geçmiş olsun hanımefendi’ dedi. ‘Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha! Sahî, kızmış aldırdığınız çocuk.’

Kaynak: Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden Hikâyeler.