Faydalı Paylaşımlar..

3 Haziran 2015 Çarşamba

Paylaşmanın Hakkını Vermek

14:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Sevdiğiniz şeylerden başkalarına da vermedikçe, tam bir iyilik vasfına eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allâh onu bilir." (Âl-i İmran, 92)
Vaktiyle Kalaycı Dede adında bir âlim zat yaşarmış. Şehrin ârif şahsiyeti ve akıl hocasıymış. İsminden de anlaşılacağı üzere kalaycılıkla uğraşır, yalnızca günlük ihtiyacını karşılayacak kadar kazanır ve sonra ibâdete çekilirmiş. İkindi üzeri şehrin çarşısına iner; ihtiyaçlarını alır, insanlarla ve esnafla sohbet eder ve onlara güzel öğütler verirmiş. Mâhir elleriyle kapları kalayladığı gibi sözleriyle de insanların rûhunda bir aydınlık, ferahlık sağlarmış.
Kalaycı Dede kimden alış-veriş ederse, o günün gözde dükkanı o olur, halkta o dükkanı tercih edermiş. Dükkan sahipleriyse, O, dükkana girince hem âlim bir zâtın kendilerini seçmiş olmasından dolayı şeref duyar, hem de günün en fazla satış yapacak dükkanı olmanın sevincini yaşarlarmış. Bu yüzden Kalaycı Dede'nin torbasına onun alacakları dışında başka şeylerde sıkıştırır, hediye ederlermiş. Kalaycı Dede de bu duruma sesini çıkarmaz, torbadan kendi ihtiyacını aldıktan sonra geriye kalanı bir fakire verirmiş.
Günlerden bir gün şehre zengin bir tüccar gelmiş ve çok büyük bir dükkan açmış. İçinde en kaliteli mallar ve şehre daha hiç uğramamış eşyalar varmış. İlk günler bu dükkan halkın ziyâdesiyle ilgisini çekmiş. Kalaycı Dede'nin âdeti üzere gelip "hayırlı olsun" demesi beklenirken, o dükkanın önünden bile geçmemeye dikkat ediyormuş. Daha sonraları, Kalaycı Dede'nin tavrının farkına varan halk, "vardır bir hikmeti" deyip birer ikişer dükkandan ayaklarını çekmişler. Üç-beş gün sonra dükkana kimse uğramaz olmuş.
Dükkan sahibi olaya bir anlam verememiş ve niçin böyle birden müşterinin ayağının kesildiğini araştırmaya başlamış. Durumu öğrenir öğrenmez araya aracılar koymuş, Kalaycı Dede'yi dükkanına davet etmiş, ama nafile. Kalaycı Dede bir türlü ikna olmuyormuş. Zengin tüccar yiyecek, giyecek, eşya gönderdikçe Kalaycı Dede geri gönderiyor ve:
"-İkram etmeyenden alınmaz!.." diyormuş. Tüccar az buldu sanıp daha fazla gönderiyor, Kalaycı Dede de olduğu gibi geri gönderiyormuş. Olay bir müddet bu şekilde devam etmiş. Nihâyet tüccar, Kalaycı Dede'nin maksadını öğrenmek için ona gitmeye karar vermiş. Niyeti bir kez daha onu dükkanına davet etmek ve bu sefer ne yapıp edip bu dâvete icâbetini sağlamakmış.
Tüccar elleri kolları güzel hediyelerle dolu olduğu hâlde Kalaycı Dede'nin evine gitmiş. Kalaycı Dede de "Misafirdir" deyip evine kabul etmiş. Yalnız tüccar tam kapıdan içeri ayağını atacakken:
"-Dur!" demiş Kalaycı Dede. "Önce elindekileri bırak! Sonra gir."
Şaşırmış tüccar, ama denileni yapmış. Yapmış lâkin sormadan da edememiş:
"-Efendim, nedir bu hal? Niçin mallarımdan illetliymiş gibi kaçıyorsun, milleti de kaçırıyorsun?"
Kalaycı Dede başlamış anlatmaya:
"-Bak oğlum! Benim ne sana, ne de rızkına bir garezim var. Ama ne yapayım ki; senin malların buram buram haram kokuyor."
"-Ne haramı" demiş tüccar, "Ben her şeyimi anlımın teriyle kazandım."
Gülümsemiş Kalaycı Dede ve sormuş:
"-Peki Allâh'ın sana verdiklerini paylaşman gerekenlerle paylaşır mısın? Allâh'ın üzerine borç kıldığı zekat ve sadakayı verip, ikrâm eder misin?"
"-Niye ki" demiş tüccar. "Ben çalışayım, yorulayım sonra dağıtıp, malımı hebâ mı edeyim?"
"-Dur sana şöyle îzâh edeyim" demiş, Kalaycı Dede:
"Diyelim ki, hasat zamanı bir arkadaşınla beraber tarlada çalışılıyorsun. Ücretinizi de buğday olarak alacaksınız. Tarla sahibi gücünüze, çabanıza ve yaptığınız işe bakarak sana daha büyük, arkadaşına da küçük bir çuval verdi. Ücret olarak bu çuvallara dolduracağınız buğdayı almanızı istedi. Çuvalın büyük olduğu içinde sana büyük kovayı, arkadaşına küçük kovayı verdi. İkiniz de aynı hızda bir müddet çuval doldurmaya uğraştıktan sonra senin çuvalın dolduğu halde arkadaşının ki dolmamış ise, o hâlâ çuval doldurma telaşındayken senin de kendi çuvalın dolu olduğu hâlde onun üzerine daha fazla buğday koymaya çalışman anlamsız olur. Çünkü çuvalın alabileceği buğday bellidir. Bir kova dahî fazladan alamaz. Sen fazladan taşıdığın kovaları eğer arkadaşının çuvalına koyarsan işe yarar. Yok, inatla kendi çuvalına sığdırmaya uğraşırsan hem emeğin boşa gider, hem nimet taşar dökülür, işte o zaman hebâ olur.
Onun için eğer büyük çuvalla kova sana düştüyse paylaşmanın hakkını ver. Ve unutma ki, paylaşılmayan mal murdardır."
Hümeyra Nezihe Gül
Şebnem Dergisi, 9. Sayı

Kocasına Sadık Kadın

14:02:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Peygamber (s.a.v.) devrinde bir savaşçı, savaş meydanlarında aydınlık Allah yolu uğruna düşmanla çarpışmak için sıcak yuvasından ayrılmak üzere karısıyla vedalaşırken ona şöyle der:
"Karıcığım, ben dönene kadar sakın evden ayrılma."
Kocasının bu sıkı tembihine harfi harfine ayak uydurarak evden dışarı çıkmayan sadık kadın, çoluk çocuğu ve ev işleri ile meşgul oladursun. Bir gün öz babasının hasta döşeğinde ölümle pençeleştiği haberini alır. Babasına gitsin mi, gitmesin mi? Bir yanda "Evden dışarı çıkma" diyerek savaş meydanında düşmanla cenkleşen kocasının sıkı tembihi, bir yanda da hasta döşeğinde ölümle pençeleşen öz babasının hasta haberi: Biri evinin ve çocuklarının babası ve bir ömür boyu aynı yastıkta hayatını paylaşacağı eşi; diğeri de varlığına sebep olan ve dinimizin kendisine öf bile demeyi doğru bulmadığı babası.
İşte kadın bu iki kişiden birini tercih etme fikriyle bunaldığı mesele hakkında, dince en doğru olan hareketi öğrenmek için Peygamber'e bir elçi gönderir. Sevgili Peygamberimizin sözü şudur: "Kocanızın emrine uyun." Kadın, belki de bir çözüm yolu bulunur diye bir iki defa daha gönderdiği elçi aracılığıyla Peygamberden aldığı cevap yine aynıdır: "Kocanızın emrine uyun."
Bunun üzerine kadın, babasının hastalığı karşısında onun ziyaretine bile gidememenin derin üzüntüsünü yüreğine gömerek, "Dinimizin emri buymuş" deyip kocasının emrine uyar ve evden dışarı çıkmaz. Bir süre sonra da son bir defa göremeden babası ruhunu teslim eder. Kocasına bağlılığın en faziletli örneğini veren kadın bu acı habere de göğüs gererek yine evinden dışarı çıkmaz ve olanca gücüyle sabredip katlanır. Tâ ki kocası gelene kadar.
Nihayet bir gün kocası sağ salim çıkagelir. İşte tam bu sırada Yüce Allah sevgili Peygamber'in o sadık kadına söylemesi kaydıyla şunu vahyeder; "Ey Muhammed! Kocasına gösterdiği bağlılığından dolayı o kadını affettim. Git söyle."
KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 171-172

"Kolumu Kesiver Kumandanım!"

13:44:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Çanakkale harbi nasıl bir îman gücüyle kazanıldı? Bu soruya cevap niteliğinde Çanakkale muhârebelerinde kumandanlık yapmış ve yaralanmış olan emekli bir subay, hâtırâtında şöyle anlatıyor:
Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerden birindeyiz. O gün akşama kadar devam eden savaş, bu nisbetsiz üstünlüğe karşı yine zaferimiz ile netîcelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muhârebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmetçiklerin “Allah Allah…” nidâları ufku titretiyor, korkunç bir medeniyetin bütün heybetini temsil eden top seslerini bile bu müthiş haykırışlar bastırıyor gibiydi.
Bir aralık, yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ıztırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o her şeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isâbetle hemen hemen tamamen kopacak hâle gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ıztırâbını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı:
“–Şunu kesiver kumandanım!” dedi.
Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecbûriyet ifâde ediyordu ki, gayr-i ihtiyârî çakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazifeyi yaparken de:
“–Üzülme Ali Çavuş, Allah vucûduna sağlık versin!” diye moral vermeye çalışıyordum.
Çok geçmeden Ali Çavuş, yalnız elini değil, vatan uğruna fânî vucûdunu da fedâ etti. Gözlerini hayata yumarken de:
“–Vatan sağ olsun! Allah îmandan ayırmasın!.. Canım vatana fedâ olsun!..” cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı küçük bir kan gölü hâline gelmişti.
***
Çanakkale harbi nasıl bir îman gücüyle kazanıldı? Bu hususta, bizzat harbe iştirâk etmiş bulunan kahraman yiğitler, zaferin taktiğini şu şekilde anlatıyorlardı:
“Gönüllerimiz Allâh’a niyaz hâlindeydi. O’nun yardım ve istiânesine sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize «Salât-ı Nâriyye»yi okutturuyorlardı… Böylece ilâhî yardıma nâil olduk…”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları.

Kardeşlerim Nerede?

13:17:00 Posted by Mücahid Reis No comments


"Müslüman müslümanın kardeşidir. Kim Müslüman kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa,  bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır."
(Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.)

Yer Felluce…

Vakit gece yarısı, zifiri karanlık…

Toprak evlerden herhangi bir ev. Biri orta yaşlarda, diğeri seksenine merdiven dayamış iki kadın ve bir erkek çocuk, on iki-on üçünde; toplam üç kişi.

Gecenin karanlığını; ay ışığı ve şimşek çakarcasına bir yanıp bir sönen alevlerin ışığı aydınlatıyor. İnsanlığın kararışı, gecenin yanışı ve medeniyetin yanlışı bu patlayan alevler. Üç yürek toprak odada, hepsi endişe içinde. Biri tecrübeli, teslimiyet içinde, duâ hâlinde; diğeri kararlı tedbirli ve tevekkül ile duâ hâlinde; üçüncüsü ise sadece korkuyor ve duâ hâlinde ama üç yürekte de endişe…

Şehir kuşatma altında. Toprak evler toplarla yerle bir ediliyor. Bu gece yapılabilecek tek bir şey kalıyor geriye; duâ!.. Top sesleri dışında odada duyulan tek ses, küçük radyonun cızırtılı sesi. Felâket tellalı gibi radyo. Şu kadar sivil, şu kadar mücâhid şehid. Dünyada protestolar, savaş karşıtı gösteriler, müslümanların tepkileri. Ve bunlara göz yumuş, savaşa devam! Spiker "Allah bizimle, zafer bizim olacaktır." sözleriyle bitiriyor yayını. Çocuk gözlerini diktiği radyodan kaldırıp kadına bakıyor:

"-Anne babam geri gelebilecek mi sence?"

"-Bilemeyiz ki Hüseyin'im. Duâ et, dönsün sağsâlim."

"-Peki dünyada bizden başka bir çok müslüman var, protestolar oluyor, savaş lânetleniyor ama niye hâlâ bir şey olmuyor? Bu insanlar ne yapıyor? Bizim ne hâlde olduğumuzu bilmiyorlar mı?"

"-Biliyorlar oğlum. Televizyondan izliyorlardır. Muhakkak bu zâlimlerin yaptıklarını yanlarına bırakmaz kardeşlerimiz. Bugün itiraz ederler, yarın boykot ederler. Ama ne yapar eder bizi yalnız bırakmazlar. Şimdi bize duâ eden milyonlarca kardeşimiz vardır. Sen de duâ et."

Yaşlı kadın titreyen sesiyle:

"-Esmâ kızım sen ne diyorsun? Bir iki yıl öncesine kadar biz de onlar gibi değil miydik? Şuracıkta Filistin'de Çeçenistan'da kardeşlerimizin kanı nehir edildi. Biz ne yaptık ki, ne bekliyoruz. Duyup hatırladıkça düşmanlarına lânet okuduk; kardeşlerimize de duâ ettik. Başka bir şey yaptık mı? Ne yahudileri, ne de Rusları boykot etmedik. İşte bu gün Ramazan'ın birinci gecesi. İnsan aç kalacak ki, açın hâlinden anlayacak değil mi? Tokken kim açın hâlini anlar. Biz rahat yaşarken toktuk. Ne zaman ki; savaş bizi buldu, açın hâlinden anlamaya başladık. Filistin'i bizden iyi kim anlar şimdi? Anlamasına anladık da şimdi de kendi derdimize düştük. Aç aça ne ikram etsin?"

Gün aydınlanıyordu. Uykusuz gözler, aydınlanan yeni bir Irak gününe, yani yeni ölümlere tanık olacaktı yine. O gün tanklar yine ölüm dağıttı rastgele. Umutlar iyice tükenmişti toprak evlere sığınan yüreklerde. Günler geçtikçe beklenen zafer daha da uzaklaşıyordu.

Böylelikle Ramazan'ın üçte ikisi bitti. Iraklılar her geceyi Kadir gecesi kabul edip duâya durmuşlardı. Zulüm her geçen gün artıyordu. Askerler her eve girip direnişçi arıyordu köşe bucak. Kadın, çocuk, genç, ihtiyar zorla çıkarılıyordu evlerden. Direnenlerse… Vahşetin sınırı yok. Bu insanlar insanlıktan çıkmış, hayvanları da aşmışlardı vahşilikte. Akla hayale gelmedik iğrenç işkenceler yapıyorlardı, kurulacak olan sözde düzeni(!) bozanlara… Ne insanlık örneğidir dünyanın bir ucundan diğer ucuna düzen götürmek(!)... Bu kutsal görevleri(!) uğruna genç yaşlı önlerine çıkan her engeli ezip geçiyorlardı.

Ramazan'ın son günü, arefe. Tanklar sokak aralarında tek tek bombalıyor muhtemel direnişçi barınaklarını ibret-i âlem için. Ve evler didik didik aranıyor, yağmalanıyor. Ümit kalmamış kimsede. Tek dert hayatta kalabilmek.

"-Anne! Nerde hani babamlar; bizi kurtarmaya gelmeyecekler mi?"

"-Nasıl gelsinler oğlum, her taraf tank ne yapabilirler ki, koca tanklara..."


Ramazan Bayramı'nın birinci günü. Girilmemiş ev neredeyse kalmamış. Endişeli bekleyiş sürüyor üç kişilik toprak evde…

İkinci günün sabahında bir gürültüyle uyanıyor Esma'nın evi. Sokak kapıları kırılıyor ve içeriye giriyor askerler. Ev halkı zaten her ân basılma korkusuyla hazırlıklı, en son odaya, köşeye, ellerine beyaz bayraklar alıp siniyorlar. Askerler oda oda dağıtarak ilerliyorlar son odaya doğru. Tam son odaya geldiklerinde bir silah sesi geliyor sokaktan ve sanki son odada silahlı insanlar varmış gibi kurşun yağmuruna tutuyorlar odayı. Zalimler korkak olurmuş. Yine amerikan askerlerinin uyarı için havaya açtıkları ateşten korkan ve tetiğe yüklenen amerikan askerleri barut kokan odanın dumanı dağıldığında, iki kadın cesedi ve kadınların arkasına sığınmış yaralı bir çocuk buluyorlar sadece. Çocuk "ümmî ümmî!"(Anneciğim, anneciğim) diye ağlıyor, gözyaşları kan içinde kalmış, yüzünden aşağıya kan kırmızısı sızıyor. Askerlerden biri subayına bakıyor, "ne yapalım çocuğu" dercesine. Ve üst rütbeli, vatanseverlik örneği gösterip bir amerikan düşmanının daha ölüm emrini veriyor.

Hüseyin namluyu kafasında hissettiğinde annesinin cesedine bakıp kanlı gözyaşlarıyla soruyor bu soruyu:

"Eyne ihvânî?" "Kardeşlerim nerede?"

Bu sadece Iraklı Hüseyin'in son ânında sorduğu bir soru değil. Yıllardır soruluyor bu soru Hüseyin'lerin, Ahmed'lerin, Osman'ların, ve daha binlerce müslümanın ağzından. Ama cevap bulunamıyor ve bu soru sorulmaya, cevapsız havada kalmaya devam ediyor…

Hümeyra Nezihe Gül
Şebnem Dergisi