Faydalı Paylaşımlar..

8 Ağustos 2015 Cumartesi

OYUNCAK

18:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbrahim , cephe cephe savaşmaktan yorulmuştu. Komutanı Halit yüzbaşıya bakarken, duymasından korkar gibi mırıldandı; “Hey gidi Deli Halit komutanım, kurbanın olam !”

Çölde Osmanlı askerleri zor durumdaydı. Üstün silahlara sahip İtalyanlar, direniş karşısında çekiliyor, sonra tekrar saldırıyordu. Bu kısa süreli aralarda nefeslenen Osmanlı askeri arasındaydı Çankırılı İbrahim. yüzbaşısına hayranlıkla bakıyordu; “Yorulmaz mı bu adam..”. Yanında topraklara el sürüp, abdes alan arkadaşlarına baktı, sonra da kanayan yarasına. “Bu yara kanarken abdes tutar mı ?”

İbrahim düşünceler içinde dinlenmeye çalışırken, silah sesleri tekrar başlamıştı. Birkaç kurşunu kalan tabancasını kavradı, kılıcını kontrol etti, elinde sıkıca tuttuğu oğlunun resmini son defa öpüp kanlı gömleğinin arasına adeta tıkıştırdı. “Yettim !”

Gözünde doğumdan sonra çok kısa süre görebildiği oğlu, elinde tabancası ileri atıldı. Kendilerinde kurşun sıkıntısı vardı ama düşman makineli tüfekle saldırıyordu. Yerlere gök ekin misali saçılan arkadaşlarına bakarken, bacağındaki sıcaklığı hissetti. Yarası derindi, yere yığılırken gelen ikinci kurşunla başından yaralanıp kendinden geçti.
*** *** ***
İbrahim kendine geldiğinde, sağ kalan arkadaşlarının epey geriye çekildiğini gördü. Cephanelerinin tükendiğini biliyordu. Halit komutanı gözünde canlandı, düşmana amansız, askerine şefkatli komutanı saygıyla hayal etti. Halit paşa, vatan için, namus için düşmana karşı kullandığı silaha ‘Namuslu’ adını vermişti. İbrahim, komutanının kaçan askerlere de özel silah kullandığını biliyordu. O silahının ismini de ‘Namussuz’ koymuştu. İbrahim, savaşın en şiddetli anında, “Allah’ım canımı al, namussuzlarla bir koyma beni” diye dua ediyordu.

Başını kaldırdı, ileri baktı. Hayal mi gerçek mi seçemiyordu ama Türk’lerin cephesini görür gibi oldu. İşte komutanı dimdik ayaktaydı, emirler yağdırıyordu. Gittikçe uzaklaşan Türk birliğine baktı; “Mühimmat tükendi, düşmanı içeri çekiyor” diye düşündü.

Birden bu kadar düşüncenin aklından ne hızlı geçtiğine şaşırdı.Vakti kısaymış, çok acelesi varmış gibi geldi. Bu çok garip gelmişti. O anda kendine bakmak aklına geldi. Anladı, tükenmişti. Yaraları berbat haldeydi. Böyle kanamalardan sonra ölen arkadaşları aklına geldi. “Ayağa kalkmam imkansız.” Diye düşünürken, şahit olduğu ölümlerden çıkardığı sonucu kendine itiraf etti; “Kurtuluş yok, öleceğim.”

İbrahim, ilerde gördüğü İtalyanlara baktı, silahını kontrol etti. Bir kurşun bile kalmamıştı işte. Acıyla hatırladı; yere düşmeden son kurşunu harcamış ve kılıcını çekmişti. Telaşla kılıcını aradı, kıpırdamaya çalışarak çevreye bakındı. Hem kılıcını görememiş, hem de artık çok az bir hareketin bile zorlaştığını anlamıştı. “İtalyanlar görmeden, şu gölgeye gireyim, son duamı edeyim” diye son gayretiyle süründü. Gölge dediği çalılıkta da bir kaç Osmanlı askeri vurulup, düşmüştü.

Arazinin şekline göre yer değiştirmişti savaş merkezi. Türkler geri çekildikçe, toparlanıp toparlanıp saldıran İtalyanlar da mevzi değiştirmiş gibiydi. İbrahim’in bulunduğu yerde şehitler ve düşman ölüleri kalmıştı yalnızca.

Duaya başlamadan önce, “Bir yudum su içeyim” diye niyetlendi. Matarasında az su kalmıştı, sevindi. Matarasını açtı ama yanındaki Türk’lerden birinin yaşadığını inleyişinden anladı; “Su…su.. ” dayanamadı, matarayı ağır yaralı gencin ağzına dayadı. Her ikisi de konuşamayacak haldeydi. Yaralı asker suyu yudumlarken son nefesini verdi, başı yana düştü. İbrahim alışmıştı artık, dudakları kıpırdayamasa da içinden ona da dua etti. Matarada kalan çok az suyu dudaklarına götürdü. En çok ettiği duayı ümitsizce tekrarladı içinden; “Allah’ım anadan yetim yavrum, babadan da öksüz kalacak. Bir kez daha görmeyi nasip et.”

Dakikalar ilerledikçe ettiği acıdan, dermansızlıktan gözleri kapanmıştı. Birisi yanına gelse, belki de yaşadığını anlamazdı. Birden titredi. Allah’ın 99 ismini düşündü, az önce ümitsizce mırıldandığı duayı bu kez ümitle söyledi. Kimsenin duyamayacağı, anlayamayacağı bir ses çıktı kuru dudaklarından; “Allah’ım senin her şeye gücün yeter. Sen dilersen, sen ol dersen olur. Bana da yavrumu göster”

Dua ettikçe, gözleri kapalı olduğu halde önünde yeni dünyalar açıldığını gördü. Daha önceki cephelerden birinde, yerli halktan aldığı ‘Osmanlı Askeri’ şeklinde yapılmış oyuncak aklına geldi, hayatı film gibi gözlerinin önünden geçerken, o hep yavrusuyla ilgili görüntülerde kalıyordu. “Oyuncak yavruma ulaştı mı?” diye düşündü.

Oyuncağı almış, Kastamonu vilayetine bağlı, Çankırı’ya nasıl gönderebileceğini sormuştu. Kendi de fakir olan ihtiyar, “Bağdat’a gidecek kervana ulaştırırım” demişti. Doğrusu gideceğinden emin değildi ama çaresizce vermişti. Üstelik ihtiyar, aldığı parayı da geri vermeye çalışmıştı, kabul etmemişti. Bu görüntüler gözünde canlanınca, oğlunu askerle oynarken hayal etmeye başladı.

Gözünü kapattı, ne kadar zaman geçti bilemedi ama açtığında bambaşka bir yerdeydi. Yıllardır ilk defa gördüğü halde, karşısındaki hayalin çocuğu olduğunu anlamıştı. “Dualarım gerçek oldu, hayal de olsa çocuğumu görebiliyorum” diye düşündü. Bu hayal olmalıydı, çünkü çocuğu karşısındaydı, oyuncaklarla oynuyordu ama kendisi kıpırdayamıyor, uzanıp saçlarını bile okşayamıyordu.
*** *** ***
Çankırı’da halk yokluk içindeydi. Fakat yıllardır savaşın acılarını yaşayan, her cephede askeri olan halk yokluklara karşı dualar içindeydi. Kimin kocası, kimin oğlu hatta gönüllü olarak cepheye gitmiş yaşlı babası olanlar vardı. Çoğu da biliyordu ki, gidenlerden çok azı dönecekti. Çoğunun künyesi bile gelmeyecek, öldü mü kaldı mı haberini bile alamayacaklardı.

Oğlu İbrahim’in en son çöllerde savaştığını bilmeyen Hasan dede ile hanımı Hatice nine de onlardan biriydi işte. Komşulardan bir kısmı gidenlerinin şehit haberini almış, bir kısmı ise tüm çabasına rağmen en ufak bir bilgiye bile ulaşamamıştı. Askerlerin kaç cephede savaştığı bile hesaplanmıyordu artık. En son duyduğu, Osmanlı’nın zayıflığından çok cephede savaşmasından ümitlenen Bulgar’larda saldırıya geçmişti. Bulgarların üzerine gönderilmek için toparlanan askerlerin bir kısmı Yemendeki, Libya çöllerindeki birliklerden çekilecekti. Oğlunun güney cephelerinde olduğunu epey önce haber alan Hasan dede bir an sevinmişti, “Geçerken komutanı izin verirse uğrar” diye. Sonra acı acı gülmüştü, bunun imkansız olduğunu düşünerek. Epeydir sıklıkla yaptığı gibi, hanımından ve torunundan uzaklaşıp, uzaklara bakar gibi gözlerini silmişti.
*** *** ***
Hasan dede, torununun seslenmesiyle ayaklandı, yanına gitti;
-Ne oldu Salih’im.

Babaannesi de gelmişti yanlarına. İbrahim’in özlemiyle Salih’e gözü gibi bakıyorlardı. En ufak sesini duysalar koşturuyorlardı. Önce şımartmaktan korkuyorlardı ama artık o kadar ölçülü, düşünceli davranamayacaklarını biliyorlardı. O evin küçük sultanıydı. Annesi doğumda ölmüş, babası da o bebekken cepheye gitmişti. Üzülmesin diye üzerine titriyorlardı.
Salih;
-Dede, bu askerin tüfeği kırılmış, tamir etsene.
Babaannesi;
-Dedesi yavrumu üzmesene, bakıversene.

Dedesi oğlunun cepheden gönderdiği oyuncağa baktı. İstanbul’a giden askeri birliğinden izin alıp, tüm zorluklara rağmen yolunu uzatıp kapılarına kadar, - tanımadığı bir nur yüzlü askerin- getirdiği oyuncak Osmanlı Askerine sevgiyle baktı. Oğlunun son hatırasına.

Oyuncak askerin tüfeğinin kırılması içini yaralamıştı, sesinin titremesinden korkarak, bir süre cevap vermedi. Torunu, “Hadi dede ya!..” diye bağırıp, oyuncağı yere doğru atınca, sesine bir kızgınlık katmaya çalışarak;
-Ama böyle yaramazlık yaparsan…
Hasan dede öfkeli görüntü verdiğinde Hatice nine endişelendi, o esnada yerdeki oyuncağın da titrer gibi sallandığını gördü. Rüzgârdandır, diye düşünüp canı sıkılırken, Hasan dedenin kulağına fısıldadı;
-Bir oyuncak için torunumu dövecek misin, kalbini mi kıracaksın ?
Döver miyim hiç, o bize yavrumuzun, İbrahim’in emaneti.
Torununu yanına çağırdı, saçlarını okşarken az önceki cümlesine devam etti
-Böyle yaparsan, çok üzersin beni. Sonra ağlarım bak.
Salih neşeyle;
-Ağlasana dede.
İhtiyar adam, yalnızken çok ağlamıştı ama torununun karşısında yalandan ağlamayı bile beceremiyordu;
-Sen de hiç ağlayamıyorsun dede. Bak böyle ağlayacaksın, ‘Üh hüü, ühhü !’
-Allah seni ağlatırsa ancak mutluluktan ağlatsın yavrum.
Hasan dede, alet kutusunun olduğu kilere doğru yürürken, Hatice nine oyuncağı yerden aldı, “Nerden su gelmiş buna “ diye söylenerek oyuncağın gözlerindeki ıslaklığı sildi.
*** *** ***
Dedesi yatsı namazına hazırlanırken, Salih babaannesine koşuyordu. Torununun koştuğunu görünce, merakla durakladı;
-Babaanne babaanne !...
-Ne koşuyorsun, hani uyuyacaktın ?
-Babaanne, asker benimle konuştu.
-Konuştu mu ? Çok yaramaz olduğunu mu söyledi ?
-Yok bana ‘canım oğlum’ dedi.
Hasan dedenin de, Hatice ninenin de içi cız etmişti. Hasan dede oyuncağı eline aldı, oyuncağın kıyafetlerine bakarak gözünde asker oğlunu canlandırdı. “Babası asker olduğundan, Salih de bu oyuncakta onu hayal etmeye başladı demek ki” diye hüzünle düşündü.
Hatice nine uzanıp oyuncağı aldı;
-Salih, sen buna su mu döktün ?
-Yoo..
-Dün ıslaktı silmiştim, bak yine gözleri ıslanmış.
Hasan dede, oyuncağa da, torununa da daha fazla bakamadı. Aceleyle dışarı çıktı, gözyaşlarını saklamalıydı.

Hasan dede geç saatte eve gelmişti. Hatice nine bir köşede namaz kılıyordu. Gözleri hemen Salih’i aradı. Oyuncağı kucağında sedirde uyuyakalmış. Salih’i kucakladı, yanaklarından sevgiyle, şefkatle öptü yatağına götürüp, üstünü örttü. Oyuncak askeri de alıp pencere kenarına koydu. Oyuncağın gözündeki parlaklığın yavaş yavaş söndüğünü kimse fark etmedi.
*** *** ***
Birkaç gün sonraydı, Hasan dede bahçede oynayan torununu seyrediyor, Hatice nine de içerde bazlama pişiriyordu. Avlunun kapısı çalınınca Hasan dede heyecanla kapıya seğirtirken, Hatice nine de avluya çıktı.

Kapıda bir grup asker vardı. En öndeki asker birkaç eşyayı uzatırken, “Allah rahmet eylesin, oğlunuz şehit düştü” dediğinde, Hasan dede başka diyarlara dalmıştı bile. Hatice nine de uzun süredir bu habere almaya beklediği halde, dermanının kesildiğini hissetti, yavaşça bir köşeye oturdu. Bekliyordu, bekliyordu… öyleyse bu kadar acı niyeydi.

Salih dedesinin elindeki eşyalara uzandı;
-Dede bu benim olsun mu?
-Dedesinin cevabını beklemeden künyeyi alıp boynuna takmış, ninesine doğru koşmaya başlamıştı bile. Hasan dede kızar gibi bir yüzle arkasından baktı, sonra hanımının halini gördü. “Ağlama” der gibi kaşlarını çattı. Hanımı ister istemez büktüğü başını kaldırdı, hemen pişirdiği bazlamaları kapıp metanetli bir görüntüyle yanlarına geldi.

-Evlatlarım, gelin bir lokma yemek yiyelim.
-Sağ ol anacığım, az önce uğradığımız evde yedik bir şeyler.
Hatice ana askerleri dolaşarak, çantalarına bazlamaları sıkıştırdı.
-Olsun, yine acıkırsınız, sonra yersiniz. Gelin ayran hazırlayım.
-Öndeki asker, arkadaşlarının taşıdığı emanetleri gösterdi;
-Uğrayacak çok yer var ana. Hadi Allah’a emanet olun.
Hatice nineyle, Hasan dedenin ellerini öptüler. Hasan dede onlar uzaklaşana kadar zorlukla, sallana sallana ayakta durdu.

Yazar: Ahmet Ünal ÇAM