Faydalı Paylaşımlar..

18 Ekim 2014 Cumartesi

Kırk Gün Bekledi

12:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş meyveler olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı.

Efendisi;

"Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı.

Mübârek;

"Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi.
Bağ sâhibi;

"Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye çıkıştı.

Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu.
Efendisi;

"Niçin onlardan yemedin?" deyince;

"Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.

Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:

"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç."

Bunun üzerine efendisi:

"Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.

O ise kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi.

Eve varınca hanımına;

"Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı;

"Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi.

Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı;

"Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine kâdı;

"Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:

"Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.

Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi. İşte bu Abdullah, Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, evliyanın meşhurlarından Abdullah bin Mübârek’tir.

Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları

Ben Burada Yatacağım

12:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments

26 yaşında bir ölüm Türkiye’yi sarstı.

Çünkü bir akşamüstü evinde kalp krizi geçiren kişi, her yıl sağlık kontrolünden geçen ve mesleği gereği her gün saatlerce spor yapan bir futbolcuydu.

***

Merhum futbolcunun babası Bosna’dan Bursa’ya göç ettiğinde, dil bilmediği için bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamış.
Anne, üç çocuğunun en küçüğü, en güzeli, en yakışıklısı olan ve yıllarca beş kuruş kazanmadan top koşturan oğlunun çamurlu kramponlarını her akşam yıkamış, eline üç kuruş para geçtiğinde, oğlu güçlensin diye et almış. O da annesine söz vermiş, “Göreceksin, ilerde saraylarda yaşatacağım sizi.”

16 yaşında ilk parasını aldığında tomar halinde annesine teslim ederken, “Dolabı donat anne” demiş… Anne ise dolabı sırf onun için donatmış aslında; “Bizim yememiz önemli değil, onun kuvvetli olması lazım” diye.

Oğlu Bursa dışına transfer olduğunda anne istememiş. “Sensiz duramam” demiş… Onunla birlikte giden iki arkadaşı dayanamayıp dönmüşler. O ise ailesini “yaşatmak” için direnmiş. Geceleri yorganın altında ağlar, kimselere belli etmezmiş.

Yıllar sonra iyi para kazanmaya başladığında aldığı ev, restoran, ne varsa annesinin üzerine yaptırmış (Porsche spor arabasını bile!).
Tam “Ailesini saraylarda yaşatmaya” başlamış ki…

***

Hikâyenin buraya kadar olan kısmını zaten biliyorsunuz. Çünkü daha senesi dolmadı. Bundan sonrasında küçük bir ayrıntı var, onu paylaşmak için yazdım.

Genç futbolcu Ramazan Bayramında Eskişehir’den Bursa’daki ailesinin yanına geldiğinde ağabeyi Engin ile birlikte dedelerinin mezarını ziyaretine gittiler. Tam dönerken bir mezar taşı dikkatini çekti futbolcunun; şöyle yazıyordu:

“Dün ben de sizin gibiydim, yarın siz de benim gibi olacaksınız.”
Durdu, mezarın yanına oturdu. Dalıp gitti. Çok etkilenmişti. Kalkarken, hemen o mezarın yanındaki boşluğu ağabeyine gösterip:

– Ben de burada yatacağım, dedi.
Sonrasını ağabeyi Engin anlatıyor:

– Bu olaydan sadece on beş gün sonra kardeşimin şok ölümü gerçekleşti… Mezarlıklar müdürlüğünden yer alıp kabristana gittiğimizde, rahmetli kardeşimin on beş gün önce “Burada yatacağım” dediği yeri vermişlerdi bize… Oraya defnettik. “Dün ben de sizin gibiydim, yarın siz de benim gibi olacaksınız” yazan mezar taşına komşu oldu.

Yazar:Sadık SÖZTUTAN

Sobadaki Hikmet

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet, bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakında ki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz ayrılır. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 m. kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.

Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış”;

Fizikçi: “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş”;

Jeolog: “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış”;

Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış”;

Antropolog: “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarı kurmuş.” der.

Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarda olmasının nedenini sorarlar. Adam cevap verir:

“Boru yetmedi de efendim!”

Kaynak:İsmail Tongar (Dört Dörtlük Hikayeler-Nesil Yayınları)