Faydalı Paylaşımlar..

30 Ocak 2015 Cuma

KOMŞULUK HASSASİYETİ

13:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İmam Hasan-ı Basrî hazretleri hasta oldu. Bir Yahudi komşusu kendisini ziyarete geldi. Ziyaret esnasında imamın yattığı odadan fena bir koku geldiğini hissedip,

"Ya İmam! Bu evde fena bir koku var" dedi. İmam da cevaben, "Benim hastalığımdandır" buyurdular.

"Bu hastalık kokusu değil, kenef kokusu. Allah aşkına söyle! Nedir bu?" diye ısrar etti. Zira kendi hanesinden, imamın hanesine lâğımın sularının sızdığının farkına varmıştı.

And vererek ısrar edince İmam:

"Birkaç aydır sizin lağımın pis suları bizim haneye sızıyor. Yaptırdımsa da sızıntı kesilmedi" deyince Yahudi:

"Niçin bize haber vermediniz?" dedi. Hazreti İmam:

"Belki sizi incitirim" diye cevap verdi. Yahudi, bu ahlâk-ı haseneye âşık olup iman ile müşerref oldu.

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

KERTENKELENİN RIZKI

12:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Evini yeniden dekore ettirmek isteyen Japon, bunun için bir duvarı yıkar. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasında, çukur bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken, orada, dışarıdan gelen bir çivi ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam bunu gördüğünde, kendini kötü hisseder ve aynı zamanda meraklanır da, kertenkelenin ayağına çakılmış çiviyi görünce.

Muhtemelen bu çivi, on yıl önce, ev yapılırken çakılmıştı. Nasıl olmuştu da kertenkele bu pozisyonda hiç kıpırdamadan on yıl boyunca yaşamayı başarmıştı?

Karanlık bir duvar boşluğunda hiç kıpırdamadan on yıl boyunca yaşamak çok zor olmalıydı.

Sonra bu kertenkelenin on yıldır hiç kıpırdamadan nasıl on yıl yaşadığını düşündü. Ayak çivilenmişti! Böylece çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye

başlar, "Ne yiyor acaba?" diye. Sonra nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkele gelir, ağzında taşıdığı yiyecekle...

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

SENDE ÇOCUK, BENDE KUYRUK ACISI OLDUKÇA BİZ DOST OLAMAYIZ

12:31:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Eski zamanlarda bir beldede fakir bir adam varmış. O kadar fakirmiş ki, köyün çobanı bile ondan zenginmiş. Adam bir gün dağda oduna giderken sıcaktan bunalmış. Bu vaziyette ağzını açmış, sanki "Su! Su!" diye bağıran bir yılan görmüş- Adamcağız kendi kendine, yılanı sulaması lazım geldiğini düşünmüş. Araya araya bir miktar su bularak yılanın üzerine dökmüş.

Yılan da hakikaten susuzluktan yanmakta olduğundan, adamın döktüğü suyu büyük bir zevkle yalamaya başlamış ve adamdan memnun olduğunu belirten bir tavırla oradan çekip gitmiş.

Birkaç gün sonra, adam yine ormana gittiğinde yılanı görmüş; yılan da adamı görünce boynunu bir tarafa kıvırarak "Ne yapayım ben?" der gibi çekip gitmiş...Fakat adam, dağdaki işini bitirip de evine dönerken, yine yılanla karşılaşmış. Fakat bu sefer yılanın ağzında bir altın varmış, adamı görünce oraya adamın geçeceği yola bırakıp çekip gitmiş.

Adam da altını alarak eve gelmiş, ikinci gün yılandan memnun olduğu için, sevinçle bir kaba süt doldurarak yılanı gördüğü yere
varmış ki yılan yine ağzında bir altınla adamı bekliyor. Adam sütü bir yere bırakmış, yılan da hemen ağzında- kini bırakarak süte koşmuş.
Adam altını alarak geri dönmüş ve arkadaşlık başlamış. Yani adamdan süt, yılandan altın... Derken adam zengin olup hacca gitmeye karar vermiş; oğluna da meseleyi uzun uzun anlatarak her gün bir şişe süt götürüp altını almasını söylemiş.

Adam hacca gittikten sonra çocuk, bir gün sütü götürüp altını almış. İkinci gün, "Ben" demiş, "her gün süt götüreceğime, yılanı takip eder, altının yerini öğrenir, onu öldürürüm. Ondan sonra da altınların tamamını alır, yılana süt getirmekten kurtulurum" demiş. Hakikaten ikinci gün sütü getirip altını aldıktan sonra, gitmeyip yılanı beklemiş. Yılan tam deliğine başını sokmuş, kuyruğunu da çekeceği zaman çocuk elindeki balta ile yılanın kuyruğunu kesmiş. Fakat yılan can
havliyle çıkarak çocuğu sokup öldürmüş ve deliğine geri girmiş, ama ölmemiş.

Adam hacdan gelip durumu öğrenmiş; ama yine de yılana minnettar olduğu için süt götürmeyi ihmal etmemiş. Bir gün sütü götürdüğünde yılana, "Kabahat bizim çocukta. Ben sana süt getirmeye devam edeyim, sen de bana altın getirmeye devam et!" dediğinde, yılan getirilen sütü içip lisân-ı hâl ile şöyle demiş:

"Arkadaş! Bu zamana kadar böyle devam ettik. Fakat bende kuyruk, sende de evlat acısı olduğu müddetçe, biz dost olamayız. En iyisi sen rızkını, ben de rızkımı başka yerlerde arayalım" deyip çekip gitmiş.İşte meşhur darb-ı mesel böyle meydana gelmiş.

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

SERÇE'NİN ÖLÜMÜ

10:03:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir baba ve çocuğu parkta yürüyorlardı. Çocuk şımarıkça babasını çekiştiriyordu. Ne görse almak istiyor, babası da onu hiç kırmıyordu.

-Ben biricik oğlumu üzer miyim hiç!

Her istediğine kolayca ulaşan bir çocuğun nasıl doyumsuz olacağını ve büyüdükçe ya bencil ya da en ufak bir sorunda mutsuz, asabi olacağını düşünmüyordu bile.

Çikolata, dondurma oyuncak derken, çocuğun gözü yemyeşil dallara konan-kalkan güzel kuşlara takıldı. Babasının çocukluğunda yaptıklarıyla ilgili anlattıkları aklına geldi;

-Baba sen çocukluğunda sapanla kuş avladığını söylemiştin ya!

-Evet, köydeyken sapanla çok kuş avlamıştım.

Çocuk ağaçtaki kuşları gösterdi;

-Ben de senin gibi avlamak istiyorum.

Adam güldü;

-Yok be oğlum, burda görürlerse kızarlar.

-Bana ne, ben de sapanla kuş avlayacağım.

Adam bir iki vazgeçirmek istedi ama şımarık yetiştirdiği çocuğunun vazgeçmeyeceğini hemen anladı.

-Tamam, ben çevredeki oyuncakçılarda sapan var mı bir arayım. Bu arada sen dedenin yanına git otur ama kesinlikle dedene anlatma. Deden çocukluğumda bir gün kuş avladığımı duyunca çok kızmıştı bana, iyi bir de dayak atmıştı.

Çocuk istediğine kavuşacak olmanın sevinciyle dedesinin yanına koştu, oturdu. Babasının nereye gittiğini soran dedesine sadece "Bana oyuncak almaya gitti." dedi. Parktaki güzel havayı içine çeken, kuş seslerini dinleyip huzur bulmaya çalışan dedesi de başka bir şey sormadı, sustu.

**** ****

Az sonra babası gelmişti. Dede görmeden çocuğa göz kırpıp cebindeki şişkinliği işaret ettikten sonra;

-İstediğin oyuncaktan kalmamış oğlum. Gel seninle biraz da ağaçların arasında yürüyelim.

Çocuk sevinçle babasına koştu. Dedesi "istediği oyuncak alınmayınca ortalığı birbirine katardı bu çocuk. Büyümeye mi başladı nedir!" diye düşündü, fazla üzerinde durmadı.

Çocukla uzaklaşan baba fısıldadı;

-Ortalık yerde sapan kullanırsan herkes kızar. Hem ağaçların arasında daha çok kuş vardır.

**** ****

Dede oğluyla, torununun arkasından baktı; "Uslanıyor kerata uslanıyor." diye mırıldandı. Sonra yine çevreyi seyre daldı. Birden gözleri bir renkli kuşa takıldı; "-Alaca serçe." Yüzünde bir sevinç dalgası dolaştı." -Nadir kuş, çocukluğumdan beri görmemiştim böyle rengarenk serçelerden." Yüreğinde bir heyacan duydu, ayağa kalktı. Çocukluğundaki gibi kuşların peşisıra koşmak istiyordu sanki. Hatıraları da o kuşla gökyüzünde kanat çırpıyordu. "-Alaca serçe. Hey Allahım, şu işe bak hele, dağda bayırda zor rastladığım serçe, bu parkta ha!". Kuşu takip ederken, kuşun dallar arasında bir yuvaya yaklaştığını gördü. Yüreği pırpır etti. Yuvada da bir dişi kuş vardı. Sanki, ağzında yemle gelen erkek kuşu karşılamak ister gibi sevinçle havalandı.

İhtiyar adam rahatsız etmemeye çalışarak, biraz daha yaklaştı. Onların bu sevincine ortak olmak ister gibiydi.

Yuvanın olduğu ağaca epey yaklaşmıştı, sevinçle kuşlara başını çevirmişti ki, dişi kuş göğsüne isabet eden bir taşla, acı çığlıklar atarak havada çırpınmaya başladı.

İhtiyar adam, kalbinin sıkıştığını, gözlerini yaşardığını hissetti. Kuşun çırpınarak gittiği yöne koştu. Kuş, parkın ortasına düşmüştü. İhtiyar adam yaşaran gözlerini silmeye çalışırken, erkek kuş çırpınarak ölen dişi kuşun yanına kondu.

Her zaman insanlardan kaçan erkek kuş, o anda yakındaki insanları görmüyor gibiydi. Eşinin yanına inmiş, bağırarak onu uyarmaya çalışıyor. Öldüğüne inanmıyormuş gibi sanki "Kalk insanlar geliyor" diye bağırıyordu.

Kuşun bağırışlarına toplananlar, saygı ve acı dolu bir şekilde uzakta durdular. Ortalıkta kuşun feryadından başka ses duyulmuyordu. Kuş gagasıyla eşini kaldırmak istiyor, itekliyor, çekiştiriyor, bağırıyordu.

Yaşlı adam torunuyla, oğlunun koşarak ağaçların arasından çıktıklarını gördü. Yüzlerinde ilk gördüğü gülüş ve torununun elindeki sapan herşeyi anlatıyordu. uzandı sapanı alıp, kırdı. oğluyla torununu ağlayan serçeyi görmeleri için, öne doğru itekledi. Torununa hiç bir şey söylemedi ama gözü yaşararak oğluna söylediklerini, torununun da duyacağı yükseklikte söyledi;

-Eşini kaybeden şu kuşun feryadını dinle önce, sonra da yuvada açlıktan ölecek yavruları düşün ve azcık vicdanın varsa utan. Çünkü ben senin bu yaptığından utandım.

Şımarık torun,  dedesinin ilk defa ağladığını görüyordu. Erkek kuşun feryadları karşısında kendisi de, belki ilk defa şımarıklıktan değil, kalbinde başka bir canlı için duyduğu üzüntüden ağlıyordu.

Yazar: Ahmet Ünal ÇAM Yazılış: 20-04-2005 17:45

29 Ocak 2015 Perşembe

SAVAŞTA BARIŞ

13:47:00 Posted by Mücahid Reis No comments

YIL 1918, yer Çanakkale, savaş devam ediyor. Gelibolu çıkartması başladı. Bazen Türkler, bazen İngilizler saldırıya geçiyor ama kesin üstünlük sağlayan taraf yok. 

Gögüs göğüse çarpışmalar henüz bitmiş, top atışları başlayınca her iki taraf meydanı boşaltıp geri çekilmişti. Ortalıkta zaman zaman duyulan top seslerinden başka ses ve hareket yoktu. Gün kararırken yavaş yavaş top sesleri de kesildi.

* * * * * *
Savaş meydanında ertesi sabah. . .

Bir Türk yavaş yavaş doğruldu, ölüm sessizliğindeki meydanı bir süre süzdü. Eli bayılmasına sebep olan başındaki yaraya gitti. Sıçrayan bir taş başına çarpıp bayıltmıştı. Önemli bir yarasının olmadığını anlayınca, bacaklarının üzerindeki ölüyü hafifçe yana itekledi, ayağa

kalktı. Ortalığı bir süre süzdükten sonra rastgele bir yöne yürümeye başladı. Pek geçmeden sağ tarafından gelen iniltileri duyarak durakladı. Seslerin geldiği yöne ilerledi. İnleyen iki kişi gördü, birden eli silahına gitti; inleyenlerin ikisi de İngilizdi, düşmanıydı. Silahı elinde bir süre dona kaldı. İnleyerek, henüz kendilerine gelen iki İngiliz korkuyla kendisine bakıyor, ateş etmesini bekliyorlardı. Türk İngilizlerin ikisinin de yaralı olduğunu farketti; biri kolundan, diğeri ayağından vurulmuştu. Bunun üzerine silahını indirdi, beline taktı, eğildi yaralarına baktı. Kolundan yaralı olanın durumu fena değildi ama ayağından yaralı olanın yarası kanıyordu. Türk İngilizlerin şaşkın bakışları altında, kasaturasını çıkardı ölmüş askerlerden birinin

atletini yırttı, ayaktaki yarayı kanı durduracak şekilde sardı , sonra diğerinin yardımıyla iki tüfeği yaralı ayağı korumak için bağladı.
Kurşunu çıkartamayacağını düşünmüştü. Diğerinin kolundaki kurşun derinde değildi kasaturayla kurşunu çıkardı, yarayı sardı. İngilizler sebebini anlayamasalar da Türk'ün kötülük yapmayacağını anlamıştı.

* * * * * *

Üçü birlikte bir yerlere varabilmek, kendilerine yardım edecek birilerini bulabilmek için amacıyla rastgele bir yöne doğru yola koyuldular. Türk de buralara ilk defa gelmişti, çevrenin en az İngilizler kadar yabancısıydı.

Joe adındaki ayağı yaralı olan İngiliz, kendisine yürürken de zaman zaman destek olan Türk'e minnettarlık duyuyor ama kolu hafif yaralı olan Fred adındaki diğeri hâlâ nefret doluydu. Üçü beraber yürürken Fred, Türk'ün dillerini anlamadığını da bildiğinden Joe'ya; "-İlk fırsatta Türk'ü öldüreceğim" dedi. Fakat umduğu karşılığı alamadı, Joe bu düşüncesine isyan etti. Fakat Fred, tek başına da olsa Türk'ü öldüreceğini söyledi.

Türk'ün yanında tabancası vardı ama diğerlerinin tüm silahlarını yere attırmıştı.

* * * * * *

Hava kararınca konakladılar. Türk yorgunluktan hemen uyuyakalmıştı. İngilizler biraz ötede yatmış ama henüz uyumamışlardı. Fred, Türk'ün uyuduğunu anlayınca usulca yerinden kalktı, belinde gizlediği bir bıçağı çıkararak Türk'e yaklaşmaya başladı. Onu gören Joe yerden doğruldu, alçak sesle arkadaşına bağırdı; "-Git, yat yerine!. . " Fakat Fred onu duymamışcasına ilerlemeye devam etti. Bu kez bacağı yaralı olan da yerden bir taş aldı, kendisine daha yakın olan Türkle arkadaşının arasına girmeye çalıştı. Joe'nun kararlı tutumu üzerine Fred sinirlendi ama Türk'ün uyanmasından çekinerek yerine gitti, yattı.

* * * * * *

Sabah Türk yanındaki yiyeceği İngilizlerle eşit paylaşınca, Fred'te de biraz yumuşama olur, ama uzun sürmez. Türk'ün düşman olduğunu, sağ kalırsa tekrar İngilizlerle savaşacağını düşündü. İlk fırsatta onu öldürmeye karar verdi. Joe'nun Türk'e aptalca bir minnet duyduğunu ve bu konuda onu güvenemeyeceğini düşünüyordu. Tek başına başarmak zorundaydı. O bir Türk, bir düşmandı ve ölmeliydi.

* * * * * *

Yer yer uçurumlarla kesilen bir patikadan ilerlemeye başlamışlardı. Aniden fırlayıp uçan bir kuş Fred'i şaşırtır, ayağı takılır, tam uçuruma düşecekken Türk atılır, bileğinden yakalar. Zorluklada olsa yukarı çekmeyi başarır. Sonra hiçbirşey olmamış gibi dönüp yürümeye
devam eder.

Fred, Türk'ün kendisini kurtardığına sevinememiş, hatta üzülmüş, sinirlenmişti. Ne yapması gerektiğine artık kendisi de karar veremiyordu.

Aynı dar yolda ilerlemeye devam ettiler. Türk bacağı yaralı olan Joe'ya çoğu zaman yardım ediyor, Fred biraz arkadan geliyordu. Arkadan gelen Fred, tutunmak için elini attığı yerde, tam eline oturan bir taş buldu. İçinde yine Türkten kurtulmak için büyük bir istek duydu. Kısa bir kararsızlıktan sonra, taşı eline alıp, Türk'e arkadan yaklaşmaya başladı. Son anda Joe onu farketti, kendisini yere atarken Türk'ü uyarmak için bağırdı. Bir tehlike olduğunu anlayan Türk ileri fırlarken, silahını çekip hızla döndü. Biran için sanki zaman durdu; birinin elinde tabanca, diğerinde taş ve yerde şaşkın Joe öylece kaldılar. Fred elindeki taşın, tabanca karşısında bir işe yaramayacağını düşünüp kahroluyordu. Türk bir kaç saniye daha öylece baktıktan sonra. bir dostu tarafından aldatılmış gibi, hayalleri yıkılmış gibi omuzları düştü. Tabancayı ters çevirip Fred'e uzattı. "-Hâlâ beni öldürmek istiyorsan, al !. . " der gibiydi. Fred şaşkınlık içinde tabancayı aldı ve Türk'e çevirdi. Ne olduğunu anlamak ister gibi kendisine bakan yerdeki Joe ile gözgöze geldi. Arkadaşı "-Yapma!. . " diye bağırınca, fırsatı kaçırmaktan çekinir gibi elindeki silahı daha da doğrulttu, parmakları tetiğe gitti.

Türk'ün "-Vefasızsın, kalleşsin !. . " diye haykıran gözlerinden kendini kurtarıp tekrar arkadaşına baktı; öfke dolu gözlerle karşılaştı. Yapamayacağını düşündü. Tabancayı tutan eli güçsüzce yanına düştü, sonra tabancayı Türk'e uzattı. Türk tabancayı sevinçle geri aldı, tekrar silahı ona çevirdi. Joe'nun şaşkın bakışları altında tetiğe bastı. . .

İngilizler şaşkınlık içinde kalmışlardı; silahta kurşun yoktu. Türk gülerek silahını beline koydu, cebinden çıkardığı kurşunları gösterdi. Silahını boşalttığı için Fred'e vermiş, onu denemişti. İngilizler de durumu anlayınca dakikalarca güldüler.

* * * * * *

Tekrar yola koyuldular. Birden Türk ayağını oynak bir taşa basıp yere yuvarlandı. Düşerken kolu sıyrılmış, bileği kanamıştı. Joe atletini yırtıp onun bileğini sarmaya hazırlandı, fakat kanın çok az olduğunu görünce bir an durdu. Sonra bıçağını çekip kendi bileğini de hafifçe kesip, kanattı. Sonra kanayan bileğini Türk'ün bileğinin üzerine koydu. Türk kankardeş olarak kabul edildiğini anlayınca gülümsedi. Birbirlerine sımsıcak, dostluk kokan bakışlarla baktılar. Onları ayakta seyreden diğer Fred de bıçağını çekip bileğini hafifçe kesti, yanlarına çömelip bileğini onlarınkiyle birleştirdi.

* * * * * *

Şafak sökerken yola koyuldular. Çok geçmeden bir kamp ateşi göründü, sevinç içinde yürüdüler. Uzun bir yürüyüşten sonra kampa yaklaşmışlardı. Sevinç ve heyacandan kampa çok yaklaştıkları halde, hiç kimseyi neden göremediklerini düşünmediler. Arkada kalan Türk gayri ihtiyari, eline aldığı boş tabanca ile oynuyordu.
Fred, kampta İngiliz bayrağını görüp sevinç naraları atmaya başlamıştı kî; iki el silah sesi sevincini kursağında bıraktı. Bir grup İngiliz askeri saklandıkları yerden neşeyle çıkarken, vurulan Türk cansız yere düştü. . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Joe, Türk'ün üzerine kapanıp ağlarken Fred kendini dermansızca dizlerinin üstüne bıraktı. Türk'ün tabancasını aldı. Bir süre boş boş ufuklara baktıktan sonra hıçkırıklarına engel olamadı. Arkadaşlarını Türkten kurtardıklarını sanan İngilizlerin şaşkın bakışları altında, arkadaşı gibi Türk'ün üstüne kapanıp ağlamaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu; "-Kardeşim!. . . Kardeşim!

Yazar:Ahmet Ünal ÇAM

28 Ocak 2015 Çarşamba

UMUT…

13:55:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kırk yaşlarındaki adamın elleri koynuna gitti, çabucak koynundan çıkardığı kağıdı yine aynı yaşlardaki diğer adamın ellerine tutuşturdu.
Karanlık sokakta yalnızdılar ama korkuyla çevresine baktı, sonra fısıldadı;
- Gardaş gider değil mi ?…
- Merak etme sen, kendi ellerimle büyük elçiliğe vereceğim.

Gülümsemeye çalıştı, ağzında dişlerinin nerdeyse yarısı yoktu.

- Herhal haberleri yoktur. Yoksa bize yardım ederlerdi, değil mi?

- Yok dedim ya.., Benim gitmediğim ülke kalmadı nerdeyse. Oralara da gittim. Kimsenin haberi yok.

- Kağıdı yetkililere verirsin gardaş, hem sende söylersin neler çektiğimizi.

Türkçeyi iyi konuşan Rus genç acele etti ;

- Tamam tamam yakalanacağız hadi parayı ver. Adam yeni hatırlamış gibi koynundan yıllarca biriktirdiği parayı çıkardı.

- Al. Açız, iş bulamıyoruz ama bu iş için helal olsun al. Genc Rus parayı sayarken, o anlatmaya devam etti,

- Çinliler bizi aç bırakıyor, işsiz birakıyor. Bir çocuktan fazlası yasak, işsiz olanların çocuk yapması bile cezalandırılıyor. Erkeklerimiz, onların kızlarıyla evlenemiyor ama onlar topraklarımıza sahip olmak için, bizim kızlarla zorla evleniyor. Bazılarımız, hiç olmazsa kızları aç kalmasın diye evlendiriyor.

Genc sıkılmıştı,

- Yakalanmadan ben gideyim.

Adam gözü yaşararak aceleyle sözlerini tamamladı;

-İbadetimize de engel oluyorlar. Kadınlarımızın zorla başını açıyorlar.

- Tamam hepsini söyleyeceğim, hadi eyvallah.

Bir an durakladı, adamın altmışında gösteren yüzüne baktı, sanki kuşkulanmış gibi sordu;

- Kaç yaşındasın ?

- Kırk…

Cevabı duyduktan sonra hızla uzaklaştı. Geride kalan adam, oğlu gibi görünen gencin ardından acılarla bezenmiş yüzüyle gülümseyerek el salladı. Bir süre, karanlık sokaklara baktı sonra yüzüne gülümseme yayıldı. İçinde yeşeren ümidi hissetti, dizlerine yeni bir can geldi. Hayata yeniden bağlandı.

Oysa ülkesinde, Doğu Türkistan da ölüm yaşının çok düşük olduğunu iyi biliyordu.

* * *

Genç Rus, parayı alıp, mektubu atmayı düşünmüştü ama eksik dişleriyle kendisine bakan Türk’ün hayali peşini bırakmamıştı. Sonunda Çin’den ayrılmadan, Türkiye elçiliğine uğramış, mektubu vermişti. Yetkili mektubu alıp kendisine beklemesini söyledi. Ticaret için çoğu ülkeye giden Rus, bildiği bir kaç dilin içinde en iyi Türkçeyi öğrenmişti.

Beklerken sehpadaki 1998 tarihli ama birkaç ay öncesinin gazetelerine gözü takıldı. Birini eline aldı ismini okudu; “Radikal” .

Doğu Türkistanla ilgili bir yazı olduğunu farkedince okumaya devam etti;

“Doğu Türkistan’daki Kökten Dinci Akımlar Çin’i Tehdit Ediyor”

Bir görevli, elinde geri gönderilen mektupla dalgın Rus’a yaklaştı;

- Büyük elçi meşgul, sizinle görüşemeyecek” .

Rus, gazeteleri göstererek, şaşkın bir ifadeyle sordu ;

- Bu gazeteler hangi ülkenin ?

Görevli gülümsedi,

- Türkiye.

– Hepsi mi ?

– Evet hepsi.

Adam elindeki gazeteyi bırakıp giderken, gözünde Doğu Türkistanlı adamın yüzü canlandı, sanki kendisiyle konuşur gibiydi;

- Sağol gardaş, sağol… sağol…

İçinin burkulduğunu hissetti…

Yazar:Ahmet Ünal ÇAM

AYAKKABI

09:38:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adam, dalgın ve yorgun bir halde evine doğru yürüyordu. Bazen kendi kendine konuştuğu oluyordu: -Rica etsem ev sahibi bu ay dursa, gelecek ay... Sonra kendisine kızarak "Sanki gelecek ay gökten para yağacak. Hem ev sahibim de zengin biri sayılmaz ki. Kimseden borç istemeye de yüzüm kalmadı.20 milyon da kiraya verince elde 10 kalacak, bakkal artık beklemez, 5 de ona. Kalan 5 de bir hafta yeter ya sonra? “Alacağı parayı ve ödeyeceği borçlarını düşünüyordu.

Adam evine geldiğini fark etti. İçeri girdi, sıkıntılarını olabildiğince ailesine yansıtmayan biriydi. Yüzündeki sıkıntılı ifadeyi zorla da olsa değiştirdi, güler yüzle içeri seslendi:

-Alo !.. Kimse yok mu? Bu yorgun ve yaşlı adamı karşılayacak kimse yok mu?

Hanımı koşarak geldi, ceketini aldı:

-Kusura bakma bey, geldiğini duymadım.

-Benim tatlı kızım nerde bakayım, saklandı mı yaramaz? Anne başını önüne eğdi...

-Ne oldu, bir şey mi var? Söylesene canım.

-İçerde ağlıyor.

-Ağlıyor mu? Niye?

-Ayakkabı istiyor.

-Daha önce konuşmuştuk, alamayacağımı söylemiştim. Hem ayakkabısı eski değil ki.

-Eskidiği için değil, arkadaşlarında gördüğü, yeni çıkan bir ayakkabıdan istiyor.

-Hanım biliyorsun para durumunu.

-Ben biliyorum da...

-Bir daha konuşayım bakalım, benim kızım anlayışlıdır. Çağır gelsin.

Kadın kızını çağırdı, kalkmak istemeyen kızını zor da olsa ikna etti, babasının yanına getirdi. Babası yanına oturttu. Olabildiğince kırmamaya çalışarak konuştu:

-Kızım, seninle daha geçen akşam konuşmuştum. Ayakkabı alacak kadar paramız yok, hem ayağındakiler de eski değil.

-Başkası nasıl alıyor?

-Yavrum onların durumu daha iyiyse alabilirler. Bizim şimdi iyi değil. Bekle belki bir kaç ay sonra alabiliriz.

-Banane arkadaşlarım aldı, ben de alacağım.

-Kızım sana o ayakkabıyı alırsak elimizde para kalmıyor. Getir bakayım sen şimdi giydiğin ayakkabılarını.

Kız hışımla getirdi, yere attı. Adam çocuğun saygısızlığını görmemezlikten geldi. Küçük çocuklar için böyle heveslerin ne derece önemli olduğunu biliyordu. "Hele arkadaşlarından biri onu kıskandırdıysa, o küçük dünyasında tüm hayali o ayakkabı olmuştur, başka bir şey düşünemez bile." diye aklından geçirdi. Fakat adamın da yapacak bir şeyi yoktu. Çok uzun bir sessizlik oldu, adam kızını kırmadan nasıl çözüm bulacağını düşünüyordu. Hanımı ise kocasının ayakkabıların yere atılışına sinirlendiğini düşünüp endişe ile bekliyordu. Adam umutsuzca kızına bir daha sordu:

-Kızım,bu ayakkabılar hiç de eski görünmüyor, bir kaç ay daha giysen?

-Eski işte eski, giymem. Bunlar eski!..

Adamın içi içini yiyordu. Bir medet arar gibi hanımına baktı. Yıllardır sıkıntı içinde yaşayan ama eve her gelişinde güler yüzünü eksik etmeyen vefâkar karısı, yapacak bir şeyi olmadığını göstermek için ellerini iki yana açtı. Adam birden ayağa kalktı, giyinmeye başladı.

-Kızım madem benim, "Ayakkabın eski değil." sözüme inanmıyorsun, giy ayakkabılarını, dışarıda az önce gördüğüm bir çocuğa soracağız, sen soracaksın. Eğer sorduğun çocuk bu ayakkabılar için "Eski" derse veya beğenmezse söz!.. İstediğin o ayakkabıları alacağım.

Ayakkabı alınmasından tamamen ümitsiz olan kız bunu duyunca heyecanlandı. Hemen hazırlandı. Baba kız el ele sokağa çıktılar. Hiç konuşmadan bir kaç sokak geçmişlerdi ki, babası az ilerdeki köşeyi gösterdi:

-Bak şu köşede oturan bir çocuk var, hemen hemen senin yaşlarında. Sor bakalım ayakkabıların güzel mi değil mi.

Kız hevesle çocuğun yanına koştu ama durdu kaldı. Çocuğun şaşkın bakışları arasında birkaç saniye orada kaldıktan sonra ağlayarak babasına doğru koştu. Soramamıştı.

Babası ağlayan kızını bırakıp, köşedeki çocuğun yanına gitti. Cebindeki bozuk paraları çocuğun önündeki mendile bırakıp döndü. Çocuk, hâlâ ağlayarak uzaklaşan kıza bakıyordu... Duvara yasladığı koltuk değneklerinin arasından.

Yazar:Ahmet Ünal ÇAM

27 Ocak 2015 Salı

Delik Portakal

13:46:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Asıl adı Mustafa idi ama , işte beş yüz yıldır, adını verdiği koca bir İstanbul semtinde, vefanın, insan sevgisinin, güzelliğin temsilcisi olarak yaşıyor.

İstanbul semtlerine, fetih günlerinden başlayarak verilmiş isimlerin her birinin bir hikayesi, bir anlamı, bir canlılığı vardır.

Karlı gecelerde, Vefa'daki o ünlü dükkandan güğümlerini doldurup şehrin sokaklarına kol kol dökülen bozacıları düşünün... Onlar tiryaki kapılarını bilirler ve o kapıların önünde "BOZA VAR, BOZA..." seslenişini çok ahenkli bir ifadeyle "Vefa'nındır!" diye mühürlerler. İnsana, sanki bozacılar, mallarının halisliğine Şeyh Vefa Hazretlerini tanık tutuyorlarmış gibi gelir de gecede kaç defa, varmış olduğu sonsuz uykusundan böylece uyandırılıyor ve hayatımıza karışıyor, gibi geliyor.

Asıl adı Mustafa idi dedik. İstanbul'a renk ve kişilik veren yüce kişilerdendi ama doğumu İstanbul değil, Konya idi.

Mustafa daha küçücük bir çocukken güzelliği ve bu güzelliğin etrafa saçtığı ışıkla, seçilmiş bir çocuktu. Bir gören bir daha başını çevirir bakar, sonra, dikkatli ve ihtiyatlı bir kimseyse "Maşallah!" der, bununla da yetinmez, Allah'ın lütuflarına karşı hayretle başını sallar,"Maşallah"ına bir de "Sübhanallah" eklerdi. Böyle bir çocuktu.

Anası, babası, Konya'nın tanınmış, sayılan ve sevilen insanlarıydı. Haramı helâlden seçmesini bilen erdemli, hâl ehli kimselerdi.

Mustafa, biraz boylanıp boslanıp mahalleye, diğer çocukların içine karıştığı zaman arkadaşları onu çok sevdiler. Yaramaz, atik-tetik bir oğlandı. Ancak bir huyu vardı. Nerede kırbalarını doldurmuş bir saka görse, dayanamaz, ne yapar, ne eder kırbayı deler, zavallı sakacığın kârına kesat karıştırırdı. Bir, iki derken, çocuk bunu iyice zevk edinmişti. Elinden kimse kurtulamıyor, kaçınca kimse tutamıyordu. Hiç bir saka da bu güzel yüzlü çocuğa el kaldırıp, onu bir güzel pataklamaya kıyamıyordu. Sonunda sakalar toplanıp, mahallenin büyüklerinden birine durumu anlattılar. O da, akşam üzeri, güzel Mustafa'nın babasını çağırıp, oğlunun yaramazlığını hikaye etti ve nazik nazik tembihledi:"Canını yakmadan, sen onu biraz korkutuver".

Baba eve geldiği zaman düşünceliydi. Mustafa, herhangi bir çocuk değildi. İşaretler ve müjdelerle dünyaya gelmiş ve onun doğumuyla beraber, hayatlarında pek çok şey değişmişti.. Sonra... kırba delmenin zararlı bir iş olduğunu da idrak edecek yaştaydı.

Yemeklerini yedikten sonra bu meseleyi önce karısıyla konuşmayı uygun görerek Mustafa'nın yatmasını bekledi ve güzel çocuk uykunun güzel derinliklerine dalınca hikayeyi hanımına aktardı. Sözünü de :"Ondan şüphe edemem, sen de eriştiği tecelliyi görüyorsun, çocuk bunu kendi kusurundan değil, ya senin, ya benim, bir eksikliğimizin, bir ayıbımızın etkisiyle yapıyor." diye bitirdi.

Uzun uzun, derin derin düşündüler, her ikisi de bir bir bütün hayatlarını hatırlamaya çalıştılar. Sonra Mustafa'nın annesi birden:
"Hatırladım" diye söze başladı."Hatırladım. Mustafa'm karnımda beş aylıktı. Karşı komşuya misafirliğe gitmiştim. Lamba iskemlesinin üzerinde bir tabak yemiş duruyordu. Hiç görmemiştim. Tadını da bilmiyordum. Onlara dışarıdan hediye gelmiş, adını da söylediler, portakalmış. Canım çekti, belki ikram ederler, diye bekledim. Ama onlar unuttular. Bir ara odada benden başka kimse yoktu. Bir tanesini aldım, elimdeki çorap şişi ile deldim ve birkaç yudum emdim. Mustafa'm hasta olmasın diye. Az sonra ev sahibi bana nar şerbeti getirdi. Söyleyeyim dedim ama cesaret edemedim, utandım"

Mustafa'nın babası gülümsüyordu. Bu masum itiraf, hem hoşuna gitmiş, hem huzurunu geri getirmişti. Karısı:"Ama, yarın gider helâllik dilerim, çocuğumuz iki yudum haram portakal suyunu bile kabul etmiyor. Ben portakalı deldiğim gibi, o da kırba delip ayıbımı yüzlüyor demek, hatta hemen şimdi gitsem de olur." dedi." Yok kadınım, sabah ola, hayır gele!" Döşekler yayıldı ve ana baba da Mustafa'nın daldığı derin uykuya girdiler.

Ertesi sabah Komşusundan helallik istedikten sonra bir daha hiç kimse kırbasının delindiğinden şikayet etmedi.

(Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları adlı eserinden)

24 Ocak 2015 Cumartesi

BİR ÖLÜM RÜYASI

13:38:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, 

“Bunda bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.

Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.

Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.

O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.
Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi.

Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.

Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?

Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...
Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...

Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.

Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..

Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:

“Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?
Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’ diyor.
Lokantanın garsonu bile hesap isterken...
Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...
Hesap sormazsın?..

İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.”

Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?
Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...

Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..

Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.

Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...
Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:

- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?
Kabirdeki şöyle cevap verdi:

- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.

- Anladım...

Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.

İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..

- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olmayı ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.

- İmandır kardeş, iman.
- Nasıl yani?
- Ben dünyadayken “La ilahe illallah Muhammedürresullah” lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.

Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.

Bizim Allah dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:

- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.

Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi...

Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.

Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:

- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.

- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..
İmam tebessüm ederek:

- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.

- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...

- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.
İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...

İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.

Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..
İlahi!.. Affet...

Fethi Turan
İlkadım İnternet Dergisi Mayıs 2001

23 Ocak 2015 Cuma

Allah'tan korkuyorum

14:59:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zamanın birinde İsrailoğullarından biri vardı, adam kendini ibadete vermişti. Çoluk çocuk sahibiydi. Günün birinde ailece aç kalırlar. Tamamen çaresiz kaldığı için yiyecek bir şeyler bulup getirsin diye karısını dışarıya gönderir.

Kadın bir tüccarın evine varır, çoluk çocuğuna yedirecek bir şeyler ister. Tüccar, kadına "olur, fakat önce bana kendini teslim et" diye teklif eder. Kadın hiç cevap vermeden çıkar, evine döner. Yavrularını "Anneciğim! Açlıktan öleceğiz, bize yiyecek bir şeyler ver" diye feryat eder durumda bulur.

Geri çıkarak tekrar tüccarın yanına varır, yavrularının acıklı durumunu anlatır. Tüccar "İstediğim olacak mı?" diye sorar. Kadın "Evet" der.

İkisi baş başa kalınca kadın öyle bir titremeye başlar ki, azaları yerlerinden çıkacak gibi olur. Tüccar "ne oluyor sana?" diye sorar. Kadın "Allah'tan korkuyorum" diye cevap verir.

Aldığı cevap üzerine kendine gelen adam "Sen şu sıkışık durumuna rağmen bu günahtan dolayı Allah’tan korkuyorsun, oysa asıl benim korkmam gerekir" diyerek yapacağı işten vazgeçer. İstediklerini vererek kadını gönderir. Kadın kucağındaki yiyecekler ile yavrularına döner. Çocukların sevinci sonsuzdur.

Bu sırada ulu Allah’tan tüccar hakkında Hz. Musa'ya (A.S.) vahiy gelir. Allah "Falan oğlu filana bütün günahlarını affettiğimi söyle" diye bildirir.

Bunun üzerine Hz. Musa (A.S.) tüccarı bulur, ona "Mutlaka Allah ile aranızda sır kalan bir hayır işlemiş olmalısın" der. O zaman tüccar kendisine yoksul kadınla arasında geçenleri anlatır. Hz. Musa (A.S.) " İşte bu yüzden Allah, geçmiş bütün günahlarını bağışladı" diyerek tüccara müjdeyi verir.

Kaynak: İmâm-ı Gazâli Mükâşefetü'l Kulûb Tercüme: Salih Uçan Çelik Yayınevi

Kötü Olaylara Sabretmek

14:32:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ermişlerden birinin bir arkadaşı varmış; devrin hükümdarı onu hapseder. Ermiş kişi, cezaevinde ki arkadaşının hal ve hatırını sormak için ziyaret eder ve:

- Hapishanede halin nasıldır? diye sorar.

Arkadaşı:

- Allah'a şükürler olsun, diye cevap verir.

Sonra, hapishaneye şişman bir Mecusi’yi getirirler; Mecusi ile onu zincirle bir araya bağlarlar. Öyle bir hal alır ki,adam, Mecusi nereye giderse, onunla birlikte gitmek zorunda kalır. Mecusi helaya gittiğinde, o da gitmeye ve hacetini bitirinceye dek onun yanında durup, pis kokuları çekmeğe mecbur olur ve bunun gibi hayli eziyetler çeker.

O ermiş olan dışarıdaki arkadaşı bu olayı duyar ve arkadaşını ziyaret edip halini sorar, hapisteki arkadaşı yine şöyle cevap verir:

- Allah'a şükürler olsun, der.

Bunun üzerine arkadaşı:

- Ne zamana kadar böyle şükredeceksin, senin içinde bulunduğun beladan, daha büyüğü var mıdır? der.

Bunun üzerine hapisteki;

- Ey kardeşim! ben aslında daha büyük felaketlere müstahakım. Allah'u Teala bu kadarla bana müsamaha etmiş ise, buna şükretmek vacip olmaz mı? Sen hiç işitmedin mi ki, bir büyük zatın üzerine bir tas kül dökülmüş de, o zat secdeye varıp, Allah'a şükretmiş. Kendisine, niçin şükrettiği sorulduğunda ise şöyle cevap vermiş;

"Ben üzerime bir tas ateş dökülmesinden korkarım. Bir tas kül dökülmekle, daha büyüğünden bağışlandım, Allah'u Teala'ya şükretmeyeyim mi?" demiş.

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler " adlı kitabı.

Sayfa : 168

Çeviren : Hüseyin Erdoğan.

Günahlar Birikiyor

14:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adamın biri kendisini hesaba çeker. Ömrünü hesapladığında, altmış yaşında olduğunu, altmış yılda kaç gün olduğunu hesaplayınca da, 21900 gün ettiğini görünce, feryat edip ağlamaya başlar ve ;

- Her gün bir tek günah işlesem, bu kadar sayı ile ben Allah'ın huzuruna nasıl çıkarım? der ve korkusundan düşüp bayılır.

Ayıldığında tekrar aklına gelir ve yine bayılır. Etrafında bulunanlar ona uyandırmaya çalıştıklarında öldüğünü görürler.


Not : Bizler her gün kim bilir kaç kez günah işliyoruz. Acaba sonumuz ne olacak? Allah bizi affetsin.Düşünsenize elli atmış yıllık hayatınızdaki ahvalimize ya ebediyyen cehennemdeyiz ya da cennette.

Buna inanmayanlara zaten sözümüz olamaz ama inandığı halde hala dünya sevdası ile kalbimizi avutuyorsak ne kadar ahmak insanlarız.Yarın ahirette çok pişman olacağız, neden dünyada iken bu kadar açık olmasına rağmen her şey dikkat etmedim diye.Sağ omzumuzda sevap meleği sol omuzumuzda da günah meleği bir an bile bizden ayrılmazken ve şahdamarımızdan bile yakınken bize Yüce Yaratanımız hala gafletteyiz ya...

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler " adlı kitabı.

Sayfa : 89

Çeviren : Hüseyin Erdoğan.

22 Ocak 2015 Perşembe

Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) Rüyâsında Gördükleri

14:34:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) garip bir rüyâ görüp, uykusunda ağlamaya başlar. Öyle ağlar ki, evin dışından duyulur. Bu sırada Ömer bin Hattâb (r.a.) oradan geçer. Ağlama sesini duyunca, kapıyı çalar. Ebû Bekir Sıddîk uykusundan uyanıp, kapıya koşar, gözlerinden yaşlar aktığı halde kapıyı açar. Hazreti Ömer onu görür ve kendisine:

--- “Bu ağlamak nedir?” Diye sorar.

Hz. Ebû Bekir: --- “ Sahâbeleri buraya topla ki, sana anlatayım.” der. Bunun üzerine Hz. Ömer bütün sahâbeleri oraya toplar. Ebû Bekir (r.a.) anlatmaya başlar.

--- “Rüyâmda kıyâmetin koptuğunu gördüm. Bir takım insanları, parlayan yıldızlar gibi minberlerin üzerinde buldum.

Meleğe : --- “Bunlar kimdir?” diye sordum.

Melek : --- “Onlar peygamberlerdir. Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’i bekliyorlar.” Dedi.

Ben : --- “Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) nerededir? Beni onun yanına götür. Ben onun hizmetçisi ve sahâbelerinden Ebû Bekir’im,” dedim.

Melek beni onun yanına götürdü. Onu Arş’ın altında, sarığını önüne koymuş, sağ elini Arş’a uzatmış, sol elini uzatıp cehennemîn kapılarını kapamış bir halde gördüm. O,bu haliyle şöyle niyâzda bulunuyordu:

--- “Ey Allâh’ım, ümmetimi bağışla. Onların içinde âlimler, sâlihler, hacılar, umre yapanlar, gâzîler, mücâhidler vardır.”

Böyle niyâzda bulunurken, gaipten şöyle bir bir nidâ geldi:

--- “Ey Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm), sen itaat edenleri zikrediyorsun, diğerlerini anmıyorsun. Zâlimleri, şarap içenleri, zinâ yapanları, fâiz yiyenleri, bunları da zikret.”

Bunun üzerine peygamber (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) şöyle niyâzda bulundu:

--- “Ey Allâh’ım, onlar senin buyurduğun gibidirler. Fakat onlardan hiçbiri sana ortak koşmamıştır, puta tapmamıştır, sana çocuk isnad etmemiştir, Tevhidi bırakmamıştır. Ey Allâh’ım, onlar hakkındaki şefaatimi da kabûl buyur. Onlara olan merhametimide kendilerine ulaştır.” diye yalvardı.
Ben kendisine çok acıdığım için: --- “Ya Muhammed (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm), kendine acı, dedim.

O: “--- “Ya Ebû Bekir, ümmetime şefaat etmek için Rabbime niyâzda bulundum. Rabbimde kabûl buyurdu.” dedi.

Hazret-i Peygamber’e:

--- “Hepsinemi, yoksa bazısına mı?” Diye sordum. Tam o anda sen kapıyı çalıp beni uyandırdın ve cevap almaya vakit bırakmadın, ey Hattâb oğlu Ömer. Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer’e böyle söylediği anda bir de bakar ki, gaipten bir ses üç kere:

--- “Hepsine ya Ebû Bekir, hepsine.” diye sesleniyor. Her ikisi de “El-Hamdü Lillâh” diyerek şükrettiler.

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler " adlı kitabı.

Sayfa : 265

Çeviren : Hüseyin Erdoğan.

20 Ocak 2015 Salı

Behlül-i Dânâ Hazretleri

13:26:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Meczûb. Hak âşığı. Çok tanınmış evliyâdan biri. Asıl ismi Vüheyb bin Ömer Sayrâfî'dir. Behlûl-i Dânâ adıyla şöhret buldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kûfeli olduğu hâlde ömrünün çoğunu Bağdât'ta geçirdi. Hârûn Reşîd'in kardeşi olduğuna dâir rivâyetler varsa da aslı yoktur. Hârûn Reşîd'e nasîhat verirdi. Herkese ders olacak hikmetli sözleri çok meşhûrdur. 805 (H.190) senesi Bağdât'ta vefât etti. Dicle kenarında Şunûziyye kabristanlığına defnedildi.

Behlül-i Dânâ, zamânın büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Eymen bin Nâbil, Amr bin Dînâr ve Âsım bin Ebi'n-Necîd'den hadîs-i şerîf öğrendi. İbretli mânâlı sözler söyledi. Menkıbeleri dilden dile aktarıldı.

Behlül-i Dânâ bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun yanına gitti ve; "Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen de arkadaşlarınla oyna." dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını Behlül'e çevirdi ve; "Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık." dedi. Behlül bu söze şaştı ve çocuğa; "Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık." diye sordu. Çocuk; "Allahü teâlâyı bilmek ve O'na ibâdet etmek için." dedi. Behlül hazretleri; "Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Çocuk, Mü'minûn sûresinin 115. âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; "Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" Hazret-i Behlül tekrar; "Ey çocuk. Sen hakîmâne konuŞtun. Bana biraz daha nasîhat et." dedi ve a?lamaya baŞladİ. Kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde çocuğa; "Ey oğlum! Senin günâhın yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorsun?" diye sordu. Çocuk da; "Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla tutuşturuyordu. Ben de Cehennem'in yanan küçük odunlarından olacağımdan korkuyorum." dedi. Bu sözler üzerine Behlül-i Dânâ hazretleri tekrar ağladı. Kendinden geçti. Kendine geldiğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere bu çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar; "Tanımadın mı?" dediler. Behlül; "Hayır." deyince, onlar; "Bu, hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur." dediler. Behlül de; "Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi." deyip oradan ayrıldı.

Bir gün Behlül-i Dânâ'ya; "Basra'daki Hak âşıklarını sayar mısın?" dediler. O; "Bunlar sayıya sığmaz. İsterseniz öyle olmayanları söyleyeyim. Zîrâ bunlar birkaç tânedir." diye cevap verdi. Soranlar özür dileyip oradan ayrıldılar.

Bir gün Behlül'ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.

Bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.

Bir zaman Bağdât'ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl gelerek; "Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?" dedi. O şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü teâlâya ibâdet etsek, O bize vâdettiği gibi rızkımızı verir." Sonra ellerini birbirine vurarak; "Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allahü teâlâya ne cevap vereceksin?" dedi.

Abdullah bin Mihran anlatıyor: Hârûn Reşîd hacca gitti. Dönüşünde bir müddet Kûfe'de istirahat etti. Sonra yola çıkacağı zaman herkes kendisini yolcu etmek için sokağa döküldü. Behlül de çıkmıştı. Çocuklar onunla oynayıp eğleniyorlardı. Tam o sırada Hârûn'un develer üzerinde muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar da Behlül'ü bırakıp onun seyrine koyuldular. Tam Hârûn'un geldiği sırada Behlül yüksek sesle:

"Ey Hârûn!" diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: "Buyur Behlül, ne istiyorsun?" dedi. Behlül:

"Ey Müminlerin Emîri! Eymen bin Nâil, Kudame bin Abdülâmir'den bize şöyle haber verdi ve dedi ki: "Ben Resûl-i ekremi Arafat'tan dönüşte görmüştüm. Kızıl bir deveye binmişti. Yanında kimse dövülmediği gibi, kimse de kovulmazdı. "Yol verin, yol verin!" diyen münâdileri de yoktu. Sen de bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzu ile yolculuk etmen, kibir ile seyâhatinden hayırlıdır."

Behlül Dânâ yine; "Bağdât ve etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hediyeler götürüyor musun?" dedi. Halîfe; "Bu hediyeler nasıl olur?" deyince, Behlül hazretleri; "İnsanlara Allahü teâlânın sevgisini, O'ndan korkmayı, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere sâhib olmak en güzel hediyedir." dedi. Bunu dinleyen Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey Behlül, biraz daha anlat!" dedi. Behlül:

"Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ Kur'ân-İ kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti'ndedir. Kötüler ise Cehennem'dedir." buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem dİŞİnda gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazİrlİ?İnİ buna göre yap." dedi. Halîfe; "Amellerimiz hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül hazretleri; "Allahü teâlâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür." buyurdu. Halîfe; "Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül; "Peygamber efendimize akrabâlıktan ziyâde, bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir." dedi. Halîfe; "Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?" deyince de, Behlül; "Onu Allahü teâlâ bilir." buyurdu. Halîfe; Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül; "Allah'tan kork. Her hâlinde Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun." dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu hediyemi kabûl et." dedi. Behlül hazretleri de; "Onu kimden aldınsa ona ver. Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı edemezsin." diye cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; "Para borcun varsa onu ödeyelim." dedi. Behlül:

"Kûfe'de birçok ilim sâhipleri vardır. Borç ile borcun ödenmeyeceğinde ittifak etmişlerdir." dedi. Hârûn Reşîd:

"Bâri ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir." buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.

Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten." diyorlardı. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar görüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verdi.

Hasan bin Sehl anlatır: Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül'e taş atmağa başladılar. Taşın birisi vücûdunu kanatınca, "Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu?" dedi. Ben dayanamadım. "Ey Behlül, çocuklar sana taşla vuruyorlar, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir?" dedim. O da, "Sus!.. Allahü teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet biliyor. Bâzımızı, bâzımıza bağışlaması umulur." buyurdu.

Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken; "Yâ Rabbî! Bana Cennet'ini ver!" diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; "Kimsin, orada ne arıyorsun?" dedi. Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve; "Devem kayboldu da onu arıyorum." dedi. Ev sâhibi, "Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allahü teâlâdan Cennet'i istemen daha akılsızlık değil midir?" buyurdu. Ev sâhibi O zaman, Behlül-i Dânâ'nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini aksatmadan yapmaya başladı.

Bir gün Behlül-i Dânâ'nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristânlığa gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; "Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?" dediler. Onlara; "Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum." diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve; "Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?" dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir." buyurdu. Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere daldı.

Behlül bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm." Hârûn Reşîd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur." buyurdu.

Behlül Dânâ hazretlerinin halîfe Hârûn Reşîd'e bir nasîhati de şöyle oldu. Bir gün halîfeye; "Ey Hârûn Reşîd! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir?" diye sordu. Hârûn Reşîd; "Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir." dedi. Behlül; "Değil." buyurdu. Halîfe; "Nedir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Ey Halîfe! Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamahı, gökte ise âdil hükümdarların sevaplarıdır." buyurdu. Bu sözler üzerine Hârûn Reşîd ağlamaya başladı.

Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi pâdişâhlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru üzerine; "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan ebediyyen emirlikten düşecek saltanatından olacaksın ve nedâmet, pişmanlık günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdârlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz bulamadı.

Behlül-i Danâ hazretleri bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, iki kişinin kıyasıya kavga ettiklerini gördü. Biri diğerine ağza alınmayacak şeyler söylüyordu. Behlül-i Dânâ onun yanına yaklaşıp; "Sen bize gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek kelime karşılık alamazsın." dedi. Öfkeden deliye dönmüş adam birden durdu ve; "Ey Behlül; Beni o mağlûb edemedi. Lâkin sen mağlûb ettin." dedi. Böylece kavgacılar dövüşü bırakarak hatâlarını anladılar.

Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir." dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: "Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin."

Birisi Behlül-i Dânâ'ya gidip; "Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir taşına ne yazayım." dedi. Behlül hazretleri buna gülüp; "Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu, bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz." dedi.

Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurdu:



"Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir.

Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir.

Bayram bineklere binenler için de değildir.

Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir."



Behlül-i Dânâ, duâsı makbul bir zâttı. Aşağıdaki şiir onundur:



Hırsı bırak da, yorulma;

Geçimde tamaha kapılma...

Niçin malı cem edersin;

Kime topladın bilemezsin!

Rızık vaktiyle ayrıldı;

Sû-i zan faydasız kaldı...

Her hırs sâhibi fakirdir;

Her kanaatkârsa zengin.



KERÂMET VE MENKÎBELERİ

BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL YİYECEKLERDİK!

Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış." dedi.

Bunun üzerine hazret-i Behlül; "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halîfe; "Kime danışacaksın, kimsen yok ki?" diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı." dedi.

Behlül; "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi. Halîfe heybetle; "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu." dedi. Behlül de; "Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;

Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.



BEYİTLER

HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN

Behlül Dânâ şehirde, dolaşıp ara sıra,

Nasîhat ediyordu, bir kısım insanlara.



Ve eğer görür ise, bâzı yanlış işleri,

Derhal îkâz ederdi, gidip o kişileri.



Bu durumdan rahatsız olan bâzı kişi de,

Şikâyet eylediler, onu Hârûn Reşîd'e.



Dediler ki: "Behlül'e, söyleyin de ey sultan,

Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman.



Bizim günahımızla, ne derdi var ki onun,

Hem kendi bacağından, asılmaz mı her koyun?"



Çağırdı Hârûn Reşîd, Behlül'ü sarayına,

Halkın şikâyetini, söyledi aynen ona.



O, terk etti sarayı, hiç bir cevap vermeden,

Ve bir kaç koyun alıp, onları kesti hemen.



Her sokağın başına, o kesik koyunları,

Kendi bacaklarından, asıverdi onları.



İnsanlar bunu görüp, dediler: "Ne olacak,

Delinin yapacağı, nihâyet budur ancak."



Lâkin günler geçtikçe, o etler kokuyordu,

Bundan bütün mahalle, rahatsız oluyordu.



Artık durulmaz oldu, bu kokudan nihâyet,

Halk gidip halîfeye, eylediler şikâyet.



Dediler: "Ey halîfe, Behlül'e söyleyiniz,

Astığı koyunlardan, bîzar olduk hepimiz."



Hârûn Reşîd, Behlül'ü çağırıp sordu hemen,

O ise şöyle dedi, halîfeye cevâben:



"Kendi bacaklarından, astım ben her koyunu,

Ne için şikâyete, geldiler size bunu?



Demek ki bu şekilde, asılsa da her koyun,

Kokunca, her insana, zararı varmış onun.



Anlatmak istedim ki, onlara ben bu halle,

"Bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."





ÖLÜM BİR NASÎHATTİR

Hârun Reşid devrinde, yaşayan velî bir zât,

Aslen Kûfeliyse de, Bağdat'ta sürdü hayat.



Hârûn Reşîd bu zâtı, kıymetli tutuyordu,

Nasîhatları ile, ferahlık duyuyordu.



Bir gün onu görünce, dedi ki: "Beni dinle,

Görüşmek istiyordum, çok zamandır seninle."



O, oralı olmayıp, etmedi hiç iltifât,

Dedi: "Öyle bir arzu, olmadı bende fakat."



Kızmadı Hârûn Reşîd, cevâbına Behlül'ün,

Dedi: "Biraz nasîhat, etsene bana bu gün."



Buyurdu: "Ey hükümdâr, ne diyeyim ben sana,

Bir şu sarayına bak, bir de şu kabristana.



Bundan ibret almayan, başka neden alır ki,

Ölümden daha büyük, nasihatçı var mı ki?



Ey emîrel müminin, nolacak senin hâlin?

Huzûr-u ilâhîye, çıkarsın sen de yârın.



İşlediğin her işten, soracaklar sana hep,

Onlara verilecek, cevâbın var mı acep?



O gün çıkar meydana, çok perişan olduğun,

Başka ne nasîhati, istiyorsun ey Hârun?"



KAYNAKLAR

1) Fevâtü'l Vefâyât; c.1, s.228, 230

2) El-A'lâm; c.2, s.77

3) El-Beyân ve't-Tebyîn; c.2, s.230

4) Tabakâtü'l Kübrâ li'ş-Şa'rânî; c.1, s.68

5) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.60

6) Muhâdarât-ül-Ebrâr; s.409

7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.137

10 Ocak 2015 Cumartesi

Bir Musibet

12:21:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kumandanlarından biri bir zafer dönüşü Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı. Yanında kısa boylu, tıknaz biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye sordu. Kumandan anlattı: "Efendim bu benim sağ kolumdur. Hangi görevi verdimse başarı ile   tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bazen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim."

Aradan zaman geçti, aynı kumandan halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan olarak Halife sordu:

- Hani sağ kolun nerede?

- Sormayın ya Ömer, ihanet etti, düşman tarafına geçti.

Hz. Ömer bu defa konuştu:

- Allah'tan başka hiç kimseye dayanmamak gerektiğini geçen sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet bin nasihatten yeğdir diye düşündüm

Kaynak:İsmail Özcan Kıssadan Hisseler

1 Ocak 2015 Perşembe

Yaşgünü Hediyesi

09:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments


GENÇ ADAM bir cadde boyunca ilerlerken, ruhunu okşayan bir kokuyla irkildi. Sonbahar çoktan bitmiş, mevsim kışa dönmüştü. Bu yüzden de ağaçlardan bir koku yükselmezdi.

Elbette ki aylar önce ölen çiçeklerden de... Adam, hâfızasının en ücra köşelerinden gelen bir sinyalle, kendisini bir anda çocukluk yıllarına döndüren bu esintiyi daha iyi hissedebilmek için, derin bir nefes aldı.

Duyduğu şey, küçükken top oynadıkları çayırın ezildikçe buram buram kokan reyhanlarını, ya da ablasının gelinliğine benzettiği kiraz çiçeklerinin kokusunu andırmasına rağmen, onlardan çok güzeldi.

Genç adam, kendini bildiği günden itibaren bütün benliğini saran, fakat lise yıllarında birden kaybolan o kokunun ne olduğunu anlamakta gecikmedi. Koku, kaldırım kenarında yükselen bir duvarın arkasından gelmişti.

Adam, bir türlü bitmek bilmeyen o duvar boyunca önce adımlarını sıklaştırmaya, hemen sonra da koşmaya başladı. Ve tarihî bir kapı görüp içeri girdi. Başka bir âlemdi sanki burası.

Her yeri bir sükunet kaplamıştı. Ne gürültü vardı, ne de koşuşma. Titizlikle hedefine yöneldi. Kokunun geldiği yerde büyük bir servi vardı. Altında da taşı kırık bir mezar.

Adam yavaşça çömelip bir fatiha okudu. Ve o mezarın üstündeki çimenleri okşarken:

— Her zamanki dalgınlığım herhalde!.. dedi. Doğum günüm olduğunu yeni fark ettim. Ama senin o kokunu unutmam anne...

Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi Ekim 2003

ÇOLUK ÇOCUĞU AÇ KALAN İŞÇİ İLE DİLENCİ

08:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Fakir bir işçi, bir gün işinden çıkartılır. Bunun üzerine başka da hiçbir gelir kaynağı olmadığı için çoluk-çocuğu arka arkaya üç gün aç ve susuz kalır. Adam iş bulmak üzere nereye baş vurduysa "İşimiz yok" cevabı ile kapılar yüzüne kapanmaktadır. Üst üste üç gün midelerine hiçbir gıda girmeyen yavruların dinmeyen ağlayışları annenin yüreğini parçalayacak dereceye gelir. Çaresizlikler içinde durumu kocasına açar: "Bey, görmüyor musun? Açlıktan yavrularımızın yüzleri sarardı ve bağırsakları eridi. Hadi biz neyse dayanırız, ama onlar bu kadarına tahammül edemezler; bu sefaletimizin sonu ne olacak; bir şey düşünmüyor musun?" dedi.

Adam düşünceden önce eğilmiş başını eşinin yüzüne doğru kaldırarak ona der ki; "Karıcığım, günlerdir başvurmadığım kapı kalmadı. Piyasaya göre en düşük ücret karşılığında iş aradım, tek bir kerecik olsun karnınızı doyurabileyim diye; olmadı. Kimse bana iş vermiyor. Yavrularımın açlıktan erimeye yüz tutan ciğerleri benim de yüreğimi parçalıyor. Ama anlıyor ve görüyorsun ki, elimden bir şey gelmiyor." Bu sözler üzerine kadın kocasına der ki: Öyle ise şu benim gelinlik günlerinden kalma başörtümü götür sat; ne kadar tutuyorsa bir şeyler al getir de hele bir kereliğine şu yavrucağızların karnını doyuralım; sonrasına, kulların rızkını veren cömert Allah (c.c.) kerimdir. Elbette bize hayırlı kapı açar."

Adam utançtan yüzü kızararak ve düştüğü acıklı, çaresizliğin ıstırabını ruhunun derinliklerinde duyarak, karısının gelinlik çeyiz sandığından çıkarıp getirdiği hiç kullanılmamış başörtüsünü alır ve satmaya yollanır. Başörtüyü o zamanın parasıyla ancak iki dirheme satabilir. Aldığı para ile yiyecek bir şeyler satın almaya giderken yolun üstünde bir dilenciye rastlar; adam gelip geçenlere şu sözlerle yalvarmaktadır: "Allah rızası ve peygamber aşkı için boş geçmeyiniz. Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak karşılığında bana yardım etmek isteyen yok mu? Dünyada hiçbir şeyi olmayan kelimenin tam manasıyla muhtaç bir kimseyim."

Adam dilenciye sokulur karısının gelinlik başörtünü satarak aldığı ve günlerdir açlıkla boğuşan yavrularının bir öğünlük yiyeceğine ödeyeceği iki dirhemi, olduğu gibi cebinden çıkarır zavallı dilenciye verir. Şimdi eli boş eve dönmekten gerçekten utanmaktadır; çemberin parası ne oldu diye sorduğu zaman karısına ne cevap verecek. Kadıncağıza nasıl "Çemberine iki dirhem verdiler; onu da ilk rastladığım dilenciye verdim; adamın yalvarmalarına dayanamadım" diyebilecekti. Bu düşünceler içerisinde camiye varıp akşam namazını kıldıktan sonra çöken akşam karanlığı ile birlikte ve bomboş ellerle yine evine döndü. Karısı ve çocukları sabırsız bakışlarla bir şeyler getirecek diye yolunu gözlüyorlardı.

Geç de kalınca her halde iyi bir şeyler getirecek diye sevinmişlerdi. Adam ümitsiz bir halde ve hep önüne bakarak kapıdan içeri girince kadın şaşakalır ve o akşam da aç kaldıklarını anlar yavrular da boşa giden ümitlerinin arkasından kim bilir kaçıncı kere hep bir ağızdan artık açlıktan kısılmaya yüz tutmuş zayıf bir sesle ağlamaya başlarlar. Kadın hem kızgın ve hemde şaşkın bir ifade ile kocasına başörtüsünü ne yaptığını sorar.

Adam herşeyi olduğu gibi anlatarak başörtüyü sattıktan sonra yiyecek bir şeyler almaya giderken yolda rastladığı dilenciye elindeki iki dirhemi verdiğini karısına söyleyeverir. Kadın işin iç yüzünü öğrenince üstün bir sabır ifadesi takınarak kocasına şöyle der: "Başörtünün parasını madem ki Allah yolunda verdin; O ulu ve zengindir; gösterdiğin cömertliğin karşılığında bize dilediği anda karşılığını vermek gücüne fazlasıyla sahiptir. Sen yine en iyisini yaptın; bakalım önümüze hangi kapı açılacaktır."

Sabahleyin kadın, kocasına bu defa yine baba evinden getirdiği bir duvar saatini verir, "şimdi de bunu satmaya götür ve karşılığında eline geçen para ile eve yiyecek bir şeyler getir" der. Ertesi gün adam, çarşının her tarafını gezerek saati satmaya çalışır. Fakat hiçbir müşteri bulamaz. Yorgun argın ve yine eli boş gideceği için üzgün bir halde eve dönerken bir balık satıcısına rastlar. Adam avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle "balık, balık var, balık" diye bağırıyor. Fakat elinde son olarak kalan iki balığa müşteri bulamıyordu.

Adam, balıkçıya sokulur ve ona der ki, "Şu saat benim işime, o balıklar da senin işine yaramaz; öyleyse sen bana elinde kalan iki balığı ver; ben de sana karşılık olarak şu saati vereyim." Müşteri ayartmak için sabahtan beri bağıra bağıra sesi kısılan balıkçı, adamın teklifini kabul eder, balıkları verir, karşılığında saati alarak oradan uzaklaşır.

Günlerden beri ilk defa eve yiyecek bir şey götürebileceği için ölçüsüz derecede sevinen adam, balıkları kapar kapmaz hızla evinin yolunu tutar. Babalarının yiyecek bir şey getirdiğini gören çocuklar neşe ile birbirlerine sarılırlar. Kadın balıkların içini temizlemek üzere mutfağa girer. Az sonra gördüklerinin karşısında şaşkına dönerek kocasını çağırır. Balıklardan birinin karnından bağırsak yerine parlak ve iri bir inci çıkmıştır.

Adam inciyi alır; bir kuyumcuya koşar. Kuyumcu incinin benzersiz değerde bir mücevher olduğunu, kendilerine sattığı taktirde karşılığında ondörtbin dirhem ödemeye hazır olduğunu söyler. Adam artık anlar ki kötü talihi değişmiştir. Çektiği ağır sıkıntılar artık son bulmuş, Allah ona nimet kapılarını açmıştır. İnciyi satarak kuyumcudan uça uça evine yönelir. Olup bitenleri karısına anlatınca bütün ev neşeye gömülür ve hepsi bir ağızdan kederlerini gideren Allah'a ölçüsüz şükürler ederler.

Tam bu sırada kapıya gelen bir dilencinin sesi duyulur. Adam dua ve yalvarmalar içinde içeriye şöyle seslenir. "Ey hane halkı, esirgeyici Allah'ın size bağışladığından bana da verin." Adam hemen kapıya çıkar dilenciye der ki: "tam şu anda Ulu Allah (c.c) hiç beklemediğimiz bir şekilde ve içinde günlerce kıvrandığımız bir açlığın sonunda on dört bin dirhem bağışlamıştır. Madem ki sen Allah rızası için Allah'ın bağış ettiğinden pay istiyorsun dur bekle; bu paranın yarısını sana getireyim. Kalan yarısı da bizim olsun."

Kendisine ilk ağızda yedi bin dirhem kazandıran bu taksime fazlasıyla memnun görünerek razı olan dilenciye paranın yarısını getirmeye giden ev sahibi kapıya dönünce dilencinin orada olmadığını görür; sağı solu iyice araştırdıktan sonra her nedense adamın çekip gittiğini anlar.

Ev sahibi bütün keder ve sıkıntılardan sıyrılmış bir rahatlık içinde yatağına uzanınca rüyasında kapıdan kaybolan akşamki dilenciyi görür, ona neden parayı beklemeyerek kaybolduğunu sorunca şu cevabı alır; "ben herhangi bir dilenci değildim; Allah'ın meleklerinden biriydim, hayırseverliğini ve Allah rızasına bağlılık dereceni ölçmek üzere insan kıyafetine girerek o anda kapına geldim, beni bizzat Ulu Allah (c.c) seni son bir defa daha deneyerek dereceni yükseltmek için evine gönderdi. Geçen akşam karının başörtüsüne karşılık eline geçen iki dirhemciği çocuklarına yiyecek almaya giderken verdiğin dilenci de yine bendim. Gönül rahatlığı ile o iki dirhemi, Allah rızasını kazanayım diye bana verince Ulu Allah (c.c) sana o inciyi bağışladı. Bu akşamki ölçüsüz cömertliğinin karşılığında da öbür dünyanın eşsiz zenginlikteki Cennet nimetlerine kavuşacaksın."

Ne mutlu senin gibi Allah rızasını en sıkışık durumlarda bile baş gaye bilen bahtiyar mü'minlere...

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 31-38