Faydalı Paylaşımlar..

12 Ekim 2013 Cumartesi

İbretlik Bir Hadise...

12:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Anadolu Evliyalarından Beyzâde Efendi, bir sene hacca gitmeye karar verir… Hac için yolculuğa çıkma zamanını kararlaştırdılar. Eş ve dostları ile vedâlaştı. Tam hac yolculu­ğuna çıkacakları haftalarda eşi hastalandı. Bir gün hanımı yatakta yatarken dışarıdan et kokusu geldi. Kocasına seslendi:

–Efendi! Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git benim hatırım için bir parça isteyiver. Canım çekti. Beyzâde Efendi:

-”Hatun! Senin İsteğin et olsun çarşıya gideyim sana etin ve kebabın en iyisini getire­yim. Kadın ısrar etti:

-”Hayır istemem…. Ben sadece kokusu burnuma hoş gelen bu eti istiyorum. Beyzade Efendi diretir:

-”Hanım çok şükür biz varlıklıyız. Gidip fakir bir komşudan et istemek bize yakışmaz… Bizim onlara vermemiz lazım… Kadın:

-”Ben hastayım, canım kokusu burnuma hoş gelen o eti istedi… Eğer bana biraz merhametin var git komşulardan o kızarmış eti bana iste. Beyzâde Efendi mecburen utana utana komşunun kapısına gitti… Kapıyı kendisine açan komşu kadına durumu anlattı. Komşu kadın: -”Bu eti size veremem? -Neden?

-Bu et size haram? -Ya size? -Helal. -Neden?

-Efendim! Üç günden beri çoluk-çocuk açız… Çocukların ağlamalarına fazla dayanama­dım. Haram olan bir necis eti getirip pişirerek onları oyalamaya çalışıyorum…

Beyzâde Efendi evine koşar. Hac için ayırmış olduğu paranın büyük bir kısmını getirir kadına verir. Geri kalan parasını da çevresindeki fakirlere ve ilim talebelerine dağıttı. Bütün parasını dağıtarak fakir hale düştüğü için üzerinde haccın farziyeti düştü.

Bir hafta sonra Harputlular hacca giderken Beyzâde Efendi gitmedi. Sebebini de açıklamadı. Arkadaşları bin bir zorluklarla Mekke-i Mükerremeye vardıklarında Beyzâde Efendi’yi orada gördüler. Her yerde onu önlerinde gördüler… Haline şaştılar. Bir mâna veremediler. Hacılar Harput'a döndüklerinde durumu kendisine sordular. 0: -Siz Ka’beye hep yürümekle mi varıldığını sanırsınız? -Peki bu dereceye nasıl yükseldiniz? -Hayır ve hasenat yüzünden….

Beyzâde Efendinin bu hadisesinden sonra Harput’ta bir fakir hiçbir zaman muhtaç duruma düşmedi. Zenginler, fakir aramak için yarıştılar… Zekat ve sadaka verecek fakir bulamadıkları zaman bile oldu

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/639-640.

Ebû Bekir ( r.a.)`ı Yükselten Şey Nedir ?

12:10:00 Posted by Mücahid Reis 1 comment


Hazret-i Ali (k.v.)’den hikâye olundu. Buyurdular: -”Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin halifesi Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) hazretlerine sordum:

-”Ey Resûlüllah’ın halifesi! Bu yüce menzil ve mertebeye ne ile ulaştın?

Hakikaten hepimizi (bütün sahabeleri) geçtin?” de­dim.

Hazret-i Ebû Bekir Stddîk (r.a.) buyurdular:

-”Beş şeyle...”

Birincisi: İnsanların iki sınıf olduğunu gördüm.

1 - Dünyayı isteyenler,

2- Âhireti isteyenler. Ben Mevlâyı istedim…

İkincisi: Ben İslama girdiğim zamandan bu yana asla dünya yemeklerinden (doyuncaya kadar yiyip) doymadım. Çünkü marifetüllâh’ın lezzeti, beni dünya yemeklerinin lezzetlerinden alıkoydu…

Üçüncüsü: Ben İslama girdiğim vakitten bu yana dünya sularından kana kana içmedim. Çünkü muhabbetüllah. beni dünya sularından (ve şerbetlerinden) alıkoydu…

Dördüncüsü: Her ne zaman karşıma iki amel çıksa: biri dünya ameli ve diğeri de âhiret ameli: (bunların içinden her zaman) âhiret amelini dünya ameli üzerine tercih ettim.

Beşincisi: Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle sohbet ettim. Onun sohbetini güzel yaptım.

Derim ki: Bundan dolayı Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) hazretleri, Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle olan sohbetten bir saat bile ayrılmadı. Hatta onunla beraber mağaraya girdi. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin katlandığı bütün zorluk ve şiddetlere maruz kaldı… Bununla beraber, Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) hazretlerinin kalbi, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine vasıl olmaktan asla bozukluk göstermedi ve Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin emirlerine muhalefet etmeyi asla düşünmedi. Bu bâzı sahabelerden vâki olduğu gibi, (Uhud günü) hezîmete uğrayanlar gibi….

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/155-157.

Haram lokma

12:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri buyurdular:

-”Bir gece beyt-i makdîsteki sahranın ( kayanın ) altında ibâ­detle meşgul idim.

Gecenin bazısı geçtiğinde, iki melek indi.

O iki melekten biri diğer arkadaşına:

-”Burada olan kimdir?” diye sordu. O da:

-”İbrahim Edhem’dir!” dedi. Diğer melek:

(-Hangi İbrahim Edhem?)

-”Hani…! Allâhü Teâlâ hazretlerinin derecesini düşürdüğü şu İbrahim Edhem…” Diğeri sordu:

-”Allâhü Teâlâ hazretleri niçin derecesini indirdi?” O:

-”İbrahim Edhem, Basradan hurma satın aldı. Hurma satın alırken bakkal’ın hurmalarından bir hurma, onun hurmalarının içine karıştı!” dedi.

İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri buyurdular:

-”Basraya gittim! O adamdan hurma satın aldım. Satın aldı­ğım hurmalardan bir hurmayı onun hurmalarının içine koydum. Ve yine beyt-i makdise döndüm. Yine sahranın (kayanın) altında geceledim. Gecenin bir kısmı geçtiğinde, bir de baktım iki melek­le beraberim. O iki melek gökten indiler. İkisinden biri diğerine;

-”Burada kim var?” dedi. İkisinden biri;

-”Bu Hurmayı yerine reddeden ve bu amelinden dolayı dere­cesi yükselen İbrahim Edhem’dir!” dedi.

işte hakikî takva budur.

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/269-270.

İslâm'da Kayırma Olmaz

12:05:00 Posted by Mücahid Reis No comments
Hazreti Ömer, hilâfeti zamanında , yanında oğlu Abdullah ve Hz. Hasan olduğu halde Medine sokaklarında dolaşıyordu. Bir sokaktan geçerken gayet zayıf kalmış, bakımsız bir çocuk görüp:

“Bunun hiç kimsesi yok mu acaba? Nasıl insan bunlar, çocuğa hiç bakmamışlar” dedi. Oğlu Abdullah:

“Baba tanıyamadın mı? O senin torunun, benim de kızımdır, deyince, Hz. Ömer kızdı ve:

“Yazıklar olsun sana” dedi. Babasının öfkelendiğini anlayan oğlu:

“Baba ne yapayım, sen halifesin bana biraz daha imkan versen çocuğa daha iyi bakardım. Elindeki imkanları kullanıp bana daha fazla fırsat vermiyorsun ki” dedi. Bu söz üzerine halife:

“Vallahi oğlum, diğer Müslümanlara yaptığımdan daha fazlasını sana yapamam. Onlara ne yapıyorsam sana da ancak o kadar yapabilirim. Bunu böyle bil” dedi.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Krem

11:59:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Televizyon spikeri, kameraman arkadaşı ile birlikte geldiği süpermarkette canlı bir röportaj yapıyordu. Herkes ekranda görünmek için onların etrafını sarmış ve kendilerini ön plana çıkarabilmenin telaşına kapılmıştı. Spiker, çevresindeki hanımları inceden inceye süzdükten sonra, elindeki mikrofonu genç bir kıza uzatarak:

Sayın bayan, dedi. Güzellik konusunda tarafsız bir araştırma yapıyoruz. Özellikle cilt güzelliğinizi neye borçlu olduğunuzu sorabilir miyim size?

Genç kız kot pantolonuna kadar sarkan saçlarını geriye savurup bakışlarını devirirken:

Henüz yeteri kadar para kazanamadığım için cildime salatalık kabukları yapıştırıyorum, dedi. Arada bir de salatalık kremi kullanıyorum. Bu yüzden de parıl parıl parlıyor elbet.

Spiker bu sefer genç bir kadına dönerek:

Ya siz hamfendi? diye sordu. Sizin de cildiniz çok bakımlı görünüyor.

Kadın kendinden emin vaziyette:

Ben pahalı bir “ cilt bakım seti “ ne sahibim, dedi. Düzenli olarak cildime bakar, sabah akşam kremleyip nemlendiririm.

Röportajın burasında, orta yaşlı bir hanım devreye girerek:

Vaktiyle ben de öyle yapmıştım kızım, dedi. Ama cildimin nemi fazla kaçmış olmalı ki, üç-beş sene sonra ıslak çamaşır gibi aşağı sarktı.

Spiker canlı yayanda oldukları için durumun kötüye gittiğini anlamıştı. Kadının sözlerini boğuntuya getirmek gayesiyle birkaç defa öksürüp lafı kıvırtarak:

İyi ama hanfendi, diye atıldı. Cildiniz fena görünmüyor ki:

Kadın boynundaki fuları çözüp altındaki dikişleri gösterirken:

Estetik ameliyat diye bir şey duymadın galiba, diye çıkıştı. Cildimi gerdirmek için az mı bıçak altına yattım ben?

Spiker, bir anda berbat olup meslek hayatını tehlikeye sokan röportajını nasıl noktalayacağını düşünürken, süpermarketin raflarına mal dolduran yaşlı bir kadını fark etti. Kadın, oldukça fakir görünmesine rağmen çevresindeki bütün meraklılardan daha değişik güzelliğe sahipti. Spiker, çalıştığı televizyona boy boy reklam veren kozmetik firmalarını daha fazla kızdırmamak gayesiyle ister istemez o tarafa yönelerek:

Teyzeciğim, dedi. Lütfen bizi bağışlayın. Güzellik ve cilt bakımı konusunda araştırma yapıyoruz. Siz ilerlemiş yaşınıza rağmen bu kadar güzel olan cildinize hangi kremi sürüyorsunuz?

Yaşlı kadın, nurlu yüzünü çevreleyen başörtüsünü biraz daha sıkarken, hafifçe gülümseyerek:

Biz yüzümüze krem falan sürmeyiz evlad, dedi. Ama yüzümüzü seccadeye süreriz. Farkettiğin güzellik secdelerin nurudur.

Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler 

Doğruluk

11:56:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:

- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...

Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:

- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?

Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:

- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.

Hazreti Habib mahcup bir şekilde:

- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.

* * * Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 149-150

Şeytan Sizi Ne Etsin?

11:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yahudinin biri, Efendimiz(s.a.v.) hazretlerinin huzuruna geldi. Ve Efendimiz(s.a.v.) hazretlerine;

-“Ey Muhammed! Huzuru kalble ve şeytanın vesveselerinden uzak bir şekilde ibadet ediyoruz! Ama senin ashabından kendilerine vesveselerin geldiğini işitiyoruz!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz(s.a.v.)hazretleri(yanında bulunan) Ebu Bekir(r.a.) hazretlerine;

-“Sen buna cevap ver!” buyurdu.

Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir(r.A.) buyurdu:

-“Ey Yahudi! İki ev var! O evlerden biri, altın, gümüş, inci, yakut, değerli kumaşlar ile dolu….

Diğer evde, bu zikredilenlerden hiçbir şey yok. Bomboş ve harap bir evdir.(Söyle bakayım) hırsız bu değerli para ve eşya ile dolu eve mi girer; yoksa boş olan eve mi?” Yahudi:

-“Tabi ki hırsızlar, değerli eşya ile dolu ve para bulunan eve girerler” Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir(r.A.) buyurdu:

-“İşte bizim(Müslümanların) kalbleri!

1. Tevhid,
2. Marifet,
3. Takva,
4. İhlas,
5. İyi niyet,
6. Ve benzeri faziletlerle doludur.

Sizin kalbleriniz ise bu güzellik ve faziletlerden bomboştur. İşte bundan dolayı “Hannas” olan şeytan sizin kalblerinize yönelmez.(Şeytan sizi ne etsin?) dedi.

Bunun üzerine Yahudi hemen Müslüman oldu…

Kaynak : Ruhu’l Beyan Tefsiri 15 cilt Sayfa 423

Allah'ın Tokadı Gelince Sert Vuracağını Düşün

11:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


"Seksen yaşını aşkın bir teyzeyle konuşuyorum. O yaşta sırtında ot dolu sepetiyle tarladan yeni gelmiş. Bir güler yüzlü, bir tatlı dilli, beyaz tenli ve çemberinin uçlarından sapsarı saçları görünüyor. Ekrandan iyi tanıyor beni… Konuşuyoruz. Bir mübarek dualar ediyor. Bin maşallah.

Söz dönüp dolaşıp kocasına geliyor… `Evladım, kocam yirmi yıl dövdü beni.` dedi. `Yirmi yıl sırtıma değnek yedim. İmtihan dedim, evladım dedim, konu komşu dedim, sabrettim, dayandım. Ne yaptım sana! Azıcık bir şey olsa basıyor günahı küfrü... Her şeyin günah keçisi ben! Ne suçum var benim! En sonunda dayanamadım, karşı çıktım ona. `Allah`ım seni bildiği gibi yapsın! Benim adımı sayıklaya sayıklaya çıksın canın!` dedim. Şok edici! Sessizlik! Gözlerimiz titredi… İkimizin de.. Devam etti teyze…

`Birkaç hafta geçmedi, aniden bir şey oldu ona, hastaneye kaldırdılar. Haftalarca yattı. Gelene gidene beni sormuş. Helalleşmek için çağırıp durmuş. Gitmedim ziyaretine. Gece gündüz, gözünü açınca benim adımı sayıklıyormuş ve sayıklaya sayıklaya ölmüş dediklerine göre…"


Otuz veya kırk yıl önceki hadise… Akılsızca zulmünün sonunda gelen haklı bir bedduayla ömrünü bitiren bir koca… O günden beri dul yaşayan, tarlalarda çalışan ve inek bakmaya devam eden seksen küsur yaşında bile dipdiri bir Karadenizli köylü teyze… Hayat ders alınacak hikâyelerle tıka basa dolu. Ne olur kibri bırakıp da ders alsak. Ne olur Allah`ın tokadı gelince sert vuracağını düşünüp titresek de, zulümden sakınsak!"

Dr. Muhammed Bozdağ

Gözlerinize İbadetten Nasibini Veriniz

11:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir gün Peygamber Efendimiz (sav), sahâbîlerine:
“–Gözlerinize ibâdetten nasîbini veriniz!” tavsiyesinde bulunmuştu.

“–Gözlerimizin nasîbi nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sav)de:

“–Mushafa bakmak, onun içindekileri düşünmek ve inceliklerinden ibret almaktır.” buyurdular.

Kaynak: (Süyûtî, I, 39)

Cihad

11:47:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hicretin sekizinci senesi idi. İslâm ordusu Zeyd bin Harise'nin kumandasında 15 bin kişilik bir askerle Mûte'de Rum ordularıyla savaşacaktı. Düşman ve İslam orduları harp meydanında hazır oldular. Nihayet Resûlüllah'ın verdiği beyaz bayrak Zeyd bin Harîse'nin elinde olduğu halde savaş başladı. 

Zeyd bin Harise, düşman üzerine öylesine dalışlar yapıyordu ki, 15 bin kişilik İslâm ordusuna karşı savaşan 100 bin kişilik düşman askeri ummadıkları bir kuvvetle karşı karşıya olduklarını anladılar. Fakat Müslümanlar az olduklarından ancak bir kişi bir manga düşmanla dövüşmek mecburiyetinde kalıyordu.

Birkaç dakika sonra Zeyd bin Harise şehit düştü. Atından düşen Zeyd'in bayrağını hemen Cafer bin ebi Talip alarak düşman üzerine olanca şiddetiyle saldırmaya başladı. Bayrağın Cafer'in eline geçtiğini gören kafirler, korku içinde sağa sola kaçışmaya başladılar. Onlar kaçıyor hazreti Cafer kovalıyordu. Harp bütün şiddetiyle devam ederken tenha bir yerden Abdullah bin Revaha'nın gür sesi bütün ashap tarafından işitildi. Abdullah bin Revaha (R.A.) şöyle nida ediyordu:

— Ey Müslümanlar, Ey Resûlüllahın eshabı! Biz evlerimizden çıkarken şehid olmak ve islâm izzetini yüceltmek için çıkmadık mı? Biz ölürsek, şehid olup irtihal eden kardeşlerimize kavuşuruz. Galip gelirsek Mûte'ye islâm bayrağını diker dünyada ve ahirette şerefe kavuşuruz, diyerek ashaba bir kat daha moral verdi.

Hazreti Cafer girdiği küffar askerlerini pırasa gibi doğrarken arkadan bir düşman askeri sağ kolunu bir kılıç darbesiyle düşürdü. Sağ elindeki İslâm bayrağını bu defa sol eline alan Cafer Hazretleri o haliyle bile düşmana karşı koymaya devam ediyor ve mücadeleyi sürdürüyordu. Biraz sonra bir kılıçla da Cafer'in (R.A.) sol kolunu kestiler. Fakat o hâlâ bayrağı bırakmıyor koltuğunun altında muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat artık takati kalmamıştı. Atından aşağı düşerek şehadet şerbetini içti.

Hazreti Cafer'in şehid edildiğini duyan Abdullah bin Revaha elinde yemekte olduğu et parçasını bir tarafa fırlatarak:

— Cafer öldükten sonra bana yaşamak yakışmaz diyerek, bayrağı kaptığı gibi oda düşman saflarına hücuma geçti. O da Hazreti Cafer gibi çok üstün kılıç kullanıyordu ve her vuruşta bazen iki bazen bir kafir kellesini kesip canını cehenneme yolluyordu.

Müslümanların zayiatı çok büyük olmuştu. Nihayet Abdullah da şehid oldu. Bu sefer bayrağı Hazreti Halid almıştı. O gecenin karanlığından istifade ederek askerlerin yerlerini değiştirdi. Sabah savaşa sağdaki askerleri sola soldakileri de sağa alarak başladı.

Bu harp taktiği düşmanın aklına gelmemişti. Onlar Müslümanlar'a yeni takviye kuvvetler gelmiş zannederek çareyi kaçmakta buldular ve savaş alanını terkettiler. Böylece Halid bin Velidin kumandasındaki İslam askeri 100 bin kişilik düşmana galip gelmiş zafer 15 bin kadar Müslümana nasip olmuştu. 


Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Tercih Sizin…

11:40:00 Posted by Mücahid Reis No comments


“Her kim kendini Allah Teâlâ’ya kulluğa ve

O’nun yolunda hizmete adarsa,

Cenab-ı Hakk da o kulunun her ihtiyacını karşılar ve

onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır.

Kim de tamamen dünyaya dalar,

Rabbini unutursa,

Allah da onu dünyanın mihnet ve meşakkatleriyle baş başa bırakır.”
.

(Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10/303; Taberâni, el-Mu’cemü’s-Sağîr, 1/201)

Kime dört şey verilmişse, ona dört şey daha verilmiş demektir

11:39:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.), 

"Kime dört şey verilmişse, ona dört şey daha verilmiş demektir" buyurdu. 

Sonra da bu sözünü Kur'ân'dan âyetlerle açıkladı. Şöyle buyurdu:

"Kime Allah'ı zikretme nasib edilmişse, Allah da onu anar. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Beni zikredin ki, Ben de sizi rahmetimle anayım''(Bakara: 2/152.)buyuruyor.

"Kime dua yapmak nasib edilmişse, kendisine cevap verilecektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Bana dua edin, size cevap vereyim" (Mü'min: 40/60.) buyuruyor.

"Kime verilen nimetlere şükretme nasib edilmişse, fazlası verilecek demektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Şükrederseniz daha çok veririm"(İbrahim: 14/7.) buyuruyor.

"Kime istiğfar etmek nasib edilmişse, o bağışlanacak demektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Rabbinizden af dileyin,
çünkü O çok bağışlayıcıdır"( Nuh: 71/10.) buyuruyor.


Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/404-405.

Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur...

11:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Rasûlullâh (sav) bir gün:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlallâh?” diye sordular.
Efendimiz:

“–Muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötülük eden bir kişi ise o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” buyurdular.

(Tirmizî, Zühd, 59)

Hazreti Süleyman(a.s) ve Kanadı Kırık Kuş

11:22:00 Posted by Mücahid Reis
"Hz. Süleyman zamanında bir kuş, kanadını bir sofînin kırdığından şikâyet ile Hz. Süleyman’a gelmiş. Hz. Süleyman da o kuşun şikâyetçi olduğu sofîyi huzuruna getirtip sormuş:

— Bak, bu kuş senden şikâyetçi. Niye bu kuşun kanadını kırdın?

Sofî cevap vermiş:

— Sultanım, Allah bu mahlûkatı bizim emrimize musahhar kılmıştır. Ben bu kuşu avlamak istedim, önce kaçmadı. Yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacakken kaçmaya çalıştı. O esnada da kanadını incittim. Ona kaçması için fırsat verdim, fakat o bekledi. Adeta “Gel beni tut, ne istiyorsan yap,” dedi.

Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa hitaben demiş ki:

— Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Neticede sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun.

Kuş, Hz. Süleyman’a şöyle cevap vermiş:


— Efendim, ben onu sofî kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı o zaman hemen kaçardım. Fakat bundan bana zarar gelmez diye öylece bekledim.

Hz. Süleyman bu savunmayı beğenmiş ve kuşu da haklı bulmuş. Kısasın yerine gelmesi için:

— Kuş haklı. Hemen bu sofînin kolunu kırın, diye emretmiş.

Kuş o anda:

— Efendim, böyle yapmayın! diye feryad etmeye başlamış.

— Ne yapayım?

diye sormuş Hz. Süleyman.

— Efendim, bunun kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapmaya kalkar.

Bu söz üzerine Hz. Süleyman:

— Peki, ne yapalım? diye sormuş tekrar.

Kuş bu sefer şöyle cevap vermiş:

— Siz bunu sofî kıyafetinden, libasından sıyırın! Sıyırın ki benim gibi kuşlar aldanmasın!*

(*: M. Fatih Çıtlak, Huzur Defteri, 1. Baskı: Mart 2012, Sufi Kitap, Yayın no: 64)"

(Mehmet Abdullah Songül - Adâlet Tartısı ve Mîzân, Türk Düşüncesi Dergisi, 2. sayı, s.30)

Hazreti Ömer'in Adaletine Bir Misal

11:18:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ashab'tan Abdurrahman bin Avf, Hazreti Ömer (r.a.) halife iken onu makamında ziyarete gelmişti, selâm verip müsait bir yere oturdu. Hz. Ömer kendisiyle hiç meşgul olmuyor hattâ selâmını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hazreti Ömer, işini bitirdikten sonra yanan mumu söndürdü; aynı onun gibi başka bir mum yaktıktan sonra: «Ve aleyküm selâm» deyip selâmını aldı. Ve konuşmaya başladılar.

Abdurrahman bin Avf Hazretleri, Ömer (r.a.) Hazretlerine niçin o mumu söndürüp başkasını yaktıktan sonra kendisiyle meşgul olmaya başladığını sormuştu.

Hazreti Ömer (r.a.):

— Ya Abdurrahman, evvelki mum devletin hazinesinden alınmış mumdu. O yanarken şahsî işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Sizinle devlet işi konuşmıyacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım ondan sonra sizinle meşgul olmaya başladım, deyince Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin gözleri yaşarmıştı.

Ellerini kaldırarak şöyle dua etti:

— Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!

Devlet hazinesini har vurup - harman savuranlara ne güzel bir numune-i imtisal değil mi?...

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Hazreti Ali'nin (R.a) Kürkü

11:15:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hazreti Ali, Sıffîn Harbînden dönerken kürkünü kaybetmişti. Aradan, bir müddet zaman geçtikten sonra kürkünü bir Hıristiyanın sırtında görerek, geri alması için kadıya şikâyet etti. Hz. Ali ile hıristiyan arasında mahkeme kurulmuştu. Kadı Hazreti Ali'-ye: 

— Kürk senin mî? Senînse isbat edebilirmisin? diye sordu. Hazreti Ali:

— Kürk benimdir, fakat isbat edemem, dedi. Bu sefer kadı hıristiyana:

— Emirel mü'mininin dediği doğru mu? diye sordu. Hıristiyan-:

— Kürk benim, fakat, Emirel mü'minin de yalancı değildir, dedi. Kadı, Hazreti Ali delil gösteremediği için kürkün hıristiyanın olduğuna karar verip adamı akladı. Kadının bu adilâne kararı karşısında vicdanen hakikati anlatmak mecburiyetini hisseden hıristiyan, kürkü Hazreti Ali'ye teslim etmek üzere gelip:

— Ya emirel mü'minin! Bu kürk senindir. Sıffın Harbinden dönerken atın -arkasından düştü, ben de aldım. Fakat kadının verdiği karar beni fazlasiyle duygulandırdı. Müslüman olmaya bütün kalbimle karar verdim, beni affeyle, dedi.

Bu sefer Hazreti Ali adamdan memnun olmuştu:

— Mademki Müslümanlığı kabul ettin. Ben de bu kürkü sana hediye olarak veriyorum-, dedi.

Böylece kürk yine aynı adamda kalmış oldu, lâkin, bir hıristiyan Müslüman oldu!...

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Yurdumun İnsanları

11:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Mecidiyeköy - İ.Ü Avcılar kampusu otobüsüne ara duraklarda yaşlı bir teyze bindi.

Yaşlı teyze:

"Evlâdım biletim yok bir sonraki durakta inip bilet alabilir miyim?"

Şoför:

"Tamam ama önce içeriye bir sorun."

Teyze arkasını döner ve arkaya doğru yüksek sesle bağırır:

"Pardon acaba bundan sonraki durakta inip bilet alabilir miyim?"

******************

Olayımız Sarıyer Taksim minibüslerinde geçmek­te... Kravatlı, düzgün giyimli bir adam, o günü çok yoğun geçirmiş ki herhalde dalgın bir vaziyete inmek için ayağa kalkar:

" Şoför bey. Mükemmel bir yerde inebilir miyim?"

Herkes kahkaha ile güler.

Minibüs sağa yanaşır. Şoför:

" Tabiî buyurun," der. "Size lâyık değil ama..."

*****************

Rumeli - Hisarüstü otobüsüyle Taksim'e doğru gi­dilirken.

Adamın biri Beşiktaş dolaylarında gayet aceleci bir tavırla konuşur.

"Kaptan, orta kapıyı rica edebilir miyim?"

Bizim şoför olaya hakim:

"Tabiî abi ayıp ettin. Al götür. Senden kıymetli mi?"

İsmail Tongar (Dört Dörtlük Hikayeler-Nesil Yayınları)

Sineğin Hayali

11:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Sineğin biri kendini fevkalâde bir şey sanırdı.

Kendi kendine: "Şüphesiz ki ben bu devrin zümrüdü anka kuşuyum, benden daha üstün kimse olamaz." der­di. Bir gün bir eşeğin sidiğinin içinde bulunan bir saman çöpüne kondu. Eşeğin sidiğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendini de kaptan sandı.

"İşte bu bir okyanus, bu da benim mükemmel gemim ben de dünyanın denizler aşan en büyük kaptanıyım." di­ye karar verdi kendi kendine gururlandı koltuklarını ka­barttı.

• Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse, imanını tazele, yalnız bu sadece dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir, çün­kü heva iman kapısının kilididir.

• Kalemin rüzgardan kağıdın sudan olursa ne ya­zarsan yaz derhâl yok olur

Kaynak:Mehmet Zeren,Mesnevi’de Geçen Bütün Hikayeler, Nar Yayınları, İstanbul 2006 s.34

Eşek Tüccarı Şeytan Ve Müşterileri

11:07:00 Posted by Mücahid Reis

Şeytan ateşten yaratılmıştır. Böyle yaratılışı O’na bazı hususiyetler de kazandırmıştır. Nitekim şeytan çeşitli kılık kıyafete girer, muhtelif görünüşlerde dolaşabilir. İsa (as) da bir gün eşek tüccarı kılığında görünmüştür. Kendisini hemen tanıyan Allah’ın Nebisi sormuş:

-“Ey şeytan, böyle eşek tüccarı kılığında nereye gidiyorsun?” tanındığını anlayan şeytan gerçeği gizlemeyi ihtiyaç duymadan cevap vermiş:

-“Nereye olacak pazara gidiyorum!”

-“Ne yapacaksın pazarda?”

-“Şu eşekleri yükleriyle birlikte satacağım.” İsa (as) merak etmiş. Eşekleri yükleriyle birlikte kim alır diye sormuş:

-Eşekleri ayrı, yüklerini de ayrı satman gerekmez mi?

-“Hayır, eşeklerimin yükleri de kendileri gibi kıymetlidir. Eşeği almak isteyenler yükünü de almak isterler. Onun için onları üzerindeki yükleriyle birlikte satacağım.” Hz. İsa büsbütün meraklanmış.

-“Ey şeytan, sen bu eşeklere ne yükledin ki, ikisini birden satacağını sanıyorsun? Eşeğin yükü çok mu kıymetli sanki?” demiş. Şeytan kahkahayı basmış:

-Sen, demiş, bu yükleri bilsen şaşıp kalırsın. Bilmiyorsun da onun için tereddüt ediyorsun.

-“Anlat bakayım neler yükledin eşeklerine.” Şeytan başlamış anlatmaya:

-“Şu birinci eşekte (hased), İkincisinde (kibir), üçüncüsünde (zulüm) yüklüdür.” Hz. İsa (as) daha çok meraklanmış:

-Ey şeytan, kim alır senin hased, kibir, zulüm yüklü eşeklerini? Deyince bir kahkaha daha atan şeytan:

-“Bak demiş, anlatayım kimler müşteri olacak, eşeklerimi yükleriyle birlikte satın almaya?” En öndeki eşeği göstermiş:

-“Şu birinci eşekte hased yüklüdür. Bunu, bilginlere, azıcık ilim sahiplerine satarım. Zira bilginlerin bir kısmında hased arzusu zirvededir. Onlar kendileri gibi olan diğer bilginlere hased etmekten duramazlar. Hased ve kıskançlık onların en çok kullandıkları sermayelerdir. Bu eşek onlarındır.” Sonra ikinci eşeği göstermiş:

-“Şu ikinci eşekte kibir yüklüdür. Bunu da cahil zenginlere satarım. Serveti çok, bilgisi az zenginler, çok kibirli olurlar. Başkalarını küçük, kendilerini büyük görürler. Kibirsiz duramazlar. Bu eşek de onlarındır.” Son eşeği gösterirken de şöyle demiş:

-Bu üçüncü eşekte ise zulüm yüklüdür. Bunu da salahiyet sahibi amirlere, hükümet büyüklerine satarım. Onlar vatandaşın istediklerini rüşvetsiz yapmazlar. İstedikleri zamana kadar geciktirirler. Zulümsüz duramazlar. Bu da onlarındır.

Bunları dinleyen İsa (as) ellerini açıp Allah’a yalvarmaya başlamış:

-“Ey Rabbim, bu eşek tüccarlarına müşteri olmak istemeyenleri sen koru, hased, kibir, zulüm eşeklerine muhtaç eyleme.” Duayı işiten şeytan bağırmaya başladı:

-Ne yapıyorsun, ben kiminle alış veriş yapacağım, müşterilerimi kaçıracaksın?

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 95

En Büyük Ders

11:05:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bayezid-i Bistami, büyük velilerdendi. Allah'ın sevgisi­ni kazanmıştı. Allah'ın izniyle hayvanlara dahi sözünü geçirebiliyordu.

Günlerden bir gün değirmenden evine dönerken, or­manda yaşlı bir kadına rastladı. Yaşlı kadının sırtında dolu bir un çuvalı vardı. Yükü ağırdı. Oflaya-puflaya gö­türmeye çalışıyor, buram buram terliyordu.

Yaşlı kadının haline acıyan Bayezid-i Bistami hazretle­ri, ormanda kükreyerek dolaşan aslana emretti:

"— Ey Aslan, Allah'ın izniyle buraya gel!"

Aslan, uysal bir kedi gibi yaklaştı. Büyük velinin yanı­na sokuldu. Bacaklarına sürtünmeye başladı.

Bayezid-i Bistami, ihtiyar kadının sırtındaki çuvalı alıp aslana yükledi. Birlikte köye dönmeye başladılar. Yolda Bayezid-i Bistami yaşlı kadına sordu:

— "Köye döndüğünde mutlaka sana soracaklar. Yolda kime rastladığını, bu işi kimin yaptığını merak edecekler. Ne cevap vereceksin?

Yaşlı kadın, kızgın, Bayezid-i Bistami'ye baktı:

— "Söyleyeceğim," dedi. "Zalim ve riyakâr Bayezid-i Bistami'ye rastladım diyeceğim..."

Büyük veli çok şaşırdı. O kadar yardım ettiği halde, nasıl böyle konuşabiliyordu?

Hiç mi iyilikten arılamıyordu? Bu ne biçim işti? Sordu:

— "İyi ama sana iyilik ettim. Neden zalim ve riyakâr Olduğumu düşünüyorsun, ne kusur işledim ki?"

— "Daha ne yapacaktın?" diye bağırdı yaşlı kadın. "Ormanlar kralı aslanı eşek niyetine kullandın. Bana kerametinl gösterip riyakârlık yaptın. Bunlardan büyük ku­sur olur mu?"

Bayezid-i Bistami'nin hayatı boyunca aldığı en önemli ders bu oldu. Her fırsatta surdan tekrarlardı:

"O sert yüzlü, tok sözlü kadının dersi içimde kalmış bütün riya ve gösteriş hissini sildi, süpürdü. Ondan son­ra Allah'a daha da yaklaştığımı hissettim. Kibirden, gös­terişten uzak durdum. Riyaya düşmedim."

Kibir ve gösterişten uzak durmak, hayatta başarının da anahtarıdır.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 66

Cimri Zenginin Pişmanlığı

11:03:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Çocuklarına ekmek alacak parası kalmayan fakir ba­ba, yakınlarındaki zengin komşusuna gider, durumunu anlatarak: — Ciddî sıkıntı içindeyim, bana yardım eder misiniz? der.

Yardım sözünü duyan zengin birden rahatsızlanmış gibi yüzünü buruşturup, çehresini ekşiterek:

— Sorma kardeşim, bugünlerde işler kesat gidiyor, fazla kâr edemiyorum, maalesef yardım edemeyeceğim, cevabını verir.

Çocukları aç bekleyen baba, çaresiz kalkıp gider. Bu defa tanıdığı bir fakir dostuna varır:

— Birader, senin durumunu da biliyorum, ama mec­bur kaldığım için geldim, çocuklar bütün gün aç bekledi­ler, bir tek ekmek alacak kadar olsun para bulamadım, der.

Kendisi de muhtaç olan bu fakir dost, hemen ayağa kalkar, öbür odaya gider, çekmecede bulunan parasını kavradığı gibi alıp getirir dostunun eline uzatın

— Aziz kardeşim, Allah kimseyi sıkıntı içine düşürme­sin, ben çoluk çocuğun aç kalmasının ne demek olduğu­nu çok iyi bilirim, biz büyükler çöp tenekesinden de olsa ekmek bulur yeriz ama çocuklar bunu anlamazlar. Sen hemen evine git ve çocuklarına gereken ekmek ve katığı da yoldaki bakkaldan alıp, yavrularına ulaştır, der.

Sıkıntı içinde bunalmış olan baba eline geçen bu pa­rayla dünyanın en zengin adamı olduğu hissine girerek hemen bakkala koşar, ekmek ve katık olarak da kucak dolusu yiyecekle eve gelir. Bekleşen çocuklar, babalarını bayram havasıyla karşılarlar. Karınlan doyunca da birer köşede uykuya dalarlar. Çocukları seyrederken derin bir nefes alan baba da, sıkıntısını atmış olarak uykuya dalar.

Beri tarafta zengin adam, o gece uykusunda entere­san bir rüya görür. Rüyasında gökyüzünde herkesin hayranlıkla seyrettiği iki tane köşk görür.Yıldızlarla süslenmiş köşkün birinden diğerine uçan melekler, kanatla­rında köşkün sakinlerini götürüp getirirler. Zengin sorar:

— Bu köşkü satın almak isterim, kimindir acaba? Cevap verirler:

— Bu köşkün ikisi de falan mahalledeki fakir adamın­dır. Sıkıntı içinde kalan bir baba kendisine gelmiş, ço­cuklarının karnını doyuracak kadar olsun bir yardımda bulunmasını istemiş. O da çekmecesindeki son parasını vermiş, hemen gidip çocuklarına yiyecek almasını te'min etmiş. Onun bu yardımı Allah'ın hoşuna gittiğinden do­layı bu iki Cennet köşkünü ona verdi.

Heyecanla uyanan zengin sabahı iple çeker, hemen gi­dip yoksul adamı bulur ve teklifini yapar:

— Dün sana gelen yoksul babaya ne verdiysen iki mislini vereyim de o yardımı ben yapmış olayım olur mu? Yoksul adam, cimri zenginin yüzüne dikkatle bakar ve şöyle cevap verir:

— Olmaz! Çünkü senin gördüğün rüyayı Allah bana da gösterdi. Ve iyi kalpli yoksul adam şunu da söyler:

— Hem senin vereceğin bu parayı alsam bile, sen o köşkü alamazsın.

— Neden? Sen aldın ya?

— Ben o yardımı yaparken sırf Allah rızası için yap­tım. Sen ise bu parayı bana Allah için değil, rüyada gör­düğün köşke sahip olmak için vereceksin. Anladın mı şimdi aradaki farkı?

— Keşke, der, böyle cimri zengin olacağıma, senin gibi iyi kalbli, dindar, kanaatkar biri olsaydım da o köşklere ben sahip olsaydım.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dînî Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 117

Göz Zinası İçin Gusül

10:57:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Halife Hazreti Osman'ın huzuruna bir adam gelmişti. Hazreti Osman: 

— Git gusül et de gel! Karşımda cünüp cünüp oturma! dedi. Adam: 

— Ya Emir'el Mü'mînin ben cünüp değilim, dediğinde Hazreti Osman-ı Zinnûreyn:

— Nasıl cünüp değilim, diyebiliyorsun. Sen buraya gelirken bir kadına şehvet nazarıyla bakmışsın, göz zinası yapmışsın, buyurdu.

Adam işlediği günahı hatırlayarak suçunu itiraf etti ve gidip yıkandıktan sonra Halife'nin huzuruna kabul edildi.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Bedeli Çanakkale De Altın Olarak Ödenecektir

10:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Üç aylık bir tâlimden sonra Mehmed Muzaffer, 'zâbit namzeti' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale'de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzelli bin zâyiattan sonra Boğaz'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi.

Muzaffer, Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman, İmroz-Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 Nisan'ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı bağuşmalara kıyasla bu bombardımanlar 'hiç' mesâbesindeydi. Çanakkale'deki birliklerin büyük bir kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevkedileceklerdi. Hazırlanma ve noksanları ikmâl emri aldılar.

Muzaffer, birliğinin alay karargâhında vazifeliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübâyaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne âdetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. Herşey itimatla yürütülürdü. Muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karargâh, gerekli malzemenin temin ve mübâyaasına onu memur etti. İcab eden paranın kendisine i'tâsı için de Erkân-ı Harbiye Riyâseti'ne hitâben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllar İstanbul'da otomobil ve kamyon, nâdir rastlanan vâsıtalardı. Bunlaların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı.

Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy'de bir Yahûdi'de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fâhişti ama, yapacak başka birşey yoktu anlaşmaya vardı. Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciiine havâle ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)'ın huzurundaydı. Kaymakam, uzatılan kezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zâbit namzetine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan

'Ne alınacak?' dedi.

'Oto ve kamyon lastiği' cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:

'Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git, insanı günaha sokma... Para mara yok!' dedi.

Muzaffer selâmı çaktı, dışarı çıktı. Harbiye Nezâreti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binâsının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken, ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanlar'ın verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı. Kendisi, bulur alır diye vazifelendirilmişti.

Malzemeyi bulmuştu, fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lâzımdı.

Muzaffer bunları düşüne düşüne Bâyezid Meydanı'na vardı. Birden durdu, kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahûdi'ye gitti:

'Paranın tediye muâmelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale'ye kalkıyor, yetişmem lâzım. Onun için, sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin...'

Tüccar:

'Peki' dedi.

Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti:

'Altın para vermiyorlar, kâğıt para verecekler.'

Yahûdi yine:

'Peki' dedi.

Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Komutanlığı'ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar, malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer, bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi. araba dörtnal Sirkeci'ye yollandı. Malzeme şat'a, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahûdi, elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar.. Zira elindeki para sahte idi.

Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemiyecek nefâsette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:

'Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır.' Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır.

'Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır.'

Onun burada altın dediği, Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi...

Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul'a yayıldı. Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu.

Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu'ndaki Emniyet Müzesi'ne hediye etti.

Şehid Mehmet Muzaffer'in taklidini yaptığı paranın aslı 50 liralık kâğıt paradır. Bu kâğıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rûmi 6 Ağustos 1332 (M.18.8.1916) tarihli kanunla tedâvüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Her halde Şehid Muzaffer'in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedâvüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit yüzlük kâime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzûmunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer'in 'sabah ezanı vakti' üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.

Çeşitli imkânlara sahip teksir ve fotokopi makinelerinin henüz îcad edilmediği yıllarda, bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarılı bir taklidi yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak, fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil, bir san'at şaheseri olarak değerlendirilmelidir.

Hz. Allah, bütün şehidlerimizden de, vatan için her şeyi göze alabilen bu san'atkârın, bu mübârek şehidin rûhundan da, o ganî rahmetini eksik etmesin. (Âmin)

Kaynak:Ziyad Ebuzziyâ, Fazilet Takvimi 1997