Faydalı Paylaşımlar..

25 Eylül 2014 Perşembe

İçimizdeki Yılan

13:07:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Atıyla yol alan birisi, uyumakta olan bir adamın ağzın­dan bir yılanın girmekte olduğunu görür. Uyarmak için atını mahmuzlarsa da yetişemez. Bunun üzerine, bir topuz darbesiyle adamı uyandırır. Vura vura onu bir elma ağacının altına kadar sürer.



Sert bir üslûpla, yerdeki çürük elmaları yemesini emreder. Adam, başına gelenlerden şaş­kınlık içindedir, ama topuz korkusuyla yemeye başlar. Bir miktar yedikten sonra atlı, "Şimdi de koş bakalım." der.



Adam can havliyle koşmaya başlar. Derken midesi bulanır, içinde ne varsa boşaltır. Tabi, bu arada yılanı da... Adam, karnından çıkan yılanı görünce şimdiye kadar içinden lanet okuduğu atlıya binler teşekkür eder.



Temsildeki uyuyan adam, gaflet uykusundaki gafil in­sandır. Atlı, uyuyanları uyaran nebiler ve onların yolunda giden kâmil insanlardır. Yılan, nefistir. Atlının adamı dövmesi ve koşturması, mürşidin müridini riyazet ve mü­cadeleye sevk etmesidir. Nefis terbiyesi ve nefisle müca­dele olmadan nefse hâkimiyet sağlanamayacağı, son de­rece açıktır. Yılanın çıkışı ise nefsin insana hükmetmesin­den kurtuluştur.(Mevlâna, VII, 598-607.)



Nefis-Devekuşu Benzerliği



İnsan, düşünmeyerek hiçbir problemi halledemez; ama bütün problemler düşünerek

halledilmiştir.



Devekuşuna demişler:



"Niçin uçmuyorsun?"

Kanatları­nı kısmış, "Ben deveyim!" demiş.



"Öyleyse yük taşı!" de­mişler.

Kanatlarını açmış, "Ben kuşum!" demiş.



Avcıyı görüp kaçamayacağını anlayınca da başını kuma göm­müş. Zannetmiş ki o avcıyı görmeyince ava da onu göre­meyecek!



Nefis, bazı durumlarda devekuşu gibi hareket eder. Meselâ denilse ki: "Ölüm var, ahiret var, ona göre çalış." O, "Ya yoksa?.." diyerek Allah'a kulluktan sıyrılmak ister veya gaflet kumuna başını sokar, en sabit bir gerçek olan ölümü görmezden gelir. Hâlbuki onun ölümü unutmasıyla ölüm onu unutmayacaktır.( Nursî, Lem'alar, s. 79.)





Oyuna ve eğlenceye dalan, içki ve uyuşturucu ile akılla­rını devre dışı bırakan insanlarda devekuşunun bu ters mantığını görürüz.

Gürültülü müzik dinleyen birisine sormuştum: "'Müzik, ruhun gıdasıdır.' denilir. Ama sizin bu dinlediğinize ne derece 'müzik' diyebiliriz?" Muhatabım şu cevabı vermiş­ti:



"Tartışılabilir. Ama ben bunu dinlerken hiç olmazsa

düşünmüyorum ya!.. Bu bana yetiyor!"

Akıl, düşünme aletidir. Çalışmayan bir fabrikanın "Hiç olmazsa çalışmıyorum ya!.." demesi bir marifet- sayılma­yacağı gibi, aklın da devre dışı kalması övünülecek bir hâl olamaz. İnsan, düşünmeyerek hiçbir problemi halledemez. Ama bütün problemler, düşünerek halledilmiştir.





Bir seyahat esnasında tanıştığım ateist bir hukukçuyla sohbet ederken söz dönüp dolaştı, "ölüm" konusuna gel­di. "Aman, o konuya hiç girmeyelim!" dedi. Nedenini sor­dum. "Çok tatsız bir konu; düşünmek bile istemiyorum!" cevabını verdi. Ben dedim: "Düşünmemek bir çare değil. Varsa ölüme çare, onu araştırmak gerekir. Ve ben, o çareyi biliyorum!"



Muhatabım hayretle, "Var mı, ölüme çare?.." diye sordu. Dedim: "Evet, var! Allah'a iman ve ahirete iman, ölüme çaredir. Bizi yoktan var eden zat bildiriyor ki ölümden sonra hayat devam edecek; şu dünya menzili ka­panacak, yeni bir menzil olan ahiret açılacak."

Kaynak:Doç. Dr. Şadi Eren

24 Eylül 2014 Çarşamba

Yol Parası

12:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi dahiliye uzmanı Sibel Boyvada’ya 1999 yılında bir hasta gelir, yaşlı bir köylü teyze. Hastane tıklım tıklım kalabalıktır. Sibel, hastayı muayene eder ; kesin teşhis için bazı tahliller gereklidir. Kadına gerekli talimatları verir, “ Şu, şu tahlilleri yaptır, gel” der. Yaşlı teyze başını öne eğer, ve konuşmaz. Sibel tekrar “ Hadi teyzeciğim bu tahlilleri yaptır, gel, ben sana gerekli tedaviyi başlatacağım.” Der. Teyze başını yerden kaldırır, ağlamaya hazır gözlerle “ Doktor hanım, benim köye dönecek param yok. Nasıl yaptırayım o tahlilleri?” deyince, Doktor Sibel ‘in yapacak birçok işi olmasına rağmen, bırakır işini, alır teyzeyi koluna, koridor koridor dolaşırlar tahlilleri tamamlarlar.


Tekrar dahiliye bölümüne gelirler. Sibel gerekli ilaçları yazar, tedavisi için gerekli tembihleri de yapar.

Bu Egeli yaşlı köylü teyze, doktor hanımı dinlerken hep gözleri yerdedir.

Tam teyze gidecekken, Sibel’in aklına “yol parası” lafı gelir. “Teyze, al bakalım bu parayı” diyerek köye gitmesine hayli hayli yetecek bir para verir. Teyze önce almak istemez; ama sonra “ Yavrum, köye dönecek param yoktu, sağ ol, Allah senden razı olsun kızım” diye teşekkür üzerine teşekkür ederek ayrılır.

Dr. Sibel, sıra bekleyen onlarca hastayla ilgilenmeye, muayenelerine devam eder.

Aradan bir saat kadar bir süre geçer. Sibel bir bakar ki teyze kan ter içinde, kalabalığı yarmış, oflaya pofluya geliyor. Ege Üniversitesi Hastanesi’nden Bornova anayolu o yaşta bir hanım ,için az buz bir yol değildir.

Sibel şaşkın, herhalde bir kağıdını veya reçetesini unuttu diye düşünür. “ ne oldu teyze?” diye sorar.

Teyzenin yüzünde koca bir gülümseme vardır bu sefer.

“Kızım, ben anayola çıktığımda bir köylüme rastladım. Meğer o, minibüsle zaten köye dönüyormuş. O beni köyüme götürecek. Sen paranı al kızım. Çok sağ ol. “

Bu sefer Sibel Boyvada’nın gözleri dolar. Teyzeyi öper, koklar gönderir.

O akşam Allah’a dua eder, hala dürüst insanlar var olduğu için.

Sibel Boyvada, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çok başarılı bir doktor. Aslında beni bu başarısı pek ilgilendirmiyor.

İnsanlara yardım etmek için yeşil gözlerinin ardında hep bir ışık var, o ilgilendiriyor. Çok insan tanıdım gözlerinde hiç o ışık yoktu. Gözünde o ışık olanları hep tanırım, azdırlar; ama hayatınızı aydınlıkla doldururlar. Belki de hepimizin kalbinde o ışık var; ama yavaş yavaş söndürüyorlar. Olanların da gözlerinden dışarı yansımıyor.

Allah’ım, sen çocuğumun kalbine de o ışıktan yerleştir. Gözlerinden dünyaya yansımasını ise, bana bırak. Söz veriyorum, gözüne o bulanık perdenin inmemesi için çok çalışacağım.

Kaynak: Ahmet Şerif İzgören Süpermen ve Uğur Böceği Kitabından

23 Eylül 2014 Salı

Ayakkabının Teki

14:05:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir bilge bir gün tam trene biniyordu ki, ayakkabılarından birisi ayağından çıktı ve yere düştü. Aşağıya inip alması imkansızdı; Çünkü tren çoktan harekete geçmişti. Yanındaki arkadaşları ne yapacağını merak ediyorlardı.

O gayet sakin bir biçimde, diğer ayağındaki ayakkabıyı çıkardı ve az önce düşürdüğü ayakkabıya yakın bir yere fırlattı.

Talebelerinden birisi dayanamayıp sordu: "Neden böyle yaptınız?" gülümseyen bilgenin cevabı gayet basit ama hakikat yüklüydü:

“Demiryolunun üzerinde ayakkabının tekini fakir birisi bulursa diğer tekini de bulup giyebilsin diye..."

“Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri” kitabından alıntıdır.
Derleyen: Dr. Yaşar Ateşoğlu Sayfa:106

22 Eylül 2014 Pazartesi

ÜCRET

13:02:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Soğuk bir kış gecesinde eve dönerken, kaldırımın ortalık yerinde duran genç bir adama rastladım. Derin derin soluk alıyor ve düşmemek için yanındaki elektrik direğine sarılıyordu. Bir vitrine bakıyormuş gibi yaparak göz ucuyla onu seyrettim. Otuzbeş-kırk yaşlarında olmalıydı ve üstü başı da bir sarhoştan beklenmeyecek kadar temizdi. Yanından geçenlerden bazıları yüksek sesle konuşarak içki içmenin kötülüğünden bahsediyor, bazıları da sadece alaylı gülümsemelerle yetiniyordu. Yolun boşalmasını kolladıktan sonra yavaşça yanına sokularak:

-İyi misiniz? diye sordum. Bir ihtiyacınız var mı?

Zorlukla arayabildiği dudaklarından iniltiye benzeyen tek bir kelime çıkabildi:

-Hastayım…

Düşmemesi için bir kolunu beline dolayarak taksi beklemeye koyuldum. Akşam vakitlerinde kesilen kar yağışı tekrar başlamış, yavaş yavaş beyazlanmaya başlayan yollarda birbiriyle yarışan sokak köpeklerinin dışında bir hayat emaresi kalmamıştı.

Gece yarısını geçtiğimiz için araba bulmaktan ümidimi kestiğim sırada, yanımda bir taksi duruverdi. Şoföre durumu anlatarak acele etmemiz gerektiğini söyledim. Hastamızı zor da olsa arka koltuğa yatırarak hastahanenin yolunu tuttuk ve verilen serum tamamlanana kadar iki saate yakın bir süre başucunda bekledik.

Nöbetçi doktor, hastayı en azından donmaktan kurtardığımızı ifade ediyor, kendine gelmekte olan genç adam ise henüz konuşamadığı için, sadece gözlerimizin içine bakıp gülümsemekle yetiniyordu. Daha sonra onu şoförle birlikte tekrar arabaya bindirip evine götürdük. Hastamızın eşi, onun sık sık şeker komasına girdiğini bildiğinden müthiş bir paniğe kapılmış ve 5-6 yaşlarındaki yavrusunu da alıp sokağa fırlamıştı.

Bizi görünce koşarak yanımıza geldiler ve büyük bir sevinçle kucaklaştılar. Saatler süren yorgunluğumuz bir anda kaybolmuş, bize nasıl teşekkür edeceğini şaşıran o ailenin mutluluğu karsısında gözlerimiz dolu dolu olmuştu. Ellerimize sarılarak bizi uğurladıklarında, şoföre borcumun ne kadar olduğunu sordum. Bana fark ettirmeden gözyaşlarını silmeye çalışırken:

-Borçlu değil alacaklısın dostum, dedi. Böyle bir iyiliğe beni de ortak etmekle borcunu zaten ödemiştin. Ama belki de yirmi yıldır ağlamayı unutan bu adama bu güzel duyguyu hatırlattığın için alacaklı duruma düştün. O mert adamla kucaklaşıp helalleşirken, artık gecenin ayazını duymuyor ve evime yürüyerek gitmek istiyordum. Kim bilir? Belki de yolumun üzerinde yardımımı bekleyen bir insan daha bulabilirdim.

Kaynak: Cüneyd Suavi Hayatın İçinden

Babacığım

12:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments

KÜÇÜK çocuk okuldan gelir gelmez holün sonundaki odaya doğru gitti. Ve duvarın dibinde duran tabureye çıkarak, kapının üstündeki camlı bölümden baktı. Babacığı her zamanki yerinde, eski bir sedirde oturuyordu. Önünde de birkaç tane içki şişesi vardı. Sedirin üstüne yayılan örtü, sigara yanıklarıyla yer yer delinmiş, dökülen sıvılarla rengini kaybetmişti. Köşedeki televizyon yine açıktı, babası ona bakacak durumda olmasa da... Küçük çocuk okula yeni başlamıştı. Buna rağmen kontrol görevini, büyüklere taş çıkartacak bir şekilde yapar, bu işe her şeyden fazla önem verirdi.

Çünkü babası sızınca sigarasını elinden düşürür, bazen üstünü başını, bazen yorganı, bazen de yerdeki kilimleri yakardı. Üstelik de her yere alkol bulaştığından, o zamana kadar bir yangın çıkmaması, mucizeden başka bir şey değildi. Babası için ettiği dualar, daha yangın çıkmadan onu söndürüyordu.

Küçük çocuk kontrol işlemini, kapının üstünden yapmak zorunda idi. Çünkü içeri girse çok kötü azarlanır, duyduğu üzüntüden, o günkü hiç bir dersine çalışamazdı. Anneciği ''geçim işi''ni üstlenmişti. Sürekli olmasa da, haftada birkaç gün temizliğe giderdi. Küçük çocuk bu günlerde babasına daha fazla ihtimam gösterirdi. Holün duvarındaki sarkaçlı saatleri, ona görev vaktini bildirirdi.

Buçuklarla birlikte, bu da yarım saatte bir demekti. İkide bir yerinden kalkmaya üşense de, babasına duyduğu sevgiden ötürü, bu işten asla şikayet etmezdi. En büyük üzüntüsü ona yaklaşamamak, bir kerecik bile okşanmamaktı. ''Tek çocuk çok kıymetlidir.'' diyenler, bu bakımdan kesinlikle yanılıyordu.

Babası, yıllar boyu kapandığı odadan sadece tuvalet ihtiyacı için ayrılır, daha sonra hiç bir mekâna uğramadan, âdeta koşarcasına geri dönerdi. Küçük çocuk kapının açıldığını duyunca aceleyle koridora fırlayıp, babasının kendisiyle konuşmasını, hatta bazen rüyasında gördüğü gibi, sarılarak öpmesini beklerdi. Fakat ondan sadece tek bir kelime duyardı: ''N'aber?'' ''İyiyim babacım!.'' derdi gülümseyerek ve sevgisini gönlüne hapsederek...

... Çocuk bir gün yine okuldan döndüğünde, kontrol vazifesini yapmak istedi. Fakat çıktığı taburenin bir ayağı aniden kırılınca, kapının pervazına asılı kaldı. Ellerini bırakarak aşağı atlaması, onun için son derece basit bir işti. Fakat tabure devrilip tersine dönmüş, sivri bir kama şeklinde kırılan ayak, tam atlayacağı yere gelmişti.

Çocuk o şekilde sallanıp durmaktayken, babası sesleri duyup dışarı çıktı. Ve tabureyi bir kenara ittikten sonra, oğlunu bel kısmından sıkıca kavrayarak: ''Ellerini bırak!.'' diye bağırdı. ''Merak etme seni tuttum, düşmezsin.'' Küçük çocuk, bu sözleri hiç duymamış gibiydi. O şekilde beklerken: ''Bırak, bırak, korkma!.'' diye tekrarladı babası. ''Seni çok sıkı tuttum, endişelenme!.'' Çocuk, ancak kendisinin duyacağı şekilde: ''Gücüm tükenmeden bırakmam babacım!.'' dedi. ''Çünkü bana ilk defa sarılıyorsun.”

Kaynak:Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikayeler Zafer Dergisi Şubat 2008

21 Eylül 2014 Pazar

Su Kırbasını Delen Çocuk

08:20:00 Posted by Mücahid Reis No comments

"İstanbul'un Vefa semtinin ismi kendisinden kalan za­manın manevi erlerinden Şeyh Vefa Hazretlerinin bir oğlu vardı. Bu çocuk, o zaman henüz İstanbul'a çeşmeler yapılmadığı için evlere hayvan sırtında su taşıyan sakaların kırbalarını delerdi. (Kırba, eti yenen hayvanın derisinden tabak­lanarak elde edilen tulum)

Hazreti Fatih Devri meşayihlerinden olan Şeyh Vefa Hazretlerinin çocuğu bu kötü hareketini uzun zaman devam ettirdiği halde, sucular Şeyhin hatırına çocuğa bir şey demedikleri gibi, gelip durumu Hazreti Şeyhe bile anlatmaya cesaret edemezlerdi."

"Sakalardan (Sucu) bir tanesi artık dayanamayıp durumu çocuğun babasına açmaya karar verdi. Şeyhin huzuruna gele­rek: "Ya Şeyh! Ne zamandan beri sizin çocuk bizim kırbalarımızı elindeki iğne ile delmekte ve akan suları ağzını dayayıp içmektedir. Biz bu zamana kadar bir şey söylemedik ama, artık dayanılmaz oldu, siz bir tenbihte bulunsanız da çocuk bu halinden vazgeçse" dedi."

"Oğlunun böyle çirkin bir iş yaptığını öğrenen Şeyh Vefa Hazretleri, çok üzüldü. Ne kadar kırbası delinen sucu varsa hepsini çağırıp zararlarını ödedi ve gönüllerini alarak "bir daha olmaz inşallah, suç çocukta değil, mutlaka bizdedir. Ya anası bir hata işledi yahut bende bir kabahat var" diyerek sucu­ları gönderdikten sonra, hanımını çağırıp meseleyi anlattı:

Hanım kabahat ya sende ya bende… iyi düşün çocuğa hamile iken veya emzikli iken haram bir şey yedin mi?" diye sordu. Şeyhin hanımı gayr-i meşru hiçbir şeyi yemediğini yalnız, çocuğa hamile iken komşunun bahçesindeki nardan canı çektiğini ve iğne ile delerek bir damla emdiğini söyleyince Şeyh sevindi:

"Elhamdülillah hastalık teşhis edildi" diyerek gidip komşudan helallık dilemesini ve ne isterse vermesini söyledi.

Kadın gitti, evin kadınını buldu, durumu anlatıp hakkını helal etmesini rica etti. Narın sahibi: "Helalolsun komşu, bir damla nar suyunun ne kıymeti olur, keşke koparıp yeseydin" diyerek hakkını helal etti. Ve bu mesele hallolduktan sonra Hazreti Şeyh oğlunu çağırıp tenbih etmek lüzumunu bile hissetmedi. Hakikaten ondan sonra çocuk, değil elindeki iğne ile sucuların kırbasını delmek, dönüp onlara bakmıyordu bile.

Sucular keşke daha evvel durumu Şeyhe· anlatsaydık. Şeyh Oğlunu terbiye etmiş" diyorlardı. "

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

15 Eylül 2014 Pazartesi

8 Eylül 2014 Pazartesi

Garip Bir Koleksiyoncu

08:24:00 Posted by Mücahid Reis No comments

“Ne yatarsınız canlar, kalkın. 
Kalkın da görün dünyadakilerin halini.
‘Bal tutan parmağını yalar’ demiş ya birisi, tutup tutup yalıyorlar parmaklarını.
Her gün, gökten yıldız kayar gibi biri kayıyor da aralarından,
ne sizden haberleri var ne de sizin gibi olacaklarından.

Bakmayın üzerinize kapanıp da döktükleri gözyaşlarına,
daha mezarlık duvarından çıkmadan kuruyuveriyor gözlerindeki yaşlar.
Ağlarken gülüverirler, ölenle ölünmez diyerek.
Hiç olmadık yerde saatlerce çene çalıp zaman öldürürler de,
size bir Fatiha gönderecek kadar zaman bulamazlar.

Bu toprağın üstü varsa bir de altı vardır derler de bazen,
altını hiç düşünmeye yanaşmazlar nedense.
Sizler bu duvarın içinde beklerken kopmasını kıyametin,
Onlar duvarın dışında ölümsüzlüğün sırrının bulunmasını beklerler.
Üç günlük seyahatte bile valizlerini tıka basa doldurup hazırlık yaparlar da,
Bu kaç gün süreceği belli olmayan seyahatleri için hazırlık yapmaya bile gerek görmezler.

Neden susuyorsun doktor? Berbat bir gece değil mi?
Bu ne iştir ki, kalkıp ‘görmediğim şeylere pek inanmam’ diyorsun,
Sonra da görmediğin aklımın hasta olduğunu söylüyorsun.
Kafayı ölüme takmış diyorsun!
Ya sen doktor, sen kafayı neye taktın hiç düşündün mü?
Paraya mı? İnsaf edin İnsaf edin Allah aşkına!

22 yıldır şu duvarların içine kimler geldi bir bilsen!
Hepsinin resimlerini biriktirip albüm yaptım.
Hani şu ‘Garip Bir Koleksiyon’ dediğin.
Adlarını yazdım, ne iş yaptıklarını yazdım, nasıl öldüklerini yazdım.
Neden mi? Bu garip koleksiyonu karıştıranlar gerçeği görsünler diye.
Görsünler de ölüm diye bir sona, ölüm diye bir başlangıca hazırlıklı olsunlar diye.

Ölüm! Ölüm ufuktaki bir çizgidir doktor,
siz bu çizginin görünen tarafına baktınız.
Bense görünmeyen tarafına.

Hak, hak deyip kendinize bile haksızlık yaptınız.
Vur patlasın çal oynasın misali yaşadınız; sorumsuzca, şuursuzca.
Bazen ne geçiyor aklımdan biliyor musun doktor?
Bazen ne derim kendi kendime biliyor musun?
Herkesi toplasam diyorum; dağda, taşta, yolda, belde kim varsa herkesi
ve sorsam diyorum ‘nereye böyle?’
Bu telaşla, bu hırsla, bu aceleyle nereye böyle?
Ne büyük delilik olur değil mi?

Etrafına bir bak hele doktor!
Bir sürü insan göreceksin. Acıları, sevinçleriyle bir sürü insan.
Bunları düşünmek, bunları söylemek delilikse,
ben deliliğimden memnunum doktor.
Git tedavi için boşuna zaman kaybetme.
Git akıllılığının sefasını sür.
Git felekten bir gün de sen çal.
Kaç günü varsa bu feleğin,
herkes çala çala ne bittiği var ne biteceği.
Git, ne olur git, yalnız bırak beni.
Sahte bir dost görmek istemiyorum karşımda.”

Garip Bir Koleksiyoncu Filmin Finali