Faydalı Paylaşımlar..

30 Aralık 2014 Salı

ALİM İLE ZALİM

13:24:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Vakti zamanında bir zalim vardır. Adam dizi dizi haksızlıklar etmiş, nice zavallıları acımasız zulmüyle pençesi altında inim inim inletmiştir. Sayısız derecede yoksul ve düşkünlerin ocaklarını söndürmüş ve ettiği zulümleriyle ülkesinde adını azgın zalime çıkarmıştır.

İşte bu zalim, bir gün işi icabı etrafında saygı ve sevgiyle anılan Allah bağlısı bir alime ziyarete gider. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde dünyadan el-etek çekmiş bulunan alim, kendisini görmesin diye yüzünü örter. Kapıyı açan oğlu zalimin zulmünden korktuğu için, "Kusura bakmayın" der. "Babam, çok hasta, ne yaptığını bilmiyor. Her halde farkında olmadan yüzünü örtmüş olacak. Yoksa sizin teşrif ettiğinizi bilseydi hiç yüzünü örter miydi? Babamın namına sizden özür dilerim."

Bunları tek tek duyan Allah aşığı alim ortaya atılarak şöyle haykırır: "Oğlum, neden yalan söylüyorsun? Ben hasta masta değilim. Allah'a şükürler olsun hiçbir şeyim yok. Fakat böyle zulmüyle destanlar yazan kötü kişileri görmek istemem. O yüzden de gözlerimi örttüm. Lütfen zalim ayaklarınızla evimi kirletmeyiniz."

Bunun üzerin zalim adam bir anda kendine gelir. Ve evi terk ederken iki gözü iki çeşme ağlayarak bütün samimiyetle yaptıklarına tövbe eder. Allah'tan af diler. Allah da hem zalimi, hem de alimi yaygın rahmetiyle affına mazhar eder. Alim evine gelen zalimin yüzüne bakmadığından ötürü, zalimi de yığın yığın haksızlıklarından pişmanlık duyduğu için bağışlar.

Yüce Allah (cc) cümlemizi gerek kendimize, gerek başkalarına karşı en ufak bir haksız harekette bulunmaktan korusun, amin!..

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 128-129

20 Aralık 2014 Cumartesi

Allah'ım Beni Harama Bakmaktan Koruyor

11:15:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adı Bilgehan. Yalova Lisesi lise ikinci sınıf öğrencisi. İçi gibi dışı; dışı gibi de içi pırıl pırıl bir genç.


Her derse olduğu gibi din dersine de çok ilgili ve meraklı olan Bilgehan, yaz tatillerinde, hafta sonu tatillerinde boş durmaz, beraberce Kur'an-ı Kerim okurduk. Namazlarını geçirmez, ibadetine düşkün, karınca incitmekten çekinen hassas bir vicdan sahibi.


Bir gün içi dışı heyecan dolu gözlük çerçevesinin üzerinden dolu dolu gözlerle bana bakarak:

- Hocam Allah'ım beni harama bakmaktan koruyor, demişti.

- Hayrola ne yapıyorsun Bilgehan, diye sorduğumda Bilgehan'ın cevabı Sahabe-Kiram gençlerinden birisinin cevabı gibiydi sanki.

- Hocam gözlüğümün camları miyop birisi dört buçuk numara diğeri de beş numara. Gözlüğümü çıkardığım zaman görmekte güçlük yaşarım. Okuldan çıkınca gözlüğümü çıkarıp cebime sokuyorum, evime gidene kadar hep yere baka baka gitmek zorunda kalmıyorum. İnsanları seçemiyorum, karşıdan gelen, yanımdan geçen hanımlar mini etekli mi? Kot pantolonlu mu? Hiç göremiyorum, böylece Allah'ım beni harama bakmaktan koruyor.

İşte bu zamanda böylesi de var mı sorusu akla gelebilir. Var hem de ne kadar çok, bir bilseniz.

Kaynak: Şakir Öztürk, Hey Gidi Günler, Kaynak Kültür Yayınları

18 Aralık 2014 Perşembe

Bir Osmanlı'dan Tevekkül Dersi

22:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

1800’lü yılların İstanbul’u. Yer Eyüp Sultan... Hadisenin kahramanları, Osmanlı gündelik hayatındaki vazgeçilmez mekânlardan biri olan şirin bir mahallenin bakkalı, mahalle sakinlerinden Mehmed Selahaddin amca ve hanımı Hatice Sâtıa teyzedir.

Diğerlerinden farkı olmayan sıradan bir günün başlangıcıdır. Mehmed Selahaddin amca, hemen her gün tekrarlanan mutad sabah alışverişi için bakkala kadar çıkar. Alacağı, birkaç çeşit kahvaltılık nevaledir. Bu arada Hatice Sâtıa teyze kahvaltı sofrasını hazırlamakla meşguldür.

Dakikalar birbirini kovalamış, süt fincanda soğumaya yüz tutmuş ama Mehmed amca bakkaldan henüz dönmemiştir. Sâtıa teyze meraklanmıştır; çünkü kadim bakkalları evlerinin hemen az ilerisindeki köşe başındadır. “Sohbete mi daldılar acaba?” diye düşünüp dururken, Mehmed amca nihayet elindeki nevalelerle kapıda görünür.

Kapı açılır açılmaz malum soru sorulur: “Nerede kaldın bey, meraklandım…” Mehmed Selahaddin amca biraz soluklandıktan sonra; “Hanım, der, duydum ki mahallenin taa uç tarafında yeni bir bakkal daha açılmış. Alışverişi oradan yapayım dedim; haliyle ondan biraz geciktim.”

Hatice Sâtıa teyze merakını yenemez ve sorar hemen: “Niye? Bizim bakkal efendiyle aranızda bir tatsızlık mı oldu? Yoksa yeni bakkal daha ucuza mı mal satıyormuş?”

“Hayır, hanım hayır! Zannettiğin gibi değil” diyen Mehmed Selahaddin amca, yeni bakkaldan alışverişinin sebebini şöyle izah eder:

“Bir Allah’ın kulu kimseden vaad almadan, kimseye güvenmeden ‘Tevekkeltü alellah’ demiş. Rezzak olan Mevlâ’sına güvenerek gelmiş, bizim mahallemize bir bakkal dükkanı açmış. Bir mahalle halkı olarak; ‘yeri uzaktır, kimin nesidir, tanımıyoruz’ diye ona alışverişe gitmezsek eğer, bu kulun belki tevekkül inancı zayıflayabilir. Bundan da Allah katında bizler mesul oluruz!...”

Kaynak:İbrahim Refik, Edeb Yâ Hû, Albatros Kitapları, İstanbul, 2000, s.30-32.

Yemeğini Köpeğe Verip Aç Kalan Kölenin Mükafatı

20:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Abdullah b. Cafer (r.a) bir fidanlığa uğradı ve orada çalışan siyah bir köle gördü. Biraz sonra köleye üç tane çörek getirip verdiler. O sırada bahçeye bir köpek girdi ve köleye yaklaştı. Köle çöreğin birisini köpeğe attı, köpek onu yiyince ikincisini, sonra üçüncüsünü attı, köpek de yedi. Abdullah b. Cafer (r.a) ise bu durumu seyrediyordu. Sonra Abdullah b. Cafer (r.a) köleye sordu:

- Ey köle! Günlük azığın ne kadardır?

- Gördüğün üç çörektir..

- Peki neden köpeği kendine tercih ettin?

- Burası köpeklerin yeri değildir, uzak mesafeden aç gelmiştir. Onu aç olarak geri göndermeyi uygun görmedim.

- Akşama kadar ne yapacaksın?

- Aç kalacağım.

Abdullah b. Cafer (r.a) :

“Ben cömertliğimden dolayı kınanırım. Bu köle ise benden daha cömerttir.” dedi. Sonra o bağı, köleyi ve orada bulunan aletleri sahibinden satın alıp o köleyi azat etti ve bağı ona bağışladı.

Kaynak: İmam Abdulkerîm el-Kuşeyrî  Kuşeyrî Risâlesi

Istırabın Gözyaşları

17:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Emevi halifelerinden Ömer bin Abdülaziz dünyadan el-etek çekerek kendini Allah'a ibadete adamış üstün devlet adamlarından biridir. Tarih sayfaları arasında gezinirken görmekteyiz ki, bu üstün devlet adamı adaleti, güzel ahlakı ve devamlı ibadetiyle zamanında tüm Müslüman halkının gönüllerinde saygı ve sevgiden yıkılmaz bir taht kurmuştur.

İşte bu halifenin kadın hizmetçisi bir gece uykusunda ilginç bir rüya görür. Kıyamet kopmuş, insanlar dirilmiş, amel terazisi kurulmuş ve tüm insanlar Mahşer toplantısına akın ederek sorgu suale çekilmektedirler. Hesabı görülen bütün hükümdarlar Sırat Köprüsünün başına getirirler.

İlk önce Mervanoğlu Abdül-Melik getirilir. Sırat köprüsünü geçmek üzere daha bir veya iki adım atar atmaz ateşler ve dehşetlikler yeri Cehenneme düşer. Ardından oğlu Velid getirilir. O da adımlarını daha atar atmaz Cehennem alevleri arasına yuvarlanıp gider. Böylece yeryüzü hükümdarları kıldan ince kılıçtan keskin Sırat Köprüsü üzerinden geçirirler. Hepsi de, birer birer Cehennem alevleri arasına yuvarlanır. Sıra Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz'e gelir.

Gördüğü rüyasını çok sevdiği halife Abdülaziz'e anlatan kadın hizmetçisi sözün burasına gelince coşkun iman sahibi halife hıçkırıklar salarak ağlamaya ve başını dövmeye başlar. Bütün ev halkı başına toplanarak teskin etmeye çalışırlarsa da boşunadır. O, Cehennem azabına uğramanın ve Allah'ın gazabına çarpmanın acı akibetine dalmış yaşın yaşın ıstırap gözyaşları dökmektedir.

O'nun acı ve ıstırabına dayanamayan kadın hizmetçi de oluk oluk yaş dökmeye başlar. Halife sanki ağa tutulmuş, artık hayatını kaybetmek üzere olan balık gibi çırpınıp didinmektedir.

Gözyaşları arasında kadın hizmetçi Halifesine sözünü duyurmaya çalışır, ama boşunadır. Bir türlü, "Allah'a and olsun ki, sizi Cennette gördüm. Sırat Köprüsünü kolaylıkla geçtiniz." diyen sözlerini duyuramaz. Halifenin çığlıkları ve acı acı çınlayan iniltileri kesilince bakarlar ki ruhunu teslim ederek öbür dünyaya göçmüştür.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi kendi korkusu gönlünde kökleştiren kullarından eylesin, amin... - Mev'ize -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 73-75

Bu Akşam Hindistan'da

16:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:

"Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana..."

Adam telaş içinde:

"Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..."

"Peki ne yapmamı istiyorsun?"

Adam yalvarır:

"Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!"

Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:

"Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.

Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:

"Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir:

"Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:

"Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!"

"Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

"KAYNAK: TOPBAŞ, Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Erkam Yayınları Altınoluk Dizisi 20, s. 150-151.

Çivi

13:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Bir zamanlar çok öfkeli ve hırçın bir çocuk vardı. Çocuk, sonradan üzülse de, kolayca öfkelenip hırçın davranışlar göstermekten kendini alamıyordu. Bir gün, yaptığı bir hırçınlığın ardından öfkesi yatışıp üzüntü hissetmeye başladığı bir vakit, babası bir torba çivi verdi çocuğa. Ve, ne zaman sinirlenip hırçınlık yapar ise, bu çivilerden birini arka bahçedeki çitlere çakmasını söyledi.

Çocuk, ilk gün otuzyedi çivi çaktı. Daha sonraki günlerde çakılan çivi sayısı gitgide azaldı. Çocuk, öfkesine hâkim olmanın arka bahçeye gidip çivi çakmaktan daha kolay olduğunu zamanla farketmişti.

Sonunda çocuk öfkesine hâkim olur hâle geldi. Gidip durumu babasına sevinç içinde anlattı. Babası, bu defa, kendisini tutabildiği her gün için çivilerden bir tanesini çitlerden sökmesini istedi oğlundan.

Günler, haftalar geçti ve en sonunda çocuk babasına tüm çivilerin bittiği haberini verdi. Bunun üzerine, babası “Aferin oğlum! İyi iş becerdin ve öfkene hâkim olmayı başardın” dedi ve çocuğun elinden tutup onu çitlerin yanına götürdü. Eliyle çitlerdeki delikleri göstererek, “Ama şu çitlerdeki delikleri görüyor musun? İşte o çitler bir daha asla aynı olmayacaklar” diye ekledi. “Öfkelenip de kötü sözler söylediğin veya kötü hareketler sergilediğin zaman, insanların kalblerinde işte bu çitlerde gördüğün gibi delikler açmış olursun. Ardından özür dilesen de, o yaranın izi orada kalır. Onun için, özür diler hallederim diye düşünmektense, sonradan özür dilemek zorunda kalacağın bir hareket yapmamaya çalışmalısın.”

(Uyarlama: Cemal Karabel) Zafer Bilim Araştırma Dergisi © 2009

17 Aralık 2014 Çarşamba

Bahşiş

21:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yaşlı adam, delikanlının cebine bir şeyler bırakırken:

- "Allah senden razı olsun evladım", dedi. "Bu ihtiyarı yeniden doğmuş gibi sevindirdin. Şu ufak hediyemi alırsan, daha da sevindireceksin."

Delikanlı, yapmış olduğu iyiliğin makbule geçeceğini daha işin başındayken biliyordu. Yol kenarında ağlayan dört-beş yaşlarındaki çocuğun kaybolduğunu anlamış ve onun nereden geldiğini soruşturduktan sonra, bir taksiye bindirip evine getirmişti.

Fakat delikanlı, aradığı evi bulduğunda büyük bir hayal kırıklığına uğradı.

Yol boyunca gözü önünde canlandırdığı yüzme havuzlu ve uydu antenli villanın yerine, karşısında derme çatma bir gecekondu duruyordu. Üstelik kapıyı da çocuğun dedesi açmış ve torununa hasretle sarıldıktan sonra, kendisine teşekkür edip cebine bir kaç kuruş bırakmıştı.

Delikanlı, sohbet sırasında çocuğun anne ve babasının kaza sonucunda vefat ettiğini öğrenmiş ve yaşlı adamın bir ara ağlamasından istifade ederek cebine konulanları kontrol etmeyi becermişti. Üç beş tane bozuk para, koskoca ceket cebinin köşesini bile doldurmuyordu.

Evin haline bakılırsa, yaşlı adam oldukça fakirdi. Ama hiç olmazsa taksi parasını karşılayacak kadar bir bahşiş veremez miydi?

Delikanlının yüklü bir hediyeyle “yolunu bulma” hayalleri yıkılmış ve içinde bir şeyler kıpırdanmaya başlamıştı. Anlaşılan tahammül edilemeyecek derecede cimri bir ihtiyar ile karşı karşıyaydı ve ona mutlaka bir ders vermesi gerekiyordu.

Yaşlı adamın yüzüne dik dik bakarken cebindeki bozuklukları avuçladı ve çocuğun ayakları dibine fırlatarak :

- Git de kendine oyuncak al ufaklık, dedi. Böylelikle cömertlik nedir öğrenmiş olursun.

Yavrucak yere eğilerek paraları topladığında, delikanlının gözleri yerinden çıkacak gibi oldu.

Çocuğun küçücük avuçlarında, dört-beş tane altın lira parıldıyordu....

(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Yayınları)

Dokunuş

19:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu.

Ancak diğerleri, “Elli bin sene sürer” denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak:

Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık, dedi. Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz.

Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra: Yanlış şeye dokunmuşsunuz, dedi. Sizin arabanız, o yolda gitmez. Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek: Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor, diye itiraz etti. Ama şimdi Cennete uçuyorlar. Evet!.. dedi, melek. Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik. Bir saat mi?..diye atıldı gençler.

Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular? Seccadeye, dedi melek. Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar.

Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi Ekim 2001

Böyle Örnek Oluyordu İnsanlığa!

14:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Onun ideali, insanlığa hizmetti, yoksa insanlığın kendisine hizmeti değildi. O sebepten eline geçeni yemek yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olurdu.

Yine adeti üzere bir miktar imkan biriktirmiş, çevresine de münadiler göndermişti.

Sesleniyorlardı Medine sokaklarında münadiler:

- Resulüllah mescidin önünde muhtaçları bekliyor. Miskin derecesinde ihtiyaç sahibi olanlar gelsin, hisselerine düşecek yardımı alsın, kimse mahrum kalmasın!

Az sonra mescidin önüne muhtaçlar toplanmışlardı. Mutluydular. Çünkü kasıp kavuran ihtiyaçlarının hiç olmazsa bir kısmını karşılayacak imkana kavuşacaklardı.

Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini veriyor, onlara tebessümle bakarak mutluluğunu da açıkça hissettiriyordu.

Mutluydu. Çünkü O'nun en büyük mutluluğu insana yardım, insana hizmetle meydana geliyordu. İşte o anda da insana hizmette bulunuyor, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu.
Nihayet elindeki imkan bitti, yardım isteyecek insan da bitti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.

Ne var ki çok sürmedi, ötelerden kan ter içinde koşup gelen bir bedevi görüldü. Adama hem ufkuna bakıyor, hem de nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Nihayet geldi, şöyle bir nefeslendikten sonra söylendi.

- Yardım dağıttığınızı söylediler onun için nefes nefese koştum; ama yine de yetişemedim! Zaten hep şanssızım ben.
Çok üzgündü yoksul adam. Anlaşılan ihtiyacı da fazlaydı. Böyle bir fırsatı mutlaka değerlendirme niyetiyle koşmuştu; ama yine yetişememişti.

Sordular:

- İhtiyacın çok mu fazlaydı?

Saymaya başladı yardım alabilseydi neler alacağını.
Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Demekki adamın ihtiyacı şiddetliydi. Ama Rasulüllah'ın imkanı da bitmişti. Elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, geriye tek dirhem bile kalmamıştı. Şimdi ne olacaktı?
Efendimiz şefkatle baktı bedeviye. Sonra da beklenmeyen teklifini yaptı yoksul adama:

- Üzülme ihtiyaçlarını yine alacaksın. Hem de hiçbirini bırakmaksızın!
- Nasıl? Diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basa basa konuştu:

- Şimdi buradan kalk, şehrin içine dal, ihtiyaçlarını nerede bulursan al ve aldığın satıcılara da de ki:

- Mal bana ait, parasını ödemek de Resulullah'a! Allah'ın Resulü ödeyecektir. İstediğimi verin!

Resulüllah (sas) böylece verecek parası olmayınca muhtaçların borcunu yükleniyor, bir fırsatını bulup da ödeyeceğini düşünerek insanına böyle yardımda bulunuyor, insana hizmeti böyle en öne alıyordu.

Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu. Zihninde neleri alacağının hesabını yaparak heyecanla gidiyordu.

Olaya şahit olan Hazreti Ömer, fedekarlığın bu kadarına razı olamamış gibiydi.

Nihayet düşüncesini dile getirmekten kendini alamadı da dedi ki:

- Ya Resulellah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin, yoktan da vermekle değil. Elinde olanı tümüyle dağıttın, geriye bir şey kalmadı. Neden başkalarının borçlarını da yükleniyor, onların ihtiyaçlarını da karşılamak zorunda bırakıyorsun kendini? Bu kadarı da fazla değil mi?

Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah'ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu, tebessümü hiç eksik etmemişti.

Bu defa da masum bir adam söze karıştı;

- Ya Resulallah sen Ömer'e bakma ver, Allah da sana verir, dedi.
Bu söze memnun olan Resulüllah'ın tebessümü tekrar yüzünde belirdi, 'fedekarlığa devam et' sözünden memnun olduğu anlaşılıyordu.

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001

16 Aralık 2014 Salı

EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA

13:14:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:

- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.

Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:

- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:

- İşte şu evden.

Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?

Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:

- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;

- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:

- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:

- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.

Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."

Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;

- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.

Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:

- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.

Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:

- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün aç bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm.

Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.

Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...

"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001

KÂBUS

12:44:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım.İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım. Oysa ki o dar mekânlara, şimdi ister istemez girecektim.

Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.

- Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi
vardı.

Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir işyeri
açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim.

Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayâl olmuştu.

Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım. Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve:

- "Geçti artık geçti", diyordu. İçimden "keşke geçmemiş olsaydı" diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.

Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve
içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:

- Aman Allahım.. dedim. Ne olacak şimdi hâlim? Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu.
Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık. Câmi deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses :

- Geçti artık geçti, diye tekrarladı. "Bitti artık."

Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve "herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar" diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:

- Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader. Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım. Aman Allah'ıml.. Bu kabir değil miydi? O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.

- Yârabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim. Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:

- Geçti artık geçti, diye tekrarladı. "Her şey bitti artık." Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu. Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:

- Geçti artık geçti, diye bağırıp duruyordu.

"Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı." Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken

- Yârabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. iyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?

Kaynak:Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden-I, Zafer Yayınları, 35. Baskı, İstanbul, 2002, s. 184-187

14 Aralık 2014 Pazar

Taksi

12:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Taksisi ile cadde ışıkları altında yol alıyordu. “İki-üç müşteri daha bulursam eve dönüp uyuyacağım. “diye düşündü, yorgundu.

Taksisine bir an sevgiyle baktı, mırıldandı; “Ekmek teknem” Gözü önce yolda sızmış bir sarhoşa sonra da çöpleri karıştıran birine takıldı. Kendisini kıyasladı sevindi; “İyisin, iyisin!. . “

Saatine baktı, bir Of çekti, “Bir müşteri çıksa artık, boşa dolanıp duruyorum. “  Ertesi gün abisine gidecekti, erken kalkacağı
için, evine erken dönmek istiyordu. Fakat herşey insanın istediği gibi gitmiyordu ki. İçinde hafif bir öfke ile abisini düşündü; “Ah!. . abi, bırakmadın şu kumarı, borçlanırsan tabi yakana yapışır tefeciler. ”

 Bir daha derinden of çekti, “Gerçi parayı bu gün bul diyordun ama olmadı, sabah borç-harç parayı bulup seni tefecilerden kurtaracağım ama böyle devam edersen beni de yakacaksın, aileni de !. . “

Tam böyle düşüncelere dalmışken tali yoldan çıkan bir adamın el salladığını gördü, sevindi. Taksisiyle hemen adamın önünde durdu. Adam taksiye bindi ve telaşla anlatmaya başladı; “Lütfen acele edin, şu ara sokakta” Taksici rahatsızlanan birini alacaklarını zannetti ama adam konuşmaya devam ettikçe canı sıkıldı; “Aman Allahım, korkunç birşey adamı dört yerinden bıçaklamışlar. Adam nerdeyse kan kaybından ölecek. Kimse yardım etmiyor, herkes toplanmış seyrediyor. Ne kadar duygusuz, umursamaz bir toplum olduk, seyrediyorlar!. . “   taksicinin canı sıkıldı; “Arabam kan içinde kalacak. ” diye düşündü.

Diğer adam devam ediyordu; “Hele iki araba yaralıyı almayınca şok oldum, hâlâ inanamıyorum. Düşünebiliyor musunuz? Bir adam kan kaybından ölmek üzere ve iki araba gaza basıp gidiyor. Düşündükçe deli oluyorum. Hah geldik, yaralı olan şu kalabalığın içinde”   Taksici yumuşak bir sesle “Hadi siz yaralıyı getirin, ben de arabanın yönünü çevireyim de vakit kaybı olmasın”  “Tamam” diyerek adam indi, kalabalığın arasına koştu, bağırdı; “Açılın, açılın taksi geldi”   Ama daha yaralının yanına varmadan uzaklaşan araba sesiyle irkildi, hızla döndü; plakası görünmesin diye ışıklarını söndürmüş halde taksinin hızla uzaklaştığını gördü. İçinde birşeylerin koptuğunu hissetti, ağlar gibi bir sesle inledi; “Yarabbim!. . Yarabbim!. . Ne oldu bize, ne oldu? ” olduğu yere ümitsizce çömeldi.

Taksici dikiz aynasından geriye son bir kez baktı, bağrışmalara küfürlere aldırmadan tekrar gaza bastı. “Bana ne yav, işin yoksa yaralıyı al, arabayı kirlet. . . başka taksi mi yok? Nasıl olsa şimdi bir tane bulurlar. “   Vicdanını da susturduktan sonra cebinden çıkardığı yabancı sigaradan bir tane yaktı. Sonra kendince bir espiri yaptı; “Hem işin ne ta buralarda? Rica etseydin katillerden, seni hastane önünde filan bıçaklasalardı. “  Gözü elindeki sigaraya takıldı; “Ulan biz hakkaten geri kalmış ülkeyiz be, adamlar kendi ülkelerinde çoğu mekanda yasaklıyorlar bu mereti, bizim yasaklamamıza müsade etmiyorlar. Eee onlarda haklı, kendi insanları gözünü açmış, biz de akıllanırsak nereye satacaklar. Ulan, sigaralar bu kadar pahalıyken tarlada domatesini bin liraya satamayanlar varmış. “  Sonra keyifle bir nefes daha çekti, “İç aslanım, iç Amerika’ya senin de katkın olsun. “

El sallayan bir müşteri görünce düşüncelerinden sıyrıldı. “-Hah müşteri dediğin böyle kılığı düzgün olacak, bahşiş bile bırakır. “

Taksici o gece bir süre daha çalıştıktan sonra evinin yolunu tuttu. İçi huzur dolu evine yaklaşmıştı ki evinin önünde bekleşenler olduğunu gördü. Meraklandı. Arabasını garaja çekip daha sonra ne olduğunu öğrenmek istedi ama bir komşusu onu durdurdu; “-İstersen arabayı yerleştirme, lazım olabilir. ” Şaşkın indi, kapının önünde ağlaşan hanımı ve çocuklarına yaklaştı; “-Ne oluyor? “  Hanımı ağlayarak boynuna sarıldı;   “-Abin öldü. “  Baştan aşağı titredi,   “-

Abim mi? . . . nasıl? “     “-Bıçaklamışlar, kan kaybından ölmüş. ” Taksicinin içi korkuyla sarsıldı;  “-Nerede, ne zaman? “   Karısının cevabıyla yıkıldı. Gözünde farlarını kapatarak kaçtığı sokak ve kalabalık canlandı; kalabalığın içinden kanlar içinde tanıdık bir yüzün kendisine baktığını görür gibi oldu. Baygın yere yığıldı. . .          
                                   
Yazar: Ahmet Ünal ÇAM

13 Aralık 2014 Cumartesi

DERSİNİ ALMAK

14:24:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Aslan, kurt ve tilki birlikte ava çıkmışlar. Bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avlamışlar. Bir su başına gelip oturduklarında aslan:

"Ey kurt, bu avladığımız hayvanları adaletli bir şekilde paylaştır, adaleti yeniden ihya et!" demiş.

Kurt, kendinden emin bir şekilde kalkmış. Yaban öküzü­nü aslanın önüne bırakmış: "Efendimiz, siz hem en irimiz, hem de efendimiz olduğunuzdan yaban öküzü sizin hakkınız. Keçi orta irilikte olduğu için onu da ben alıyorum. En küçüğümüz tilki olduğundan tavşan da onun hakkıdır." demiş.

Aslan, bu paylaştırmaya çok sinirlenmiş. "Ey kurt, ben iyice anlayamadım. Yanıma yaklaş da bir daha anlat." demiş. Kurt yaklaşınca bir pençe vurarak onu parçalamış. Sonra til­kiye dönmüş:

"Ey tilki, bunları sen adaletli bir şekilde paylaştır!" demiş. Tilki, aslanı hürmetle selamladıktan sonra:

"Bu semiz öküz, siz efendimizin kuşluk yemeği, bunu kuşluk vakti yersiniz. Keçi, siz büyük kralımızın öğle yemeğinde güzel bir yahni olur, onu da öğle vakti yersiniz. Tavşana ge­lince, o da size akşam yemeği olur, afiyetle yersiniz." demiş. Aslan sevinçle haykırarak:

"Ey tilki, çok adil davrandın. Pay etme işini çok güzel hal­lettin. Söyle bakalım, bunu kimden öğrendin?" diye sormuş.

Tilki, ne olur ne olmaz diye belli etmeden birkaç adım da­ha uzaklaşmış ve kurnaz kurnaz gülerek:

"Kurdun başına gelenlerden." diye cevap vermiş.

İnsan hâdiselerden ders almalı, tavrını belirlerken du­rumunu göz önünde bulundurmalıdır. Yoksa, olur olmaz her yerde donkişotluk yapmanın cesaretle alâkası yok, ce­haletle alakası çoktur. Hele hak kuvvette, kuvvet hakta değilse, insan adımlarını atarken daha dikkatli olmalıdır.

Kaynak: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 129

12 Aralık 2014 Cuma

Sabır

13:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri, bir ara arkadaşlarından bir cemaat ile beraber bulunmaktaydı. Oruçluydular. Gündüzleri çalı­şıp onlara infakta bulunurdu. Geceleri de bir yerde toplanıp iftar ederlerdi. Fakat İbrahim Edhem hazretleri akşamlan işten dö­nerken biraz gecikirdi. Arkadaşları kendi aralarında;

-”Gelin biz, onsuz iftar edelim. O gelmeden iftar edelim ki, o da bundan sonra biraz daha çabuk gelsin!” dediler.

Arkadaşları iftar ettiler. Uyudular.

İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri geldiğinde, arkadaşlarını uyur gördü. Onlara acıdı, şefkat ve merhamet ile onlara baktı ve kendi kendine,

-”Zavallı miskinler! Herhalde yiyecek bulamadıklarından aç uyudular!” dedi.

Arkadaşlarına yemek hazırlamak için İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri, hemen undan az bir şey alıp hamur yoğurdu. Ateş yak­tı. İbrahim Edhem, küle üfleyince, arkadaşları uyandılar.

İbrahim Edhem hazretlerini ellerini ve dirseklerini yere koymuş ve ateşi üfler bir halde gördüler. Ona:

-”Bu hâlin nedir?” diye sordular. 0:

-”Ben dedim ki, belki sizler, iftarlık bir yiyecek bulamadan aç karnına uyudunuz! Sizi uyandırmak istedim. Yemekte hemen ha­zır olmak üzeredir.” O zaman arkadaşları birbirine:

-”Bakın! Biz ona ne muamele ettik? O bize nasıl muamele ediyor?” dediler.

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/36.

11 Aralık 2014 Perşembe

Ayakkabı

14:05:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ayakkabısını çıkardı. Boyacının terliklerini giydi. Ahşap sandalyeye yan oturdu. Sol koluyla arkalığa yaslandı. Sokağı seyre daldı. Üzerinde hiçbir gözün olmadığını bilen insanların serbestliği içinde gelip geçenleri izlemeye koyuldu. Benim de onu yanıbaşında gözetlediğimden haberi yoktu.

Ayakkabıcı işine başladı. Kurumuş çamurları, çimento kalıntılarını yamulmuş çay kaşığıyla bir heykeltıraş gibi sıyırdı. Pos bıyıklı fırçayla tozunu aldı. Fazlalıkları atıp ayakkabıya ulaşınca murdar bir sünger parçasıyla boyayı yedire yedire sürdü kurumuş, kartonlaşmış deriye. Bakımsızlıktan çatır çatır çatlamış ayakkabı kendini, cildine krem sürüldüğünde damar damar gençleştiğini anlayan bir ihtiyar gibi hissetti. Boyayı içine çekti, doydu, her karnı doyan varlık gibi gevşedi, gerginliğini attı, yumuşadı. Adam nemini uçuran ayakkabıya son bakım işlemini yaptı, cilasını vurdu.

- Hiç yeni ayakkabını boyayamayacak mıyız Hamit Usta?

Gülümsedi. Dudakları yanaklarına doğru mülayimce yayılmakla yetindi. İleri gitmedi.

- Ayakkabı dediğin nedir ki, yenisi de eskisi de bir.

- O sana göre öyle. Olan benim boyaya oluyor.

- Nasıl yani?

- Eski deri, süngerden farksızdır, boyaya doymaz, ha babam yer, yer de yer. Senin ayakkabılara gidecek boyayla sekiz on ayakkabı boyarım.

Haraplık konusunda ayakkabı sahibinin, ayakkabıdan farkı yoktu. Sert işlerde çalıştığı belliydi. Elleri kalın, kemikli, pençe gibiydi. Tırnakları sararıp kat kat olmuştu. Elinin, kollarının derisi, ayakkabı gibi kurumuş, kalınlaşmıştı. Yer yer yara izleri de vardı.

Ben bulduğum bu tasvir malzemesine dalmışken pideci siparişlerimin hazır olduğunu işaret etti. Parasını ödeyip paketi aldım. Bir gözüm arkada eve yöneldim.

Akşam, aşağı mahalleden birinin evine çay içmeye gidecektik. Anacağızım yemekten sonra çıkacağımızı duyunca:

- Oğlum biraz da bizde dur istersen! Biliyorsun senin evin burası! Abiler, abiler... başka bir şey bilmez oldun.

- Şimdi onlara değil anne, bir amcanın evine sohbete gidiyoruz.

Gidiyoruz'un izini sürüp babamın da benimle geldiğini öğrenirse bana demediğini bırakmazdı. Lafı başka yöne çevireyim, dedim.

- Anne kafeye, bara takılsam daha mı iyiydi?

Bu her zaman işe yarar.

………………

İçeride, salonda gözler birbirini incitmemecesine birbirine bakıyor. Yürekler iman kardeşliği ateşini alevliyor. Ortada kurulmuş, emayesi yer yer dökülmüş kömür sobası yanmıyor, demek koca salonu günün yorgunluğunu hiçe sayan bu sıcak yürekler ısıtıyor. Babamla birlikte oturuyoruz.

Şakir Abi derse başladı bile.

"Bismillahirrahmanirrahim.

Hazret-i Yunus'un Allah'a yakarışı ne yüce bir yakarıştır öyle.

Yunus Peygamber'in meşhur macerası özetle şöyledir.

Bindiği gemiden denize atılmış, koca bir balık onu yutuvermiş.

Fırtınalı mı fırtınalı bir denizde, karanlık mı karanlık bir gecenin ortasında her taraftan ümit kesik. Sesini, yalvarışını, yakarışını her bir şeyi eksiksiz duyan o zattan başkasının duyması mümkün değil, o Allah ki gizli açık her sesi eksiksiz duyar."

Evin oğlu çalan zile koştu. Kapının buzlu camının arkasında girenin silüeti belirdi. Ayakkabısını çıkardığı belliydi. Şimdi de ceketini verdi çocuğa. Kapının buzlu camı, uydu bağlantısında problem çıktığında kesik kesik karelenen ekranlar gibiydi. Salon kapısı aralanıp açıldı. O da ne! İçeriye, kahvede ayakkabısını boyatan adam süzüldü, girdi. Utangaç utangaç yürüyüp kanepelerden birinin dibine ilişti. Konuşanı dinlemeye başladı.

Salonu dolduranlar pür dikkatti. Sohbeti dinleyen bu yaşlı başlı adamlar ilkokul öğretmeninin önünde ilk okuma derslerini sökmeye çalışan kırk elli yaşlarındaki adamları andırıyorlardı. Anlatanın bilgisine, görgüsüne güveniyorlardı. Bu gencin kendilerini iman merdiveninde birkaç basamak yukarı çıkaracağına itimatları tamdı.

Kahvedeki adam başını önüne eğmiş anlatılanları kafasıyla tasdik ediyordu.

Sohbet bitti. Kitap kapandı. Şakir Abi son söz olarak üniversitede okuyan fakir öğrenciler için yardım toplanacağını bildirdi. Mahallede bir öğrenci evi daha açılacaktı. Bu ev için eşyaya ihtiyaç vardı. Herkes gönlünden ne koparsa veriyordu.

Cam kenarındaki ikili koltukta oturan sakallı, takkeli amca evdeki eski elbise dolabını verebileceğini, ama birilerinin bunu evden alması gerektiğini, kendisinin getiremeyeceğini söyledi. Onun yanındaki zayıf, sarı bıyıklı olan, evden bir halının eksilmesinin çok önemli olmayacağını, kendisinin de bunu verebileceğini belirtti. Daha bunun gibi birçok şey himmet edildi.

Bunları başı önünde dinleyen kahvedeki adam yerinden kalktı. Şakir Abi'ye doğru gitti. Sehpanın önünde çömeldi. Fısıltıyla gizli bir şeyler söyledi. Söyledikleri gizli olmasa, bunları herkesin duymasını istese herkesin içinde sesli söylerdi, herhalde.

Şakir Abi'nin gözleri, kulaklarının işittikleri karşısında yuvalarından uğradı. Kaşları hayret makamında kalktı. Dudakları şaşırma kalıbına girdi. Sonra başı ret anlamında iki yana gelip gitti. Adamın söylediklerini kabul etmiyordu. Adam rica eder şekilde başını yana eğiyor, işi söylediği şekilde kapatmak istiyordu. Sonunda Şakir Abi, bunu birilerine sormadan evetleyemem, der gibi bir tavır takındı. Ayrıldılar.

Allah var, adamın söylediklerini merak etmiştim. Sanıyorum oradaki herkes de merak etmişti. Çıkışta yanaşıp sordum meseleyi. Şakir Abi bunu söyleyemeyeceğini, kimseye açmayacağına söz verdiğini belirtti. Üstelemenin anlamı yoktu. Vazgeçtim.

Söylenen öğrenci evi bir hafta kadar sonra mahallemizde açıldı. Söylenene göre, yeni yapılmış bir apartmanın üçüncü katıymış. Gösterişliymiş. Hem ev sahibi bu ev karşılığında içindekilerden kira da almıyormuş. Adam zenginmiş demek ki, diyeceksiniz. Yok be yahu! zengin mengin değilmiş. Bir devlet kurumunda inşaat işçisiymiş. Emekli ikramiyesiyle aldığı bu evi hayrına bağışlamış. Bağışlarken bir ricada bulunmuş:

- Aman ha aman, bu evi benim verdiğimi kimse duymasın! Riya olmasın!

Kaynak: Şemsettin Yapar, Gönül Atölyesi Kitabı - Sütun Yayınları

Bir Kış Günü Yalın Ayak

08:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Dalmaçya’da Ermeni bir beyin yanında yamaklık eden on-oniki yaşlarındaki Jozef Maskoviç isimli çocuk, Zemberirin en fırtınalı günlerinde buzlar üzerinde yalınayak eve su taşımakta iken, komşularından fakir ve dul bir kadıncağız bu hale üzülüp kocasından yadigar bir çift partal kundurayı çocuğun ayaklarına giydirmişti.

Aradan çok uzun yıllar geçti. Bu arada Osmanlılar o yerleri fethetti; kadın da İslamiyet’le hidayet buldu. Günlerden bir gün, iyiden iyiye yaşlanmış olan kadıncağızın kapısı çalınıp önüne bir torba bırakıldı. Torbayı açan ihtiyar eller, vaktiyle kocasının olan o bir çift partal kunduraya dokununca, birdenbire takattan kesildi, kıpırdamaz oldu.

Kadıncağız neden sonra baktı ki, ayakkabıların her ikisinin de içleri altın dolu. Yoksul hasırının üzerine dökülen altınları toplayayım derken, gözleri küçük bir kağıt parçasına ilişti. Yarım saat kadar sonra, kasaba imamı kadıncağıza bu tek cümlelik pusulayı okuyordu:

“Anacığım! Buzdan donmuş çıplak ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin çocuk, sana olan borcunu ödemeye çalışıyor.” Bu pusulanın Osmanlı Devleti”nin kaptan-ı deryalarından, Hanya fatihi Silahtar Yusuf Paşa’nın divitinden akan mürekkeple yazıldığını, o gün hiç kimsecikler anlamayacaktı. Ta ki, Osmanlı arşivinden söz konusu altınların muhasebesini tutan belge ortaya çıkıncaya kadar?

Kaynak: Selim Gündüzalp, Ümit Öyküleri, Zafer Yayınları, 2002.

Bir Canı Almak

07:53:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Doktordu. Günleri hastanede geçiyordu. Eve yorgun argın dönüyordu her gün. İnsanlar doktorları rahat rahat hayat yaşayan kişiler olarak bilirler hep. Halbuki en stresli hayat belki de onların hayatıydı..

İki çocuğu ve karısı ile beraber mutlu bir hayatları vardı. Bütün gelirlerini ve giderlerini bu üç, bir de kendi dört kişiye göre planlamıştı. Böyle planlı yaşamazlarsa bir gün ekonomik sıkıntı çekebilirlerdi. Sevgi dolu bir kalbi vardı. Çocuklarını ve karısını çok seviyordu. Karısı da iyi bir insandı. Hele hele bu iyilik ve güzelliği çocuklarına aşılamaya çalışması, onu bir kuyumcu kadar hassas yapmıştı. Adeta işliyordu bir gergef gibi ruhlarını çocuklarının. Bu böyle giderken, mutlulukları yolundayken bir gün içlerine sıkıntı ateşi düşürecek bir şey oldu. Belki pek o kadar mühimsenecek bir şey değildi ama onlara göre ekonominin bu kadar enflasyonla basınç yaptığı bir devirde bu büyük bir konu idi. Üç dört aylık hamileydi karısı. Hiç beklenmedik bu haber karşısında ikisi de şoke olmuştu. Bütün planları, hayatlarının programı altüst olacaktı böylelikle. içlerindeki sıkıntı gün geçtikçe büyüyordu. Bu çocuğu istemiyorlardı. Doğmaması gerekti bu miniğin. Hayatlarını bunalıma sokacak bu misafirin evlerine ayak basmaması her şeyden daha iyi olacaktı..

Bir gece baş başa verdiler ve iyice konuyu derinlemesine konuştular aralarında. Ve karar verdiler onu aldırmaya. Çünkü güçleri yetmeyecekti onu yetiştirmeye..

Evet ertesi gün gidecekler ve bu işten iyi anlayan bir doktor arkadaşı tarafından üç dört aylık misafirin hayatına son vereceklerdi. Bir sürü bahaneler ve sebepleri bir bir sıraladılar gece boyu birbirlerine. Ve bu işin bitmesi gerektiğine karar verdiler sabaha doğru.

İçlerinde bir huzursuzluk olsa da; bu, hayatları boyunca çekecekleri huzursuzluktan daha büyük olamazdı.

Evet o sabah beraberce çocuklarını evde yalnız bırakarak doktora gittiler. Onları yalnız bırakmalarının sebebi ise, çok çabuk döneceklerini tahmin ettiklerindendi. Doktor arkadaşı onlara randevu vermişti ve bu işi çok çabuk bitirebileceğini, hiç sıra beklemeyeceklerini söylemişti.

Evde yalnız kalan çocukların büyük olanına iyice tembih etmişlerdi kavga falan yapmamaları için. Küçüğü zaten sözden anlayacak yaşta değildi. Her söylenene baş sallıyor veya sinirlenince 'olmaz' deyip, geçiyordu. Aklı ermiyordu bazı şeylere..

Onlar gittiklerinde çocuklar güzel güzel oynamaya başladılar. Gün ışığı perdeleri açık olan pencereden içeriye sızıyor ve halıların üstünde aydınlık motifler oluşturuyordu. Ama bu motifler gün boyu sürecek miydi? Bu aydınlık bütün günü kaplayacak mıydı?

Evet onlar muayenehaneye ulaştıklarında iki kardeş de iyice oyuna dalmışlardı. Hele hele bir de bu oyun büyüğün, babasının ameliyat aletlerini bulmasıyla hareketlenince daha da sevinmişlerdi. Günlerdir yalnız kalmayı özlüyordu zaten çocuk. Küçüğüyle beraber doktorculuk oynamayı, onu ameliyat etmeyi aklına koymuştu nice zaman önce. Ama bir fırsatını bulamamıştı. İşte bugün eline böyle bir fırsat geçmişti. Anne ve babaları dönmeden bu fırsatı değerlendirmeli ve ameliyatı bitirmeliydi. Hatta dikişi bile televizyonlarda gördüğü gibi tamamlamalıydı.Ama onun alnından terleri kim silecekti? Hiç hemşiresi yoktu bu işi yapacak. Olsun; kardeşi bu işi yapardı. Ara sıra alnındaki terleri o silebilirdi. Zaten bu bir oyun değil miydi?

Cerrahi oyunu başlamıştı. Kardeşini ameliyat olması gerektiğine iyice ikna etti ağabey. Sonra eline neşteri aldı. Bir sürü pamuk, tentürdiyot gibi malzemeleri de yanı başına koymuştu. Sargı bezi, merhemler hepsi vardı işte kutuda.

Dikiş için ip ve iğne bulması gerekiyordu. Bunun için annesinin perdeye geçen gün iliştirdiği ipi takılmış iğneyi aldı ve onu da malzemelerin yanına koydu. Onlar bu işle meşgul iken anne ve baba muayenehanede çocuğu aldırmakla meşguldüler. Çocuk ilk bıçağı kardeşine vurduğu anda, doktor da ilk bıçağı vurmuştu cenine. Sanki aynı anda devam ediyordu ameliyat işi. Bir fark vardı aralarında. Biri biraz sonra iyileşecek umuduyla kalbi atan bir miniğin yaptığı ameliyattı. Diğeri bir daha hayata uyanamayacak ceninin karamsar tablosuydu. Fakat her ikisi de bir feryat odağında toplanıyordu bu işin.

Çocuk bıçağı kardeşinin şah damarında gezdirdi. Ve birkaç darbe de oralara vurdu.'Buralarda mikrop olabilir' diyordu durmadan. Biraz sonra kardeşinin bütün vücudu kanrevan olmuştu. Yattığı yer kıpkırmızı bir renge boyanmıştı. Diğer tarafta kürtaj masasındaki annesinin içindeki istenmeyen bebek de ölümün kollarına ulaşmıştı. İki ölüm bir anda oldu. İki can bir anda çıktı. Ama bunu kimse bilmiyordu. Çocuk çok korktu kardeşinin durumundan. Onun çırpına çırpına can vermesi onu oldukça ürkütmüştü. Ama küçük olduğu için ölümün ne olduğunu bilmiyordu. Uyusun diye üzerine beyaz bir çarşaf örttü sonra da. Tıpkı televizyonlarda olduğu gibi.

Anne ve baba eve dönmeye hazırlanırken çocuk da yaptığı hatayı biraz hissettiği için evden kaçıp saklanmayı kafasına koymuştu. Saklanmak için en emin yer evlerinin önüne devamlı park eden kamyonun altıydı. Orada kimse onu bulamazdı. Çünkü oldukça sakin bir yerdi bu kamyonun altı. Ara sıra burada arkadaşlarıyla saklanırlar ve ellerine geçirdikleri bir kediyle saatlerce oynarlardı. Bunu hatırladı çocuk ve doğrudan doğruya kamyonun altına girdi ve tekere sırtını yaslayıp öylece minik kalbiyle suçunu düşünmeye başladı. Anne baba yola çıkmış evlerine doğru ilerliyorlardı. Bu sırada kamyon sahibi de bir yere yük almak için evinden çıktı. Her şeyden habersiz olarak kamyona doğru yürüdü ve bindi. Kontak anahtarını çevirdi. Anne baba semtlerine yaklaşmışlardı; ama kamyon harekete geçmişti. Onlar daha eve ulaşamadan ağabey kardeşine ulaşmıştı. Evet kamyon bu küçük bedeni bir teker dönüşüyle ezip geçmişti.

Bir şeyi ezdiğini fark eden şoför aşağıya indi ve bir de ne görsün; karşı evin çocuğu kamyonun altındaydı. Büyük bir şok geçirdi adam. Büyük bir kalabalık toplanmıştı evin önünde. Bugün iki can gitmişti ve bir üçüncüsü de daha doğmadan göklere uçuvermişti biraz evvel...

Anne ve baba evlerinin önündeki bu kalabalıktan kuşkulanmışlardı. Olay yerinde başlarına geleni anlayınca anne düşüp bayıldı. Onu hastaneye götürdüler. Baba büyük bir telaş içinde eve koştu. Ve küçüğü bağrına basıp öpüp koklamak istiyordu. Bir evladını kaybeden babanın içinde diğerine odaklanan sevgiyi bu derdi çekenler, bu acıyı tadanlar çok iyi bilirler. Ama eve girdiğinde fersiz gözleri bir noktaya dikilmiş çocuğu görünce babanın bütün hayatı sönmüştü. Bütün dünyası yıkılmıştı. Evin içindeki, dıştan akseden ışık bile artık halılara aydınlık motifler örmüyordu. Her şey karanlıktı artık. Her şey zifiri bir renge bürünmüştü. Evet bir cana bedel iki çocuğunu da almıştı işte Allah. Bu bir ikazdı; ama çok pahalı bir ikaz olmuştu onlar için.

Çok pahalı bir ikaz...

Kaynak: Mehmet Erdoğan, Kalem Sırra Dokundu
(Yaşanmış Hikâyeler), Kaynak Kültür Yayınları

Issız Tepede Üç Mezar

06:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kaptan-ı Derya, Küçük Ali Paşa, yanına şair Siyahî Ahmed Efendi’yi de alarak, bir deniz yolculuğuna çıktı. Bir müddet sefer eyledikten sonra, bugünkü Ağva sahillerinde konakladılar.

Şair Siyahî Ahmed Efendi, karaya çıkıp, etrafı biraz gezmek arzuladı. Orada burada gezerken, bu ıssız yerin, daha da ıssız bir tepeciği üzerinde, yan yana üç mezar gördü. Dayanamayıp güldü ve şöyle dedi:

“Hey mübarekler! Ne vardı bu ıssız yerde ölecek. Az ötede şenlikli Şile kasabası vardı. Ayol biraz dişinizi sıksaydınız da, oraya gömüleydiniz olmaz mıydı?”

Gezip tozmasını bitiren Siyahî Efendi, bir miktar yorulmuştu. “Gemiye gidip dinleneyim” artık dedi.

Gemiye çıkıp, odasına çekildiğinde, kendisine ani bir rahatsızlık geldi. Büyük bir sancı, tüm bedenini ızdırablara sardı. Az zaman sonra da, ruhunu teslim eyleyip, Rahmet-i Rahman’a kavuştu.

Kaderin acip cilvesine bakınız ki, gemi taifesi, Şair Siyahî Ahmed Efendi’nin bedenini, o üç mezarın yanına kazdıkları dördüncü kabre defnettiler. Böylece o ıssız tepecikteki üçün dördüncüsü oldu gitti. Allah rahmet eylesin…

Kaynak: Selim Gündüzalp, Tarih Öyküleri, Zafer Yayınları, 2008.

En Küçük İtfaiyeci

05:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments


ARIZONA’NIN Phoenix şehrinde, 26 yaşında bir anne, hastanede lösemiden ölmek üzere olan oğlunun yanıbaşında duruyordu. Kalbi üzüntüyle dolmasına rağmen, kesin kararlıydı, oğlunun son günlerini mutlu geçirmesini sağlayacaktı. Elbette her anne gibi, o da, oğlunu büyütmek ve onun hayallerini gerçekleştirmesine yardımcı olmak istiyordu.

Oğlunun elini tuttu ve:

“Billy, büyüyünce ne olmak isterdin? Hayattan en çok istediğin şey neydi?” diye sordu.

Billy:

“Anne ben her zaman büyüyünce itfaiyeci olmak istedim” diye cevap verdi.

Anne gülümsedi ve:

“Elimden geldiği kadar hayalini gerçekleştirmeye çalışacağım bi tanem” dedi.

Ertesi gün yerel itfaiye departmanına gitti ve orada şehrin tanınmış itfaiyecilerinden Şef Bob ile tanıştı. Ona oğlunun durumunu ve son istediğini söyleyerek, oğlunun itfaiye merkezini gezmesinin mümkün olup olmadığını sordu.

Bob:

“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Eğer oğlun Çarşamba sabahı burada hazır olursa, o gün için onu itfaiyeci yaparız. Bizimle çalışır, birlikte yemek yeriz ve yangın yerlerine gideriz. Hatta onun için Phoenix İtfaiye Müdürlüğü’nün amblemi olan üniforma bile diktirebiliriz” dedi.

Üç gün sonra itfaiyeci Bob, Billy’e üniformasını giydirdi. Billy’i hastanedeki odasından itfaiye arabası ile aldı.

Billy arabaya bindi ve itfaiye merkezine gitti. Kendisini çok mutlu hissediyordu. O gün, üç yangın ihbarı alındı ve Billy üçüne de gitti.

Farklı türden arabalara bindi. Hatta şefin arabasına bile bindirdiler onu. Günün sonuna doğru, bir yerel televizyonun haber programına katıldı. En büyük hayali fazlasıyla gerçek olmuştu.

Doktorlar bu moral ve sevgiyle Billy’in tahmin ettiklerinden üç ay daha fazla yaşadığını söylüyorlardı.

Bir gece ansızın Billy’in bütün yaşam fonksiyonları kötüleşti. Başında duran hemşire, Billy’in yalnız başına ölmemesi için sevdiklerine haber verdi. Ailesini aradı, ayrıca Billy’in bir gününü itfaiyeci olarak geçirdiğini hatırladı ve itfaiye merkezini arayarak, Billy’in ölmek üzere olduğunu, üniformalı bir itfaiyeciyi göndermelerinin mümkün olup olmadığını sordu.

Şef:

“Bundan daha iyisini yapacağız. Beş dakika içinde orada olacağız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Siren seslerini duyduğunuzda yangın olmadığını anons eder misiniz? Sadece itfaiye departmanı, en iyi elemanlarından birisini görmeye geliyor olacak. Sizden bir ricam daha olacak. Billy’in odasının penceresini açın lütfen?”

Beş dakika sonra itfaiye aracı hastaneye vardı. Merdivenlerini Billy’in odasının penceresine dayadılar ve annesinin izniyle bütün itfaiyeciler tek tek Billy’e sarıldılar ve onu ne kadar çok sevdiklerini söylediler.

Ölmek üzere olan Billy, Şef Bob’a baktı ve:

“Şef, ben gerçekten şimdi itfaiceyi mi oldum?” diye sordu. Şef ise:

“Billy sen şefsin” dedi ve Billy, bütün çocuklar gibi cennete gitti.

Kaynak:Yaşanmış Öyküler Kitabı / Zafer Yayınları
(İngilizceden Tercüme: Emine Aydın)

10 Aralık 2014 Çarşamba

Yerini ve Haddini Bilmek

23:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Çalışan eşler çocuklarına baktırmak konusunda oldukça zorlanırlar. Anneanne ve babaanne yoksa veya çocuklara bakmıyorsa, yandı gülüm keten helva. Çocuklar için bakıcı bulmak çok zor. Bulsan bile kadınların istekleri katlanılacak gibi değil. Dr. İbrahim'in başına gelenleri dinleyelim:

"Dr. İbrahim İstanbul'a gelince çocuğuna bakacak ka­dın arar. Bin bir güçlükle birisini bulur. Adı Gülay'dır. Gü­lay bekârdır ve fakir bir ailenin çocuğudur. Aile geçimini zorlukla sağlamaktadır. Gülay işe başlar. Kendisi güzel yemek yapar, ev işlerini becermektedir. Çocuklarla arası iyidir, evin hanımının güvenini kazanır. Gülay'ın bir şans­sızlığı vardır, o da sırtından kambur oluşudur. Fakat Gü­lay kendisi ve çevresi ile barışıktır. Sırtından sakat oluşunu mesele yapmaz.

Dr. İbrahim, bir gün Gülay'ın parmağında yüzük görür, açıklama bekler.

Gülay, "Ben nişanlandım" der.

"Kiminle?" sorusuna cevabı ibret vericidir ve derslerle doludur:

"Ben haddimi bilirim. Ben bir işadamı ile bir sanat­kâr ile bir memur ile nişanlanmayı hayal etmem. Ben an­cak benim gibi sakat biriyle nişanlanabilirim. Ben de öyle yaptım. Sağır ve dilsiz bir kişi ile nişanlandım, buna da şükrediyorum."

Gülay çok geçmeden evlendi. Düğünü çok kalabalıktı. Hemşerileri ve akrabaları onu yalnız bırakmamışlardı. Aradan zaman geçti. Gülay hamile kalmıştı. Dr. İbrahim, onu kadın-doğum uzmanına götürdü.

Uzman doktor Gülay'ın sırtındaki kamburluk sebebi ile "doğum" yapamayacağını söylüyordu. Gülay her ay periyodik olarak muayeneye geliyordu.

Gülay ne pahasına olursa olsun doğumu yapacaktı, duadan başka yapacakları bir şey yoktu. Doğum zamanı geldi çattı. Zeynep Kamil Doğumevinde, doğumhaneye alındı.

Dr. İbrahim ve eşi, Gülay'ı beklemeye başladılar. Hekimler doğumun zor olacağını söylüyorlardı. Endişeli bir şekilde bekleme faslı başladı. Sabaha doğru kapı açıldı. Doğumu gerçekleştiren hekim kapıda gözüktü. Yüzü gülüyordu ve müjdeyi verdi.

Gülay'ın bir kızı doğmuştu. Sağlıklı bir çocuk dünyaya gelmişti.

Hepimiz şaşırmıştık ve sevinmiştik. Allah'ın dediği olmuştu. Bebek büyüdü, serpildi. Bir süre sonra Gülay'ın bir çocuğu daha oldu, o da sağlıklı idi.

Sonuç: İlahi adalet mutlaka gerçekleşir. Yerini ve had’dini bilene, Allah yardım eder.

Kaynak: Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu, İbretli Hayatlar(Psikiyatri Uzmanından Yaşanmış Öyküler), Sayfa 33, Elit Kültür Yayınları,2008.

Sütçü

23:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İhtiyar adam, zorlukla taşıdığı süt güğümlerini çadır direkleri arasından geçirmeye çalışırken: -Süüt...!, diye bağırıyordu. Süt isteyen süt kuzularına... İhtiyar, henüz sözünü tamamlamamıştı ki, çadırından çıkan öfkeli bir adam: -Sen aklını kaçırdın herhalde! diye kükredi. Biz yaralılarımızla uğraşırken, sen para kazanma sevdasındasın.

Yaşlı adamın gözleri dolmuştu. Yumuşak bir sesle: -Bu depremde dört torunumu kaybettim evladım, dedi. Onların içecekleri sütü diğer yavrularıma hediye etmek istemişsem, hata mı etmişim.

Bu hadiseyi anlatanlar, “ihtiyar adama çıkışan o kişinin ağlayışını ve ona sarılarak özür dileyişini hiç unutmuyoruz” diyorlar. Yukarıdaki tablo, 17 Ağustos depreminde Sapanca’da yaşandı. Ama gazeteler yazmadı.

Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi Nisan 2002

9 Aralık 2014 Salı

Avucunuzdaki Kelebek

14:43:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zamanın birinde çok akıllı iki kardeş yaşarmış. Etrafındaki ve okuldaki bilgiler kendilerine yetmediğinden, annesi onları, bulundukları beldenin bilge adamına götürmüş.

Kardeşler, bilge adama pek çok sorular sormuşlar ve her defasında kendilerinin tatmin olduğu cevaplar almışlar. Bundan çok memnun olan kardeşler, bir müddet için bilgenin yanında kalıp daha çok şeyler öğrenmek için annelerinden izin istemişler ve bilge adamın yanında kalmışlar.

Bilge adama sorduklarına ve aldıkları cevaplara çok sevinen ve mutlu olan çocuklar bir süre sonra bu işten sıkılmaya başlamışlar. Bilgenin bilemeyeceği bir soru bulmamız lazım diye düşünmüşler.

Kardeşlerden biri, “Buldum” demiş. “İki elimin arasına bir kelebek koyacağım ve bilge adama soracağım. Avucumun içinde bir kelebek var, canlı mı ölü mü? Ölü derse kelebeği bırakacağım, canlı derse avucumu hafifçe bastıracağım. Her ne derse cevabını bilemeyecek!”

Kelebeği ellerinde tutan kardeşlerden biri, kapalı tuttuğu ellerini bilgeye doğru uzatmış ve sormuş...

“Avucumun içinde bir kelebek var, canlı mı ölü mü?”

Bilge, uzun uzun çocuğun gözlerinin içine bakmış ve cevaplamış:

“Senin ellerinde evladım, senin ellerinde...

Aşkınız...

Geleceğiniz...

Gençliğiniz...

Hayatınız...

Her şeyiniz...

Huzurunuz...

Mutluluğunuz...

Sizin ellerinizde...”

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

Tarif

14:20:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adamın biri ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

- Buraların yabancısıyım, parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.

Çocuk arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

- Ben de buraya ilk defa geliyorum ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor sanırım.

Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.

Çocuk :

- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz ? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

- İyi ama bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malum demiş adam ?

- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez diye atılmış çocuk. Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız,fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyacaksınız.

Adam gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış adamın kendisini fark ettiğini.

Işığa hasret gözlerini onsan saklamaya çalışırken :

- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki. Siz görebiliyorsunuz değil mi ?

Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken :

- Artık emin değilim demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi Mayıs 2002

8 Aralık 2014 Pazartesi

İyilik Vakti

14:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; "-Gayet iyi." dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi. Cep telefonu çaldığında, akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.

- Alo… kızım, nasılsın?

- İyiyim anne. Ne oldu?

- Sana bir sürprizim var.

- Sürpriz mi?

- Evet. Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş…

- Eee kimmiş?

- Kim olduğu sürpriz. Fakat onu, senin almanı istiyorum.

- Ben mi?

- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.

- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen!?

- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.

- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım?

-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim. O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.

- Tamam anne, tamam…

- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum. Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.

- Hemen darılma, tamam dedim ya…

- O nasıl tamam demekse… Neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.

Genç kız, izin alıp çıktı. Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını fark etti. Arkadaşlarıyla hep paralı, lüks eğlence yerlerine giderlerdi.

Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti.

"-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam" diye düşündü.

Köylü kadın çekinerek seslendi;

- Afv edersin kızım, bir şey sorabilir miyim?

"Kızım" diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.

- Ne var, adres mi soracan!

Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;

- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.

- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.

Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. "-Nihayet." diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.

Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü. Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;

- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı?

Kadın dayanamadı;

- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim!

- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş.

-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.

Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.

Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.

- Merhaba kızım, Zeynep Teyzen nerde?

- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dilenmek için gelmiş biriymiş.

- Allah Allah! Giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.

Genç kız bir an durakladı.

-Küçük bir kız mı?

- Evet.

- Anne! Biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi?

- Kültürsüz değil ama zengin değil.

- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.

- Köyden gelen kadına ne denir ki!

- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.

- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. "Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda, ben kapınızı çalarım." dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.

-Ne istiyormuş?

- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.

- Anne, o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım?

Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;

- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.

- Eee…

- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri, atları, tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.

-Evet, hatırladım.

- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.

- Herhalde şimdi anlatacaksın…

- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rûzgâr bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rûzgâr bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler her yeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…

- Niçin ?

- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah! Baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…

Yazar: Ahmet Ünal ÇAM

İnsan Olmak

13:41:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir bilgeye, “Nasıl insan oluruz?” diye sormuşlar.

“Üç adım atmakla” diye cevap vermiş bilge kişi:

“Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir; insanlığa attığın ilk adım budur...

Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise, ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın.

Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insansın ve insan olursun...”

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

Paraya Güvenmek

13:17:00 Posted by Mücahid Reis No comments


MAĞRİB’DE BİR şehrin ilim ve faziletçe en meşhur âlimlerinden biri, her gün olduğu gibi, o gün de öğrencilerine ders vermekle meşguldü. Ancak, âlimle acilen görüşmek isteyen bir kişi yüzünden, derse birkaç dakika ara vermek zorunda kaldı.

Gelen kişi, şehrin en zenginlerinden biri değilse bile, hatırı sayılır tüccarları arasındaydı. Adam, âlime:

“Size bir maruzatım var” dedi. “Ben hacca gitmek istiyorum. Bunun için, sene boyu kenarda üçyüz altın biriktirdim. Acaba bu para rahatlıkla gidip gelmem için yeterli olur mu?”

Âlimin cevabı şuydu:

“Bu para rahatlıkla gidip gelmen için yeterli olmayabilir.”

Bunun üzerine, adam:

“Peki öyleyse,” dedi. “Biraz daha biriktirir, seneye giderim.”

Adamın medreseden ayrılmasının üstünden fazla bir zaman geçmeden, bu kez, ayağında çarık, elinde küçük bir bohça ile sade halli bir derviş âlimin ziyaretine geldi.

“Fazla durmayacağım” dedi derviş. “Allah nasip ederse, hac için yola düştüm. Diyeceğin, istediğin birşey var mı?”

Âlim:

“Yolun açık olsun. Oralara bizden de selâm götür; dua et bizim için” dedi, sonra da kucaklaşıp vedalaştılar.

Öğrenciler, yarım saat içinde gördükleri bu iki manzara karşısında şaşkına dönmüşlerdi. İçlerinden birisi:

“Hocam” dedi, “Tüccar geldiğinde, ‘Hac için üçyüz altın yetmeyebilir’ dediniz. Bu adamın ise belki bir altını bile yok. Ama ona yolun açık olsun dediniz.”

Âlim şu cevabı verdi:

“Çünkü tüccar, parasına güveniyordu. Üçyüz altının başına ne geleceğini, yetip yetmeyeceğini ben garanti edemem. Ama derviş, ‘Allah nasip ederse’ diyerek yola koyulmuş. İnanıyorum ki, güvendiği Allah onu yolda bırakmayacaktır.

Kaynak:Selim Gündüzalp Düşündüren Öyküler

Özenti

12:49:00 Posted by Mücahid Reis No comments
FAKİR BİR ADAM, her gün televizyonlarda boy gösteren ve "ülkenin sayılı zenginlerinden biri" şeklinde tanıtılan sanayiciye özenip, onun gibi olmaya karar vermiş. Sık sık Allah'a yalvarıp:

-Ver Yarabbi!. diyormuş. Fakirlikten bezdim usandım artık!.

- Adam, bu işi aklına koyunca, cebinde kalan son kuruşlarını, yine zenginlerin yazdığı "Nasıl Zengin Olunur?" ya da "Zenginliğin Sırları" gibi kitaplara yatırıp, her birini dikkatlice okumuş. Okumuş ama, açıkçası pek bir şey anlamamış. Her halde en iyi yol, dedesinden duyduğu şeyleri yapmakmış.

- Allah bütün duaları işitir!. dermiş, nur yüzlü dedeciği. Ne istersen O'ndan istemelisin.

Torunu, mecbur kalınca bu yolu seçmiş. Üstelik de dua için para gerekmiyormuş. Bir cuma namazında, sabaha karşı kılınan teheccüd namazının ve hemen arkasından yapılan duaların kıymetini öğrenince, geceleri yatmamaya başlamış. Saatlerce namaz kılıp, göz yaşları içinde dua etmiş. Bu arada kurbanlar da adamış tabi. Fakirlikten kurtulursa bir koyun, zengin sayılınca iri bir dana, köşeyi döndüğünde de bir deve kesecekmiş. Gelen miktara göre, bu sayı daha da artabilirmiş.

Paranın gelmesi geciktiğinde, bu sefer de oruca niyetlenmiş. Her ayın on beş günü, hiç aksatmadan oruç tutuyormuş, üstelik de fazla bir şey yemeden. Sonunda bir deri bir kemik kalmış ama, kendisine bir haller olmaya başlamış. Yakınlarına, gâipten tuhaf sesler duyduğunu, hatta bazen birileriyle konuştuğunu söyleyip duruyormuş.

Duyduğu ses her neyse, bir gün ona seslenip:

- Ey garip adam!. demiş. Özendiğin o kişiyi tanıyor musun?

Adam biraz düşünmüş. Bahsedilen kişiyi, sadece ekranlarda gördüğünden, nasıl yaşadığını, neler yiyip içtiğini, nerelerde gezdiğini pek bilmiyormuş.

- İstersen daha yakından tanı!. demiş ses. Hem önceki hayatını, hem sonrasını.

Ve mânevî bir sinemayla, hayranlık duyduğu kişi gösterilmiş adama.

Perdeye ilk yansıyan, o zenginin önündeki bir insan seli imiş.

Adam, hemen sormuş: “Bu kuyruk nedir?” diye.

- Zengin adam, işçilere aylık veriyor!. denmiş. Bir çok fabrikasında, karınca sürüsü gibi işçi çalışır. Maaşları kendisi vermekten hoşlanır.

Fakirin hayranlığı, iyice artmış. Böylesine alçak gönüllü bir kişiyi, ilk defa görüyormuş.

Mânevî sinemada, manzaralar peş peşe sıralanmış. Biraz sonra farklı bir görüntü gelmiş perdeye. Zenginin elinde süslü bir bavul varmış, yanında da bir çok koruması elbette. Fakir olan, hayranlıkla ona bakarken, duyduğu ses bu sefer:

- Beğendiğin o kişi, güzel bir tatile çıkıyor!. demiş. Mevsim henüz kış ama, o sıcak bir ülkede dinlenecek. Tabi ki güneşte biraz bronzlaşacak!.

Fakir adam, bir kez daha içini çekmiş. Çünkü o güne kadar, ırgat gibi çalışmaktan tatil yapmamış.

- Ver Allah'ım!. demiş, sessizce mırıldanıp. Ben de onun gibi keyif süreyim.

Fakir adam daha sonra, o zenginin hayatından bir çok tablo seyretmiş. Boğazdaki muhteşem villasını, en son model üç beş tane arabasını, bankadaki hesaplarını falan.

Fukaracık, hülyalara dalıp giderken, o ses tekrar çınlayıp:

- İstersen farklı bir film koyalım, demiş. Anlaşılan bu işten çok hoşlandın.

Evet!. diye atılmış fakir adam. Hoşlanmamak mümkün mü?

Görüntüler tekrar sıralanınca, adam bir yanlışlık var zannederek:

- Bu manzara yeni değil her halde!. demiş. Biraz önce aynısını görmüştük. Bir çok insan yine kuyruğa girmiş. İkinci görüntüde, bavulunu tekrar yanına almış. Her halde yine tatile gidiyor.

Hayır!. demiş, kendisiyle konuşan. Kuyruktaki kişiler, ‘kul hakkı’ndan alacaklı olanlar. O zenginden hakkını istiyorlar.

O bavula gelince:

Adam uzun bir tatile çıkıyor. Fakat bu sefer, çok daha sıcak bir yerde bronzlaşacak. Gördüğün manzaralar, adamın öldükten sonraki halleridir.

Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi Şubat 2007

7 Aralık 2014 Pazar

SON BOMBA YÜREĞİME

14:56:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Amerika ve İngilterenin beraber yaptığı bombardıman, Bağdat’ın üzerine kâbus gibi çökmüştü. 1998’in ramazan ayına bir gün kalmıştı. Fakat Irak halkı, oruç ayına neşeyle değil, korku, hüzün ve yoklukla giriyordu. Yıllardır zalim devlet başkanlarından çektikleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD’nin Saddam’ı bahane ederek yaptığı saldırılar,ambargonun getirdiği sefalet, halkı ölüm sınırına çoktan getirmişti. Dünyanın bir ucunda balinaları kurtarmak için trilyonlar harcanırken, burda insanları öldürmek için çok daha fazla para harcanıyordu.



Yaşlı Abdullah ve ailesi de, yokluk çekenlerdendi. Sekiz yıldır süren ambargo, oğlu Hasan’ın da işlerini bozmuş, para kazanamaz olmuştu.Ailenin tek çalışanı olan oğlunun ne sıkıntılar çektiğini biliyordu. Hasan’ın fedakârlık yaptığını, bazen peşpeşe birkaç öğün hiç birşey yemediğini çok iyi biliyordu ama elinden birşey gelmiyordu. Son zamanlarda kendisi de torunları bir lokma fazla yesin diye sofradan aç kalkıyor, ancak yaşamını sürdürecek kadar yiyordu. Yine de sıkılıyor, utanıyor, gece gündüz ne yapabilirim diye düşünüyordu. Geçen yaz ortası ölen torunu Zehra gözlerinden gitmiyordu. Gerçi doktorlar, ilaç olmadığı için kurtamadıklarını söylemişti ama Abdullah dede; ”-Eğer torunum yeterince beslenseydi, zayıf düşüp hastalanmazdı” diye düşünüyordu.
Zehra’nın “-Dedeciğim”  deyişi aklına geldikçe yaşaran gözlerini zorlukla saklıyor, hemen bastonuna uzanıp, torunlarının “-Dede,nereye !..” diye seslenişlerine cevap vermeden, kendini sokağa atıyordu.



Akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş yaklaşırken, Abdullah dedenin evinde ailecek sofraya oturmuşlardı. Ne olduğunu anlamadığı, çok olsun diye bolca su katılmış çorbaya kaşık sallıyorlardı. Büyükler yokluğun ezikliğini paylaşıyordu. Ama çocuklar çorbaya itiraz ediyor, çocuk saflıklarıyla çaresiz büyüklerini ne kadar yaraladıklarını bilmiyorlardı.



O sırada dışardan siren sesleri gelmeye başladı. Anlaşılan yine bombalama başlayacaktı. Sofrayı olduğu gibi bırakıp karı-koca çocuklarını kucakladılar. Son birkaç gecedir insafsızca yapılan bombardımanlarda, bu koşuşturmaya alışmışlardı. Özellikle önceki gece gördükleri manzaradan sonra daha büyük korkuyla, aceleyle sığınağa koşuyorladı. Önceki gece, bombardımanın bitiminden sonra, sığınaktan çıktıklarında kendi evlerinden az ötede, sığınağa gidemeyen bir anne ile çocuğu biribirine sarılmış olarak, feci halde ölmüştü. Son anında bile çocuğuna sarılmış olan annenin vücudunun yarısı yoktu.



Aceleyle evden çıktılar. Henüz birkaç adım uzaklaşmışlardı ki, kucağında iki çocuğunu taşıyan Hasan, babasının çıkmadığını farketti. Hızla eve döndü. Kapıdan içeri baktığında, babasının düşünceli düşünceli oturduğunu gördü, telaşla seslendi;
“Hadii babaa!.. siren seslerini duymadın mı!..”.
Yaşlı Abdullah sesine öfke tonu vermeye çalışarak seslendi.
-Ben çocuk değilim, geliyorum. Sen oyalanma çocukları götür.
 Kalktı bastonuna uzandı, sonra kapıda bekleyen oğluna döndü;
-Bak hâlâ bekliyor. Yaşlandım diye sözüm dinlenmiyor mu artık !…”
-Estağfurullah baba. Ama sen de acele et biraz
Bu sözüne de babasının kızabileceğini düşünerek hemen dışarı çıktı, kucağında çocuklarıyla sığınağa doğru koşmaya başladı.



Hasan, evini görebileceği son köşeyi dönerken durdu, geri baktı. Babasının çoktan kapının önüne çıkması gerekirdi ama görünmüyordu. Acı siren sesleri arasında birkaç saniye daha bekledi ama babası çıkmadı. Geri dönmeye cesareti yoktu, babasını kırmaktan hâlâ çok çekinir, daima saygılı davranırdı. Koştu sığınağa girdi, hanımını aradı, izdiham yaşanan kalabalıkta şans eseri kısa sürede buldu. Çocuklarını hanımının yanına bıraktıktan sonra babasını aramak için geri dönmek istedi ama kalabalıkta geriye gitmesi çok zordu. Epey gayret ettikten sonra kapıya yanaşmıştı ki sığınağın kapılarının kapatıldığını gördü. O ana kadar girmiş olabileceğini ümit ederek babasını aramaya başladı, ama bir türlü bulamıyordu, gittikçe daha çok endişeleniyordu. Dışardan bomba sesleri gelmeye başlayınca Hasan birden irkildi, “-Baba !..”  diye bağırarak sığınağın kapılarına hücüm etti. Yokluk içindeki aileye yük olmamak için babasının kendini feda etmek istediğini anlamıştı ama sığınağın kapılarını açtırması imkansızdı.


Abdullah dede, evin hemen önüne koyduğu sandalyede oturmuş, gökyüzünü seyrediyordu. Gökyüzünden geçen parlak ışıltılı, alevli bombalara bakıyor, içini çekiyordu;

“-Çocukken, kayan bir yıldız görünce ne çok sevinirdim. Bu bombaları atanlar da çocukken öyle sevinir miydi acep?”



Abdullah dede, okumuş bir adamdı, kültürlüydü. Bağırdı gökyüzüne;

“-Eh Amerika, eh İngiltere mazlumun ah’ı kalır mı sanırsınız !.  Sizden büyük Allah var !..”

Bunu söylerken Atlantis denen kayıp ülke hakkında yıllar önce okuduğu yazıyı hatırlamıştı. O yazıda, teknolojisi ve ordusu diğer ülkelerden çok güçlü olan Atlantislilerin, diğer ülkeleri sömürdükleri, ezdikleri ve artık hiç bir gücün karşılarında duramayacağını düşündükleri bir zamanda, gökyüzünden düşen çok büyük bir meteorun çarpmasıyla tüm kıtanın okyanusa gömüldüğü anlatılıyordu. Abdullah dede, ABD’yi Atlantis’e benzetiyordu. Tekrar bağırdı;

“-Mazlumun ah’ı kalmaz !..” .Şehadet getirdi, oturduğu sandalyede başını önüne eğdi, dualar mırıldanmaya başladı…

Yazar:Ahmet Ünal ÇAM