Faydalı Paylaşımlar..

9 Kasım 2014 Pazar

Dürüstlük

14:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İzgören Akademi’ye bir toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimali var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor, ben dinliyorum. Tam iş yerinin önüne geldik, Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki 9.75 tuttu, ben 10 lira uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Bu, para üstü var mı diye aranmaya başladı.

“Üstü kalsın kardeşim.” dedim.

Döndü bana doğru:

“Vaktin var mı ağabey?” dedi.

“Evet” dedim (benim tek ayak dışarıda).

Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana yirmi beş kuruş uzattı, belli ki para bozdurmuş.

“Birader” dedim, “9.75 değil, 10.50 yazsa ister miydin elli kuruşu benden?”

“Ne alacağım ağabey elli kuruşu.”

“Peki, niye gittin yirmi beş kuruş için o kadar uğraştın, ‘Üstü kalsın’ demiştim.”

Döndü bana, attı kolunu arkaya:

“Vaktin var mı ağabey?”

“Var”

“Çek kapıyı o zaman.”

Muhabbetçi bir taksiciyle karşı karşıyayız.

Beş dakika konuştuk. İngiltere’de profesöründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin beş dakikada öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

“Ağabey, biz Keçiören’de beş kardeşiz. Babam ameleydi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize ‘Durun kalkmayın.’ derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.”

“Aha” dedim, “Bizim meslekten, seminerci.”

“Ne anlatırdı baban?”

“Hayatta nasıl başarılı olunacağını.”

Hakiki, dövme Keçiören Anthony Robbins Sharma’sı bir nevi.

Şoför de ben de gülümsedik.

O gün inşaat için çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.

“Babam sabah işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonunun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp ‘Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın.” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, ‘Babanızla alay etmeyin.O, hem dürüst hem de çalışkandır.’ derdi. Yan evde iki kardeş vardı, onların babası zengindi. Babaları birahane işletiyordu, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiçbir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullanırdık. O amca mahalleden geçerken biz beş kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve girince ayağa kalkmazdık, çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey, biz babayı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa beş katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musun?”

“Ne bıraktı?”

“Bakkal veresiyesi ve konuşmaları bıraktı: ‘Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın…’ falan filan. Ağabey, aradan on beş yıl geçti, diğer iki kardeş kumarda yediler tüm parayı, şimdi cezaevindeler, ne ev kaldı, ne birahane. Tüm aile dağıldı gitti. Biz beş kardeş, beşimizin Keçiören’de taksi durağında birer taksisi var. Hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki: ‘Asıl mirası bizim baba bırakmış’. O gün hepimiz ağladık. Beş kardeş de taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.”

Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:

“Dur ağabey, asıl bomba şimdi.”

“Nedir bomba?”

“Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu beş katlı apartmanı biz aldık. Beş kardeş orada oturuyoruz.”

Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

Kaynak: Ahmet Şerif İzgören
Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı Adlı Kitabından

Bir Dertlinin Günlüğünden

13:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kış günü, hava soğuk ve rüzgârlı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Bir iş için Altındağ semtine gidiyorum. Yolun karşı tarafında, sırılsıklam kenarda bekleyen bir insan dikkatimi çekiyor. Gelip geçen taksilere, minibüslere el kaldırıyor, kimse aldırmıyor. Hareketlerinden alkollü olduğu anlaşılıyor. Altındağ'da işimi bitirip döndüm. Baktım bu zavallı insan soğukta hâlâ bekliyor, üstü başı ıslak. Arabamla önünde durdum; 'Kardeşim, buyur seni evine götüreyim', dedim. Şöyle camdan yüzüme baktı, biraz mahçup bir hâlde; 'Ağabey, senin arabana binmeyeyim, alkollüyüm' dedi. "Hayır bineceksin, bilerek durdum buyur" dedim. "Arabana istifra ederim, kirletirim, binmeyeyim" dedi. "Soğukta öleceksin" dedim ve zorla arabama bindirdim. Yağmurda sırılsıklam ıslanmış ve tir tir titriyordu.
Bir marketin önünden geçiyorken, 'Küçük çocukların var mı?' dedim. 'Var' dedi. Arabadan inerek çocuklara çikolata, bisküvi alarak; "Eve varınca çocuklara ikram edersin. Benim hediyem olsun" dedim.

"Ağabey, küçük çocuklarım var ama, ben eve varınca hiç yanıma gelmezler, kaçarlar" dedi. 'Niçin kaçarlar?' dedim. "Çünkü her gün böyle içip eve sarhoş giderim, bağırır, çağırır, döverim. Onun için benim eve geldiğimi görünce hepsi odalarına çekilir, yataklarına saklanır, korkudan yanıma yaklaşmazlar." Bunları duyunca çok üzüldüm ve kendisine şöyle dedim: 'Bak evlâdım herkes yanlış yapabilir, hata yapabilir. Önemli olan yanlışta ısrar etmemektir. O yavrucaklar Allah'ın sana bir emaneti. Sen onların babasısın, nasıl öyle davranabilirsin? Onların, senin şefkat ve merhametine, havadan ve sudan çok ihtiyacı var. Sevgi, şefkat ve merhamet onları besleyen ve büyüten en büyük gıdalarıdır. Bana söz vereceksin. Bu gün evine varınca yavrularını kucağına alacak onları sevip okşayacak, bu çikolataları kendi ellerinle yedireceksin. Tamam mı, söz mü?' dedim. 'Tamam söz veriyorum, dediklerini yapacağım.' dedi.

Nihayet onun tarifiyle mahallelerden, sokaklardan geçerek kenar semtteki evine geldik. Hanımı çıkıp karşıladı, böyle bir davranış karşısında duygulandı, teşekkür etti, ısrarla eve girip çay içmemi istedi. Benim işim olduğu için kartımı bırakıp müsaade istedim ve ayrıldım.

...

Zavallı adamcağız evine varıyor, yavrucaklar korkudan kaçacak delik arıyorlar. Baba üstünü başını değiştirip, odaya geçip oturuyor. Küçük kızcağızı kapıdan çıkarken ona sesleniyor: 'Kızım! Gel yavrum, otur yanıma.' Kızcağız şaşırıp kalıyor, bu güne kadar hiç duymadığı ton ve sıcaklıkta babasının sesi. Kapıda durup kalıyor ürkek bir tavırla. Gitse mi, gitmese mi? Acaba yine bağırıp döver mi? Yatağına kaçsa mı? Derken baba tekrar yumuşak bir sesle: 'Haydi yavrum gelsene, bak sana neler getirdim. Al bunları.' diyerek çikolataları gösteriyor. Çocuk yavaş yavaş, korkarak babasına yaklaşıyor. Baba, yavrusunu dizine oturtuyor ve saçlarını öperek, okşamaya başlıyor. Kızcağızın ruh dünyası allak bullak oluyor. Baba sevgisi, babanın okşaması ne güzel bir şeymiş. Babanın yavrusunu öpmesi, onu yavrum diye sevmesi ne tatlı, ne sıcak şeymiş, bu şaşkınlığı yaşıyor. Kim bilir ne zamandan beri böyle sıcak bir sevgiyi tatmamıştı. Hep onun hasretiyle yanıp kavrulmuştu. Bak şimdi babası ona 'yavrum' diyordu, saçlarını okşuyordu, bağrına basıyordu. Ne tatlı ne sıcak bir yermiş baba kucağı.

Bu yakınlık ve sevgiden cesaret alan kızcağız, ayağa kalkıyor, kollarını makas gibi açarak, bütün hasret ve heyecanıyla babasının boynuna sarılıyor. Bulduğumu kaybeder miyim endişesiyle 'Babammm... babam... babacığımmmm...' diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. O çikolatayı çoktan unutmuş, her şeyden daha tatlı babasını bulmuş, gözyaşları içerisinde ona sarılıyor, yılların açlığını gidermeye çalışıyordu.

Zavallı adam, hüngür hüngür ağlıyor, baba kız gözyaşı seline boğuluyorlar. Bir tarafta da hıçkırıklara boğulan anne gözlerine inanamıyordu. Allah'ım sana şükürler olsun diyordu.

Sonra baba ayağa kalkıyor, evdeki tüm içki şişelerini bir daha içmeme azim ve kararlılığıyla, kırıyor.

...

Bir gün mağazamda otururken, tezgahtar: 'Efendim ziyaretçileriniz var', dedi. 'Gelsinler' dedim. Baktım o aile birlikte gelmişler. Kadıncağızın iki gözü iki çeşme. "Ağabey! Sen melek misin, Hızır mısın, nesin? O gün seni Allah gönderdi. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. O yağmurlu günde sen beyimi sarhoş haliyle yoldan alıp eve getirdin. O günden sonra dünyamız değişti. Kocam içkiyi bıraktı, Allah'a yöneldi, yavrularım baba sevgisine kavuştu, evimiz bir cennet köşesine döndü, korkularımız bitti. Buna vesile olduğunuz için Allah sizden razı olsun" diyor, gözyaşlarına boğuluyordu.

...

Bir güzel davranış, bir yudum şefkat ve merhamet, samimiyetle uzanan bir el, samimi bir yardım, bazen en sihirli kilitleri açıyor, sihirli bir anahtar oluyor, bir insanın hidayetine, bir dünyanın değişmesine vesile olabiliyor. Kalbler Allah'ın elinde. Keşke her zaman çevremizdeki insanlara birer şefkat meleği gibi davranabilsek, rahmet yüklü bulutlar gibi olabilsek. Kim bilir aynı vaziyette uzanacak bir eli, bir yudum samimiyet ve sıcaklığı bekleyen, soğukta titreyen nice gönüller vardır. Ey Rahmeti Sonsuz Rabbim! Rahmetinle bizleri kuşat ve bizleri yalnız bırakma...

*) Bu hâdise, insana hizmeti ve hoşgörüyü hayatının gâyesi yapan bir ağabeyimizin başından geçmiştir.

Kaynak:Muhammed Aydoğmuş / Hatırat - Nisan 2002 Sızıntı Dergisi

Herşey Yerli Yerinde

03:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Anlatılır ki, Nasreddin hoca, bir yolculuk esnasında ceviz ağacının altında dinlenirken, ceviz ağacının meyvelerinin küçük, ama karşısındaki kabak bitkisinin meyvelerinin büyük olması dikkatini çekmiş.


"Allah'ım, hikmetinden sual olunmaz, ama bu kocaman ağaca bu küçük küçük meyveler, ama şu küçücük bitkiye büyük büyük kabaklar vermişsin. Acaba niye?" demiş.



Bu düşüncelerle meşgul iken tatlı bir uykuya dalmış. Birazdan başına bir ceviz düşmesiyle uyanmış:



"Aman yâ Rabbi! Sana şükürler olsun. Ya benim düşündüğü gibi bunları yaratsaydın? Ne olurdu benim halim?" demiş.



Gerçekten de insan, şu âleme dikkatle baktığında, herşeyin yerli yerinde olduğunu görür. Öyle ki. herhangi birşeyi yaratıldığı tarzdan başka şekilde düşünüp, "Böylesi daha iyi olurdu" diyemeyiz.



Nasreddin Hoca, artık herşeyin yerli yerinde olduğunun farkındadır. Birgün cemaate tatlı tatlı sohbet ederken, "Ey cemaat," demiş, "Allah, deveye kanat takmamakla bize ne büyük lütufta bulunmuş biliyor musunuz?"



Cemaat, "Hayır hocam ,bilmiyoruz" demişler. Hoca sözüne şöyle devam etmiş:



" Şimdi düşünün, devenin kanatları olsaydı, havada kuşlar gibi uçsaydı, sonra da sizin evinizin damına ya da bahçedeki ağaçlarınıza konsaydı, ne olurdu haliniz?"



* * *


Eski zamanlarda adamın biri kırlarda dolaşırken siyah bir böcek dikkatini çekmiş. Kendi fikrince onun varlığını lüzumsuz görmüş.



"Allah bunu niye yarattı? Aslında bu olmasa da olurdu." diye düşünmüş.



Aradan zaman geçmiş, adam amansız bir hastalığa yakalanmış.Doktorlar derdine derman bulamıyormuş. Derken tecrübeli bir doktor buna demiş:



"Kırlarda siyah bir böcek vardır. Ondan bir ilaç yapacağız. Allah'ın izniyle iyileşeceksin."

İlaç yapılmış ve adam gerçekten iyileşmiş.



Bir gün, adam gemiyle yolculuk yaparken denizde büyük bir fırtına çıkmış. Dağlar gibi dalgalar her tarafı kaplamış. Koca gemi dalgalar arasında denize düşen bir fındık kabuğu gibi sallanıyormuş. Herkes can derdinde sağa sola koşuşuyor, feryat ediyormuş.



Fakat bu adam gayet sakin, sanki hiç bir tehlike yokmuş gibi dalgaları seyrediyor, âdeta dalgalarla dalga geçiyormuş. Onun halini görenler şaşırıp kalmış, "Be adam, ölüyoruz! Ama sen hiç bir şey olmamış gibi sakinsin. Bu ne duyarsızlık?" demişler.



Adam,"Ben Allah'ın işine karışmam. Bir defa karışır gibi oldum, bir böceği beğenmedim. Beğenmediğim o böceği ilaç olarak bana yutturdu. O ne yaparsa yerli yerindedir" demiş.



Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu mânâyı şu güzel ifadelerle terennüm eder:



Hak, şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Ârif ânı seyreyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler...



Deme şu niçin şöyle?

Yerindedir o, öyle.

Bak sonunda sabreyle.

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler...

Kaynak: Doç. Dr. Şadi Eren

Zehirli Gelin

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Uzun yıllar önce, Çin'de Li-li adında bir kız yaşıyordu. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı ve çoğu genç kız gibi Li-li de günün birinde bir delikanlıyla evlendi. Li-li'nin kocası zengin biri olmadığı gibi, ailesine karşı sorumluluklarına dikkat eden biriydi de. O yüzden Li-li evini, kocasıyla birlikte dul kayınvalidesi ile de paylaşması gerekiyordu.

Gelin görün ki, aylar geçtikçe, Li-li kayınvalidesiyle geçinmenin çok zor olduğunu anlamaya başladı. İkisinin de kişiliği çok farklıydı ve bu yüzden sık sık kavga ediyorlardı. Kavgalar gitgide o kadar şiddetlenmişti ki, konu komşu da evde olup bitenlerden haberdar olmaya başlamıştı.

Birkaç ay daha böyle geçtikten sonra, Li-li bu işin böyle gitmeyeceğinden iyice emin haldeydi. Bu durumun annesi ile eşi arasında kalan kocası için evliliği cehenneme çevirdiğini de görüyor, eşi için üzülüyordu.

Li-li, bir çare bulabilme ümidiyle, baba tarafından aile dostları olan bir baharatçıya gidip derdini anlattı. Baharatçı, Li-li'ye, bu işin kesin çözümünün kayınvalideyi ortadan kaldırmak olduğunu söyledi. Ama bu işi fark ettirmeden halletmesi gerekiyordu. O yüzden, değişik bitkilerden hazırladığı bir ekstreyı Li-li üç ay boyunca azar azar kaynanası için yaptığı yemeklere koyacaktı. Zehir az verilecek, böylece kayınvalidenin öldürüldüğü anlaşılmayacaktı. Yaşlı baharatçı, Li-li'ye, bunun için, zehiri azar azar verdiği üç ay içinde şüphe verici davranışlardan, özellikle kayınvalidesine karşı sert kavgalardan kaçınmasını tavsiye etti. Üç ay için sabredip kayınvalidesine olabildiğince iyi davranmalıydı Li-li.

Baharatçının hazırladığı zehir eksteresini de alarak sevinç içinde eve dönen Li-li, baharatçının önerdiği planını adım adım uygulamaya başladı. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kayınvalidesinin tabağına zehiri azar azar damlatıyor, bu arada ona iyi davranmayı ihmal etmiyordu.

Onun bu iyi muamelesi kayınvalideyi de etkilemiş, gün gün ona daha iyi davranmaya, haftalar geçtikçe de ona kendi kızı gibi sevgi ve ilgi göstermeye başlamıştı. Evde artık barış rüzgarları esiyordu.

Bu durum karşısında, Li-li yaptıklarından utanmaya başladı. Kayınvalidesinin aslında pek de kötü olmadığını, bilakis pekala iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama, yemeğine azar azar damlattığı zehirler yüzünden onun ölmesi de an meselesiydi artık.

Vicdan azabı içinde kıvranan Li-li, yaptıklarından pişman vaziyette yine baharatçıya gitti ve bu kez, verdiği zehiri kandan temizleyecek bir iksir yapması için kendisine yalvardı. Artık yaşlı kadının ölmesini istemiyordu.

Yaşlı baharatçı, Li-li'nin bu yalvarmaları karşısında kahkalarla gülmeye başladı. Li-li ise çok ciddiydi zehirin tesirini vücuddan atacak bir ilaç yapmasını istiyordu ısrarla hala.

"Ah Li-li!" dedi baharatçı, “sana zehir diye verdiğim şey, vücudu güçlendiren bazı bitki özlerinden bir karışımdı yalnızca. Çünkü, asıl zehir ikinizin kafasındaydı Sen ona iyi davrandıkça zehir dağıldı, yerini sevgi ve anlayışa bıraktı."

Sevgi Öyküleri | Zafer Yayınları