Faydalı Paylaşımlar..

29 Eylül 2015 Salı

Fatih'in Halkını İmtihanı

11:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hazreti Fatih Sultan Mehmet istanbul'u fethetme plânları yapıyordu. Daha henüz 21 yaşında bulunan hükümdar, istanbul'un fethine girişmeden önce, halkını imtihan etmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili kıyafet ederek, Osmanlı'nın başşehri olan Edirne'de çarşıya çıktı.

Çarşının bir tarafından girip, alış - veriş yapmaya başladı. Birinci dükkâna varıp birşey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân sahibi vermedi.. Fatih'i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri mal olduğu halde neden vermediğini sordu.

Adam:

— Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum, ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir, dedi.

Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal aldı... İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı... Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı.

Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi:

— Ya Rabbi sana hamdolsun... Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans'ı, dünyayı bile fethederim, dedi ve istanbul'un Fetih planlarını hazırlamaya başladı.

51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, Akşemseddin Hazretlerinin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu. İstanbul fetholunduktan sonra, Osmanlı imparatorluğunun merkezi Edirne'den İstanbul'a taşındı.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

27 Eylül 2015 Pazar

İyiliğin Karşılığı

13:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Kavurucu çölün ortasında üç genç yorgun argın ilerliyorlardı. Bu gençler, Peygamber efendimizin torunları Hasan, Hüseyin ile amcalarının oğlu Abdullah idi. Mekke'den Medine'ye dönüyorlardı. Çöl ortasında yiyecek ve içecekleri tükenmişti. Çok da acıkmış ve
susamışlardı. Yüce Allah'a sığınarak yollarına devam ediyorlardı..

Biraz ilerde, çölün bittiği yerde bir çadır farkettiler. Dizlerindeki son dermanı da kullanarak çadıra zar-zor ulaşabildiler. Çadırdan, fakir olduğu her halinden belli olan bir kadın çıktı. Ona selâm vererek:

- İçecek bir şeyiniz var mı teyze? diye sordular. Kadın onlara sevgiyle baktı. Çadırın içinde serin bir yer göstererek

- Buyurun oturun hele, dinlenin biraz, dedi.

Yaşlı kadının bu davetini seve seve kabul
ettiler. Oturup dinlendiler. Hazret-i Hüseyin Efendimiz tekrar sordu.

- İçecek bir şeyiniz yok mu teyze?

Kadın güler yüzle cevap verdi:

- Bir keçim var.

Onlar kadının ne demek istediğini anlamaya
çalışırlarken, kadın da dışarı çıkmıştı.

Bir müddet sonra bir bakraç sütle dönüp onlara birer tas ikram etti. Böylece susuzluklarını giderince, bu defa ne kadar aç olduklarını hissettiler.

- Teyzeciğim, karnımız da çok aç. Acaba yiyecek bir şeyiniz var mı? diye sordular.

Kadıncağız yine güler yüzle;

-Bir keçim var, diyerek dışarı çıktı. Çok geçmeden keçi ile beraber çadırın önüne geldi ve içeri seslenerek;

- Bana yardım ederseniz keçiyi kesip pişirebiliriz, dedi.
Bu iyiliksever kadını kırmayıp, keçiyi kesip yüzerek hep beraber pişirip yediler.

Sonra da;

- Teyzeciğim bizler Haşimoğullarındanız, Medine'ye yolunuz düşerse mutlaka bize uğrayın, diyerek ona hayır dualarda bulunup yola koyuldular.

Onlar gittikten az sona kadının kocası geldi. Keçiyi ortalıkta göremeyince hanımına sordu. Kadıncağız olanları bir bir anlattı.

Adam karısına şaşkın şaşkın bakakaldı. Sonra oturup bir müddet kara kara düşündü ve;

- Biliyorsun ki o keçiden başka bir şeyimiz yoktu, dedi. Şimdi ne yapacağız?

Karısının hiç de üzgün bir hali yoktu. Beyini teselli ederek;

- Allah, darda kalan kullarını gözetir, dedi.

Onlar gibi temiz, asil ve nur yüzlü insanları ağırlamak herkese nasip olmaz. Kadın, onların peygamber torunu olduğunu bilmediği halde, sırf Allah misafiri diye tek serveti olan keçisini ikram etmişti.

Aradan uzun zaman geçmiş ve kadınla kocasının yolu bir gün Medine'ye düşmüştü. Alışveriş için şehrin pazarına doğru yürürlerken, güler yüzlü bir genç çıktı önlerine.

Bu, Hazret-i Hasan'dı. Kadını tanıyıp selam verdi ve;

- Beni hatırladınız mı? diye sordu.

Yaşlı karı koca bir müddet şaşkın şaşkın baktılar Hazret-i Hasan'ın yüzüne. Onlar hatırlamayınca, Hasan efendimiz açıkladı:

- Bir müddet önce üç kişi sizin çadırınıza gelmişti. Onlara süt ikrâm etmiş, bir de keçinizi kesmiştiniz. İşte ben onlardan biriyim.

Kadının yüzü sevinçle aydınlandı.

- Tabii ya! Sen o hayırlı misafirlerden birisin.

Hazret-i Hasan onları evine götürüp, çok tatlı şeyler söyleyerek ikram ve iltifatlarda bulundu. Sonra da 1000 dirhem gümüş ve yüz
koyun borç alarak onlara hediye edip, yanlarına da bir adam kattı ve kardeşi Hüseyin'e yolladı.

Hazret-i Hüseyin efendimiz de tıpkı ağabeyi gibi onları güler yüzle
karşıladı. O da bin dirhem gümüşle ikiyüz koyun borç alıp hediye
etti ve onları üçüncü kişi olan amcaoğlu Abdullah'a gönderdi. Abdullah onları sevinçle karşılayıp evine davet etti ve;

- Hasan ve Hüseyin'e uğradınız mı?
diye sordu. Kadın;

- Evet, dedi. Onlar ne kadar cömert insanlarmış ki bize pek çok koyun ve gümüş hediye ettiler.

Hazret-i Abdullah derin bir nefes aldı ve dalgın gözlerle boşluğa bakarak;

- Keşke önce bana gelmiş olsaydınız, dedi. Onlar Sevgili Peygamberimizin torunlarıdır. Dünya malına önem vermedikleri için mutlaka borç altına girmişlerdir.

Kadınla kocası onların kim olduklarını öğrenince karşılaştıkları bu nimet için çok sevinip şükrettiler.

Abdullah da onlara 2000 dirhem gümüşle dörtyüz koyun hediye etti ve güler yüzle uğurladı. Böylece karı koca 4000 dirhem gümüş ve yediyüz koyunla, yani büyük bir servetle çadırlarına döndüler.

Peygamberimizin sevdiklerine yapılan küçük bir yardımın karşılığını daha dünyada iken böylesine bir servetle gördüler.

Kim bilir ahirette ne gibi mükafatlarla karşılaşacaklardı..

Kaynak: İbret Veren Hikayeler, Gonca Yayınevi, 2005.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Kerametli Koyun

10:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Fidda hanım, fakir bir insanın hanımıydı. Kocası gece gündüz çalışıp çabalar, ama günlük nafakadan fazlasını elde edemezdi. Bu yüzden yavrularına süt sağacakları bir tek koyunu ancak alabilmişlerdi. Ko­yun onlar için biricik geçim kaynağı idi.

Ama ne Fidda hanım hâlinden şikayetçiydi, ne kocası.

İkisi de Allah'ın verdiği sağlık ve afiyete şükürler ediyordu. Haklarında takdir edilen helâl rızka rıza gösteriyorlardı. Ne var ki, bir kurban bayramında bu müşterek huzurları bozulur gibi oldu. Evin beyi, ellerindeki tek koyunu kurban etmek istiyordu. Hanım ise:

- Bize kurban vacip değildir. Hem sütüyle çocuk­larımızı beslediğimiz koyunu kesmemiz doğru da ol­maz. Sonra çocuklarımızı ne ile besleriz? Diye itiraz­da bulunuyordu.

Bey, sonunda o güne kadar çektiği maddi sıkın­tılardan asla müşteki olmayıp haline rıza gösteren hanımının bu itirazını anlayışla karşıladı. Koyunu kurban etmekten vazgeçti.

Allah'ın hikmetine bakın ki, bayramdan bir kaç gün sonra bir misafir geldi. O akşam kendilerinde kalacaktı. Halbuki sofraya koyacak hiçbir şeyleri de yoktu. Evin beyi bu defa mahcubiyet hissi duymuş, hanımına teklifini tekrar etmişti:

- Bu koyunu keseceğim. Misafir sofrasına koya­cak başka bir şeyimiz yok çünkü.

Fidda hanım düşünmeye başladı. Akşam sofra­nın boş olacağını hatırlayınca, o da boynunu eğdi.

- Başka çaremiz yoktur. Bari duvarın dışına çı­kar, benim görmediğim yerde kes.

Hanım evin avlusu içindeyken evin beyi dışarı çıktı. Sütüyle çocuklarım beslediği koyunu, misafir için kesmeye başladı.

Bu sırada, avlu içinde kesim işinin bitmesini bekleyen hanım, birden şaşkına döndü. Çünkü du­varın üzerinden sıçrayan bir koyun, avluya atlamış, az sonra da yanına kadar gelerek kendisini koklamaya başlamıştı.

Fidda hanım, beyinin koyunu elinden kaçırdığı­nı düşündü. Ama dışarı çıkıp bakınca, koyunun ke­silip yüzülmeye başlandığını gördü. Hayreti artmış­tı... Komşulardan birinin koyunu duvardan atlayıp içeri girmiştir, diye düşündüler karı koca. Köyde tel­lâllar çağırttılar, koyunu sahibinin almasını istediler. Ne var ki, hiç kimse çıkıp da:

- Benim koyunum kayboldu, sizin avluya atla­yan koyun bizim olabilir, demedi.

Fidda hanım, durumu İmam Efendiye anlattı. Hoca Efendi şu tavsiyede bulundu:

- Bu koyunu besleyiniz. Besleme ücreti olarak da sütünü çocuklarınıza içiriniz. Şayet sahibi çıkar­sa besleme ücreti olarak sütünü içmiş olursunuz, koyunu da sahibine iade edersiniz. Çıkmazsa Al­lah'ın size lütuf ve ikramı olur, muhtaç olduğunuz için sizde kalabilir...

Bu arada Fidda hanım, koyunda garip şeyler görmeye başladı.

Ne zaman bakracı memeleri altına koyup da sağ­mak istese koyunda hemen bol süt hâsıl olur, bir de­fasında sade süt tadında, bir defasında da bal tadın­da bol süt sağar idi. Nihayet meçhul koyunun bu gizemli durumu çevrede meşhur oldu.

Misafirlerinin hatırı için kestikleri koyuna muka­bil Allah'ın bir defasında sade süt, bir defasında da bal tadında süt sağdıran bir koyun ihsan etmiş ol­ması, ayrıca bu sütün dertlere şifa olma özelliği de taşıdığının ortaya çıkması etrafa şayi oldu. Artık herkes eline hediyeler alıp fakir Fidda hanımı ziyare­te geliyor, kâsesini de bu şifalı sütle doldurarak ayrılıp gidiyordu.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.45

25 Eylül 2015 Cuma

Marangoz | Yaşanmış Bir Öykü

08:23:00 Posted by Mücahid Reis No comments

YILLARIN marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir . özenle çalışırdı.

Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi.

İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.

Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.

İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile . lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.

Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır.
.
“Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz.

Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun:

“Canın sıkkın” dedi.

“Evet.”

“Sebep?”

“Bir talebe var... Üniversitede okuyor.”

“Ne var bunda?”

“Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.”
“Niye?”

“Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim... Açlıktan başı dönmüş...”

“Kimi kimsesi yok mu peki?”

“Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine
gitmişler.”

“Bu niye gitmemiş?”

“Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”

Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu:

“Sen ne yaptın peki?”

“Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.”

“Çıktı mı peki?”

Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu.

Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı:
“Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”

Tornacı hayretle baktı:

“Hepsini mi?”

“Hepsini.”

“Kurban alacaktın hani?”

“Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.

Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.

Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi:
“Allah kerim!”

Kadın başka soru sormadı. Tanırdı . kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı.

İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi.
Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam . belirdi: Merhaba usta!”

“Merhaba!”

Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi.

“Beni tanıyamadın . galiba.”

“Evet.”

“Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan... Paranın bir kısmını
vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?”

“Hatırlar . gibi oldum. Gebzeliydin galiba.”

“Evet... Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.”

Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza:

“Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.”

Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu.

“Buyur bir çay iç” dedi.

“Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.”

Ustanın elini sıkıp gitti adam.

Marangoz parayı saydı.

Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı!

En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi ve “Allah kerim!” dedi.

Ömer Sevinçgül Zafer Dergisi Ekim 2006 Sayısı