Faydalı Paylaşımlar..

10 Kasım 2014 Pazartesi

DÜNYANIN EN BÜYÜK OKÇUSU

11:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bütün bilgelere danıştı. Nerede bir kitap bulduysa okudu. Ok atmakta usta olduğunu duyduğu kim varsa, yanına gitti. Büyük bir okçunun arkadaşı olduğu söylenen ihtiyar bir adamı ölmek üzereyken bulup, isteğini anlattı.

Konuştuğu herkes, bu işi öğrenmek istiyorsa, dağların ardında yaşayan o yaşlı adamı, o büyük ustayı bulması gerektiğini söylüyordu.

Adam dünyanın en büyük okçusu olmaya kararıydı. Karısıyla vedalaştı, yol hazırlıklarını yaptı, tarif edilen dağın yolunu tuttu. Günlerce yürüdükten sonra ustanın yaşadığı yere geldi.

Etrafı ağaçlarla çevrili, önünde ufacık bahçesi, yıkılmaya yüz tutmuş bir kulübeydi burası. Bir-iki seslendi cevap veren olmadı. Kulübenin penceresinden içeriye baktı, etrafı inceledi, çiçekleri seyretti, hâlâ gelen-giden yoktu. Bir ağacın gölgesine uzanıp, hayaller içinde beklemeye başladı. Yorgundu, az sonra uyuyakaldı.

Gözlerini açtığında, başucunda dikilmiş, kendisini seyreden biri vardı. Eski ama tertemiz giysiler içinde yaşlı bir adam. Bu Büyük Usta olmalıydı. Hemen toparlandı, saygıda kusur etmemeye çalışarak kendini tanıttı. Niçin geldiğini, okçuluğa olan merakını, okuduğu kitapları, her şeyi bir çırpıda anlattı.

Usta hiçbir şey söylememiş, bir tek soru bile sormamıştı, hatta onu dinlemiyor gibiydi. Elindeki değnekle yere bir şeyler çiziyor, yüzünü ekşitiyor, sürekli uzaklara bakıyordu. Sonra birden kalktı, kulübesine doğru yürümeye başladı. Tam kulübenin önüne geldiğinde bir an durakladı, başını çevirmeden seslendi:

- Gözlerini kırpmamayı öğren, öyle gel!..

Bunca yolu bunun için mi geldim, diye düşündü adam. Sonra hak verdi Büyük Usta'ya, bir bildiği vardır herhalde, deyip evine döndü.

Gözlerini kırpmamayı öğrenecekti, ama nasıl? Hayli zaman düşünüp taşındıktan sonra şöyle bir yol izlemeye başladı: Eşinin dikiş makinesinin üstüne başını koydu. İğne inip kalktıkça gözlerini biraz daha yaklaştırarak bakmaya çalıştı. Her gün biraz daha uzun süre gözünü kırpmadan bakmayı başararak, tam dört sene boyunca bütün vakitlerini böyle geçirdi. Sonunda başarmıştı. İğne neredeyse kirpiklerine değiyor, ama o gözlerini hiç kırpmıyordu.

Adam tekrar Büyük Usta'nın ardında yaşadığı dağın yoluna düştüğünde, şehirdekiler onun iki kirpiğinin arasına ağ yapan küçük örümceği konuşuyorlardı.

Bu kez Usta’yı kulübesinde buldu. Olanları anlattı. Heyecanlıydı, fakat bir takdir sözü duymak için boşuna bekledi. Usta ocağa odun atarken o hayal kurmaya başladı; birazdan, evlat, diyecekti, okunu ve yayını al, peşimden gel. Birlikte dışarı çıkacaklar, okçuluğun incelikleri üzerine konuşmaya başlayacaklardı. Usta ona yatacak bir yer gösterecekti sonra. Senelerce sabahtan akşama kadar çalışacaklardı. Ama sonunda şehre döndüğünde herkes dünyanın en büyük okçusunu alkışlayacaktı. Ağzı kulaklarına varıyordu adamın. Karısı onunla gurur duyacak, bir sürü öğrencileri olacaktı, kitaplar yazacaktı ve daha neler neler...

Usta'nın sesiyle kendine geldi, düşündüklerini belli etmemeye çalıştı. Büyük Usta gelip adamın karşısında durdu, gözlerini gözlerine dikti ve dedi ki:

— Şimdi küçük şeyleri büyük, büyük şeyleri daha büyük görmeyi öğren, sonra gel...

Dağdan aşağı yürürken düşünceliydi adam. Anlaşılan, ok ve yayı eline alması için birkaç sene daha sabretmesi gerekecekti. Ama bu kez hiç değilse konuşurken yüzüne bakmıştı büyük usta. Bunu düşününce mutlu oldu. Bu ilerlediğinin işareti olmalıydı.

Eve geldiğinde karısı hiddetle üzerine yürüdü adamın. Ne zamana kadar devam edecek, diyordu, vazgeç bu sevdadan artık! Bizim halimiz umurunda mı, Şimdi ne yapacaksın, sırada ne var?

Karısı konuşurken, o ne yapacağını bulmuştu, saman çöpü aldı, küçük bir böceği taktı çöpün ucuna. Pencerenin önüne koyup seyretmeye başladı. Aylar boyunca karısıyla kavga etmediği bütün zamanlan böceği uzaktan seyrederek geçirdi. Nihayet, tam üç sene sonra, saman çöpünü bir ağaç, böceği bir at kadar görmeye başladı. Üstelik bütün detayları, bütün görünmez çizgileriyle. Bu ders de tamamdı işte...

Büyük Usta bu kez kapıda karşıladı adamı, içeri buyur etti. Dikkatle dinledi.

— Tamam, dedi sonra, sen büyük bir okçusun artık!

Adam şaşırmıştı. Beraber bahçeye çıktılar, büyük usta bir ok ve yay getirip öğrencisine verdi. Uzaktaki bir ağacı göstererek, “şu budağı görüyor musun”, dedi, “oku oraya atmanı istiyorum senden”. Adam oku yerleştirdi, yayı gerdi ve attı. Ama ne atış! Tam budağın üstündeydi ok.

Sonra bir daha, bir daha... Attığı her ok bir öncekinin arkasına saplanmış, ağaçtan kendilerine kadar uzanan bir hat olmuştu.

Sevindi adam, teşekkür etti, minnettarlığını ifade edecek kelime bulamıyordu. Vedalaşıp yola çıktı. Okçuların en iyisi oydu artık.

Daha yarı yola gelmemişti ki, bir kurt düştü içine; Büyük Usta yaşadıkça ben dünyanın en büyük okçusu olamam ki, dedi. Geri dönmeye karar verdi, Büyük Usta'yı öldürecekti.

Uzaktan, yaşlı ustanın bahçede çiçeklerle uğraştığını gördü. Bu iş kolay olacaktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi, nişan aldı ve yayı bıraktı. Ama o da ne? Kendisine doğru gelen oku fark eden Usta bir karşı ok atmış, oklar havada birbirine çarpıp düşmüştü. Okları tükenene kadar bu hal böylece devam etti. Sonunda öğrencisinin yanına geldi Büyük Usta ve dedi ki:

— Anladım, dünyanın en büyük okçusu olmak istiyorsun. Eğer benden de iyi olmak istiyorsan, filan dağın ardına gitmelisin. Orada tepedeki mağarada falan usta var, git, ondan ders al.

Mahcup oldu adam, utanıyordu. Özür dileyecek oldu, ilk defa güldüğünü gördü ustasının:

- Git haydi, durma!..

Günlerce yol yürüdü, tarif edilen dağa geldiğinde perişan haldeydi. Nefes nefese tepeye doğru tırmanırken kayalıkların arasında bir mağara fark etti. Söylenen yer burası olmalıydı. Yeni ustayı merak ediyordu ki, seksen-doksan yaşlarında, iki büklüm bir adamın titreyerek mağaranın önüne gelip bir taşın üstüne oturduğunu gördü. Oraya doğru yürüdü. Masa gibi bir kütüğün üstüne kollarını dayamış, öylece kendisine bakan bu ihtiyar bir ok ustası olabilir miydi?

Mağaraya iyice yaklaştı, ihtiyara birkaç adım mesafede durdu. Başını kaldırıp üstlerinde uçan kuşlara baktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi ve okunu bıraktı. Okun vınlamasıyla kuşlardan birinin yere düşmesi bir oldu. Güldü ihtiyar, titreyen elleriyle kütüğün birinden bir yay alır gibi yaptı, oku yerleştirir gibi, gerer gibi yaptı, kuşlardan birine nişan aldı. Adam bir ihtiyara, bir kuşlara bakıyordu. Elinde hiçbir şey yoktu ki ihtiyarın... Birden oku bırakır gibi yaptı, fakat o da ne?! Kuşlardan biri düşüvermişti! Büyük bir şaşkınlıkla olanları seyrederken, ihtiyar usta ayağa kalktı, yanına geldi, gözlerinin içine dikti gözlerini;

— Evlat, dedi, sen hâlâ ok ve yayla mı okçuluk yapıyorsun?

Adam ihtiyar ustanın yanında tam yedi sene kaldı. Şehre döndüğünde bambaşka biriydi artık. İnsanların dertleriyle ilgileniyor, öfkelenmiyor, az konuşuyor, herkesin yardımına koşuyor, sürekli tebessüm ediyordu.

Bir gün bir arkadaşıyla otururken, masanın üzerinde duran bir şey dikkatini çekti adamın. Bu nedir, diye sordu. Şaşırmıştı arkadaşı.

—Usta, dedi, dalga mı geçiyorsun benimle?

— Hayır, hayır, dedi, nedir o?

İyice şaşırdı arkadaşı, ne diyeceğini bilemiyordu. Soru üçüncü kez tekrarlanınca, çaresiz cevap vermek zorunda kaldı:

- Ok ve yay usta, ok ve yay!..

 Kaynak: Serdar Tuncer - Satır Arası Hikâyeler

Kaban

05:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Şık ve yaşlı bir adam, bir vitrine uzun uzun baktıktan sonra, gözlerini ilerde ki parka çevirdi ve oradaki çocukların en zayıfına: 

— Küçüük! diye seslendi. Buraya gelir misin? 

Küçük çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmıştı. Buna rağmen hiç itiraz etmeden geldi.
Yaşlı adam, onun saçlarını okşayıp:

— Vitrinde harika bir elbise var, dedi. Giymeni istiyorum. Bakalım üzerine uyacak mı?

Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam, son derece ciddîydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce bir rüya görüp görmediğini; daha sonra da, o güne kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle abisine alınan elbiseler bir yıl kadar sonra ona dar geldiğinde, ortanca kardeşe uydurulurdu. Birkaç sene sonra da, dizleri aşınmış ya da delinmiş vaziyette kendisine kalırdı. Fakat şimdi, yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala.

Küçük çocuk elbiseleri giydiğinde, büyüdüğünü ilk defa fark etti. Kadife pantolonu, tüm vücuduyla birlikte bacaklarının ne kadar uzadığını; çizgili ceketiyse, omuzlarının ne kadar genişlediğini ortaya koyuyordu. Fakat hepsinin üstüne giydiği kaban, gerçekten muhteşemdi. Bu kabanla üşümesi artık mümkün değildi.

Çocuk, biraz önce kazandığı misketlerini, kaşla göz arasında eski ceketinden alıp yeni kabanın cebine bıraktı. İrili ufaklı bir avuç misket, koskocaman ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Bu durumda iki cebe, belki de yüz misket sığabilirdi.

Yaşlı adam, elbiseleri beğenmişti. Çocuğu bir manken gibi sağa sola çevirip emin olduktan sonra, tezgâhtara dönerek:

— Aldığım giysileri, hediye paketi şeklinde sarın, dedi. Torunuma sürpriz yapmak istediğimden, onları bu çocuğun üstünde denedim. İkisi de aynı ölçülerde de…

Küçük çocuk, sanki beyninden vurulmuştu. Dizleri titremeye başladığı için, ayakta durmakta zorlanıyordu. Fakat artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemesi gerekiyordu. Aynaya son defa baktıktan sonra, giydiği elbiseleri yavaşça çıkartarak, bir kenara fırlattığı eskilerini giydi.

Yaşlı adam, yaptığı hizmet için çocuğa bir simit parası vermek istiyordu. Fakat onu yanında göremedi.

Küçük çocuk tekrar parka döndüğü zaman, bir ağacın gölgesine oturup kaldı. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.

Arkadaşları:

— Niçin oynamıyorsun? diye sordular. Biraz önce çok güzel misketler kazandın.

Çocuk, gülümseyerek:

— Misketlerim, gerçekten çok güzeldi, dedi. Hepsi gıcır gıcırdı. Bu yüzden de onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım.


(Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden)