Faydalı Paylaşımlar..

25 Ekim 2015 Pazar

KARŞISINA ÇIKAN LEŞ

14:13:00 Posted by Mücahid Reis


Bir peygamber bir gece şöyle bir rüya gördü:

Rüyasında kendisine denildi ki; Sabahleyin çıkan ilk şeyi ye; ikinci şeyi sakla; üçüncü şeyi kabul et; dördüncü şeyi meyus etme ve beşinci şeyden de kaç, uzak dur”

Sabah olunca karşısına çıkan ilk şey yüksek bir dağ olunca önce biraz tereddüt ederek ne yapacağını şaşırdı. İçinden “Nasıl olur? Rabbim bunu yememi emretti” dedi. Fakat daha sonra “Allah bana yapamayacağım şeyi emretmez” diyerek yemek kasdıyla dağa doğru yürümeye başladı. Fakat dağa yaklaştığında küçüldüğünü , iyice yanına varınca da baldan tatlı bir lokma haline geldiğini görerek onu yiyiverdi ve arkasından da Allah’a hamdetti.

Bir süre yürüdükten sonra karşısına bir altın tas çıktı. “Bana bunu saklamam emredilmişti” diyerek altın tası yerde kazdığı yere gömdü. Fakat biraz ilerledikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın yine meydana çıktığını gördü. Bunun üzerine geri dönüp onu yeniden gömdü. Aynı şeyi iki veya üç defa yapmak zorunda kaldığı halde biraz yürüdükten sonra geri dönüp bakınca altın tasın yine meydana çıktığını gördü. Fakat “ben Rabbimin emrini yerine getirdim” diyerek artık geri dönmedi.

Biraz daha yürüyünce bir kuşla karşılaştı. Kuşu bir doğan kovalıyor ve yakalamaya çalışıyordu. Bu yüzden kuş kendisine “ey Allah’ın peygamberi beni kurtar dedi”. O da kuşun dileğini kabul ederek onu yerine koyup sakladı. Fakat az sonra doğan karşısına dikilerek “ey Allah’ın peygamberi, karnım acıkmıştı, onun için sabahtan beri bu kuşu kovalıyordum ve az önce onu yakalamak üzereydim. Beni rızkımdan ümitsiz bırakma” dedi. Doğanın bu sözleri karşısında peygamber ne yapacağını şaşırdı. İçinden “karşılaştığım üçüncü şeyi kabul etmem emredilmişti, ettim. Karşılaşacağım dördüncü şeyi de hayal kırıklığına uğratmamam emredildi. Karşıma çıkan dördüncü şey bu doğan olduğuna göre şimdi ne yapayım?” diye içinden geçirdi. Bir süre düşündükten sonra bıçağı eline alıp kendi budundan bir parça keserek doğana doğru attı. Doğan da kendisine atılan eti kaparak uçup gitti. Arkasından yeninde sakladığı kuşu da salıverdi.

Yoluna bir süre daha devam edince karşısına beşinci olarak bir leş çıktı. Peygamber almış olduğu emir uyarınca bu leşten hızla uzaklaştı:

Gece olunca “ya Rabbi, bana emrettiklerini yaptım. Şimdi bana bunların mahiyetlerini açıkla” diye dua ederek uykuya daldı. Bunun üzerine rüyasında kedisine şöyle dendi:

- İlk karşına çıkıp da yediğin şey: öfkedir. O işin başında dağ gibidir, fakat sabrederek baskı altına alınca baldan tatlı olur

İkinci karşılaştığın şey, iyi ameldir. Onu ne kadar saklarsan sakla, yine açığa çıkar.

Üçüncü karşılaştığın şeyin manası şudur: Sana emanet edilen şeye hıyanet etmemelisin.

Dördüncü olarak karşılaştığın şey: sana biri senden bir şey isteyince onun dileğini yerine getirmeye çalışman gerektiğini, bu yolda gerekirse muhtaç olduğun bir şeyi bile feda etmen icap ettiğini hatırlatmak içindi.

Beşinci olarak karşılaştığın şey, gıybettir. Başkaları hakkında gıybet edenlerden uzak dur.”

Kaynak: Ebu'l Leys es-Semerkandî Tenbih-ül Gafilin, s:163-164

Çobanın Aşkı

10:00:00 Posted by Mücahid Reis

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: 

- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kar etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim…

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.

- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.

İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.

Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:

- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?

- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.

İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…

Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:

- şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah …

Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.

Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah…

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekana bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:

- Hünkarım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.

Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:

- Neden kerimenizin nikahını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Ã…a¿aşırma sırası padişaha gelmişti.

- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?

Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.

Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;

- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.

Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.

Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.

- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı alinize layık değil belki, ama lütfeder nikahınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:

- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:

- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?

Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim…

Kaynak: Semerkand Dergisi, Ağustos 2005
Serdar Tuncer

Dolmuş

07:46:00 Posted by Mücahid Reis


Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.

Yanına sokularak:

— Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?

Sıcak bir tebessümle:

— Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.

— Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.

Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.

— Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.

Saatime baktıktan sonra:

— 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.

Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.

İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:

— İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?

Ön koltukta oturanı:

— Hak istiyorsan Hakkâri’ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.

Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.

Sakinleşmeye çalışarak:

— Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.

Bu defa şoför lâfa karışıp-,

— Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.

Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.
5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı.

Şoför:

— Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.

Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:

— Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.

Heyecanla:

— Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?

— Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.

Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla bir-şeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.

Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:

— Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye’nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla...

(Cüneyd Suavi Zafer Dergisi)

15 Ekim 2015 Perşembe

Şoför

23:30:00 Posted by Mücahid Reis

İran- Irak Savaşında kaybettiği kocasının biriktirmiş olduğu imkânları da çoktan tüketmiş, bir gün aç, bir gün tok yaşar hale gelmişlerdi. Kendi neyse de geride kalan üç çocuk yokluk bilmiyor, acıkınca feryadı basıyorlardı.


Kerkük'ün sokaklarında ise sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı?..

İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:

– Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum...

Beklenmedik bir anda gelen bu Allah rızası için yardım talebi zaten kıt kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı,

Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına. Ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksisinin dört lastiği de eskimişti. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da devamlı ikaz etmekten geri kal­mıyordu:

-  Ne zaman değiştireceksin bu lâstikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle? diye korku içinde bekliyorum. O an için nefsi ve şeytanı birlik olup vesvese vermeye başladılar:

-  Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek du­rumda değilsin. Bas gaza, git yoluna. Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:

- Para dediğin şey böyle gün için lâzım olur. Belli olmaz. Allah'ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muh­taç hanıma vermelisin. Tam yeridir!

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki parayı tümüyle uzatarak:

-  Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler yaratır demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken, kadının:

-  Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihti­yacını karşılasın., duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruya yine muhatap oldu:

- Hâlâ değiştirmemişsin arabanın lâstiklerini? Adam, hiçbir şey hissettirmeden:

-  Bir lâstikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek., diyerek geçiştirdi.

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam ettiği için bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, bu defa ne diyeceğim diye düşünürken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı.

Hanım bu defa kendisine adres yazılı bir kâğıt uzatmış, sonra da şöyle demişti:

- Bugün lâstikçi geldi, şu adresi verdi. Yarın bana gelsin lâstiklerini değiştireceğim, deyip gitti. Al bu adresi, dedi.

Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lâstikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi.

ilk işi kâğıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamir­ciyi hayatında hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kâğıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:

-  Sen o musun, deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

- Tam üç gündür Resûlullah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, "şu adresteki şoförün lâstiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol" buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir İyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki, Resûlullah Aleyhisselam üç gündür beni İkaz ediyor, senin lâstiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s.50

Un Haline Dönen Kum Taneleri

16:00:00 Posted by Mücahid Reis


Allah erenlerinden Dinar oğlu Malik devrinde iki kardeş yaşamaktadır. Bu iki kardeşten biri yetmiş, diğeri de tam otuzbeş yıl ateşe taparak hiçbir muratlarına kavuşamadığını anlayan küçük kardeş bir gün ağabeyine dert yanar, der ki: "Ağabeyciğim!... Bu kadar yıldır ateşi ilah bilerek ona tapındık. Fakat bakıyorum ki hiçbir dileğimize erişemedik. O yüzden bende ateşin ilah olmadığına dair bir şüphe uyandı. Bu şüphemde haklı olup olmadığımı araştırmak için seninle bir denemeye girişelim. Eğer ateş başkalarını yaktığı gibi bizi de yakarsa, kendisine bir daha asla tapınmayalım. Yok eğer yakmazsa ölünceye kadar ilahlığına iman ederek ibadetten geri durmayalım."

Bu karardan sonra iki kardeş bir ateş yakarlar. Küçüğün büyüğüne "Ateşe ilk önce elimizi hangimiz uzatacağız. Sen mi yoksa ben mi?" diye sorar. Ağabeyi, "Sen uzatacaksın" deyince küçük kardeş elini hemen ateşe yaklaştırır. Bakar ki ateş elini yakıyor, hemen çeker. Ardından da "Ey ateş!..." der "yazıklar olsun sana! Bunca yıldır seni ilah bildim ve o yüzden de sana taptım. Ağabeyine der ki: gel buna tapınmaktan vazgeçelim" diye yalvarıp yakarır. Fakat ağabeyi bir türlü vazgeçmez ve ateşe tapmaya devam eder.

Ağabeyi devam ededursun. Küçük kardeş bu denemeden sonra ateşe tapmaktan vazgeçer Müslüman olmaya azmeder ve doğruca devrin büyük ermişlerinden Dinar oğlu Malik'e başvurur. O anda Malik de oturmuş halka vaaz vermektedir. Vaazını bitirdikten sonra başından geçenleri bir bir kendisine anlatır ve ben Müslüman olacağım der.

Bunun üzerine Malik ateşperest adamı karşına oturtarak Kelime-i Şehadet getirttikten sonra kendisine İslam'ın şartlarını ve bütün umumi prensiplerini bir bir izah eder. Yanında bulunan ailesi de İslam'a girince orada bulunan halk, bu her iki ateşperestin imana gelişini sevinç gözyaşları arasında kutlarlar. Ardından da biraz aramızda kalın da, aramızda size biraz öteberi toplıyalım dediler. Fakat yeni imana gelen adam ben dinimi dünyalık hiçbir şeye satmam diyerek asla bir şey kabul etmeyeceğini belirtiyordu.
Daha sonra ailesini alarak şehrin kıyı mahallelerinden virane bir eve yerleştiler. Ne yiyecek, ne de içecek bir şeyleri yoktu. O gece Allah'a ibadet ve taat ederek sabahladılar.

Güneş doğup yeryüzüne ışıklarını yaymaya başlayınca günlük ekmek parasını kazanmak için bir iş bulup çalışmak gerekiyordu. Çünkü yaşamak için yemek, yemek için de çalışmak şarttı. Bu düşünceye daha ziyade kendini kaptıran kadındı. Yeni imana gelmiş bulunan adamın ise yemek içmek gibi bir dert umrunda bile değildi. Onun tek düşüncesi kainatın ortaksız yaratıcısı olan Allah'a biraz daha fazla ibadet edebilmekti. Bu yüzden de kendisini ibadetten alıkoyan her şeye düşman kesilmişti. Bu ekmek parası için çalışmak mecburiyeti olsa bile.

Fakat yine de muhakkak ki ekmek parasını kazanmak için çalışmak gerekiyordu. Nitekim hanımı durumu açarak taşı gediğine koydu. "Bey efendi!" dedi. "Bugün şehre inin de belki bir iş bulup çalışırsınız. İnşaallah akşama kadar günlük nafakamızı kazanmış olarak dönersiniz." Bu ikaz karşısında kendisini toplayan adam şehre inip münasip bir iş aramaya koyuldu. Birçok kapı çalıp iş aradı, fakat ekmek parasını kazanacak bir iş bulamadı. Ama her nedense buna pek üzülmüyordu. Zaten bütün dileği Allah'a amelelik etmekti. Onun için Camilerden birine kapanarak akşama kadar bol bol Allah'a ibadete daldı.

Akşam olunca kendi namına Allah'a bol bol ibadet etme fırsatını bulduğundan dolayı sevinç, karısının karşısına da eli boş çıkacağı için de üzüntü içinde karışık duygularla döndü. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra selam verip bir köşeye oturdu. Karısına da bütün gün çalıştığını fakat ücretlerini yarın alacağını ifade etti. Karı-koca geceyi aç açına ibadet ederek geçirdiler.

Sabah olunca tekrar iş bulmak için şehre inen adam ne yaptıysa yine bir türlü ekmek parasını kazanacak bir iş bulamadı. Bulamadı diye üzülecek değildi ya. Camiye girerek akşama dek bol bol Allah'a ibadet etti. O, sadece Allah'ına çalışıyordu. Tek üzüntüsü karısıydı. Zavallı kadıncağız artık açlığının son haddine gelmişti.

Akşam olunca yine eli boş olarak eve döndü ve karısına aynı mazereti uydurdu. Böylece o geceyi de aç olarak geçirdiler. Ertesi gün, günlerden Cuma idi. Cuma günü de hafta tatili dolayısıyla bütün iş yerleri kapalıydı. Onun için herhangi bir iş bulup da çalışmaya imkan yoktu. En iyisi camiye gidip Cuma namazı kılmaktı.
Eski ateşperest, yeni mü'min de aynı şeyi yaptı. Cuma vakti gelince doğruca camiye gidip iki rekat Cuma namazını gönül huzuruyla kıldı. Ardından da ellerini göğe doğru açarak Allah'a yalvarıp yakarmaya başladı. "Ey Rabbim!.." diyordu. "İslam dinin ve bu Cuma gününün yüzü suyu hürmetine gönlümden ailemin geçim sıkıntısını at. Çünkü bir iş bulup çalışamadığım için aileme karşı mahcubum. Korkarım ki açlıkları daha fazla sürerse ağabeyimin dinine dönerler."
Adam Cuma vakti camide dua ededursun. O sırada şehrin kenarında bulunan virane evinin kapısına biri gelerek kapıyı çalar. Karısı kapıyı açtığında bakar ki karşısında yakışıklı bir genç durmaktadır. Elinde mendille örtülü bir tabak bulunan genç tabağı kadına uzatırken "Bunu alınız ve kocanıza da bunun bu Cuma Allah (c.c.) için yaptığı ameleliğin ücreti olduğunu söyleyin. Çünkü böyle bir günde azıcık çalışmanın Allah (c.c.) katında ücreti çok büyüktür" der.

Kadın hemen tabağı alıp üzerindeki mendili açınca ne görsün ki! Tabağın içinde çil çil bin tane altın. Altınlardan birini alarak hemen çarşıya çıkıp bir sarrafa götürür. Sarraf altını daha eline alır almaz şaşırıp kalır. Hele tartıya koyunca hayreti büsbütün artar. Altın bildiğimiz altınlardan değildir. Hem çok ağır basmakta, hem de üzerindeki nakışlarından başka bir dünyaya ait olduğu anlaşılmaktadır.

Hayretini yenmek için kadına altını nereden bulduğunu soran sarraf hikayeyi olduğu gibi dinleyince durumu hemen kavrar ve kadına "Ben de Müslüman olacağım. Bana İslamiyeti öğretir misiniz?" der. Ardından da Müslümanlığı kabul ederek kadına bin tane dünyalık altın hediye eder.

Öbür yandan genç Cuma namazını kılmış eve dönmektedir. Yine her zamanki gibi eli boş olduğu için, bu defa mendilini kumla doldurarak yiyecek bir şeyler getiriyormuş gibi yapar içinden de "Eğer karım ne iş yaptın dese, size un getirdim, diye cevap veririm" düşüncesini geçirir. Bu düşünceler içinde boynu bükük ve mahzun mahzun kapıya gelir. Tam bu sırada içeriden etrafa yemek kokularının yayıldığını farkederek elindeki kumla dolu mendili kapının dibine bırakıp sevinçli içeri girer.

Hoş beşten sonra karısından durumu sorup öğrenir. Ardından da sevinç gözyaşları içinde yüce Allah'a şükür secdesine kapanır. Bu arada kapıya çıkan karısı kum dolu mendili görüp de eline alınca bakar ki içi unla dolup taşmaktadır. Kocasının unu neden içeri getirmediğini sorunca o da durumu öğrenerek şükür secdesine kapanır.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi Cuma namazının faziletinden mahrum bırakmasın, amin... - Zübdetül Vaizin -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 190-197

EŞEĞİNİ KAYBEDEN KÖYLÜ VE CUMA NAMAZI

13:52:00 Posted by Mücahid Reis


Adamın biri bir gün eşeğine buğday yükleyerek değirmene varır. Eşeğin sırtındaki buğday çuvallarını indirir indirmez eşek kaçar ve kaybolur. Adam eşeğin peşine düşerek aramaya koyulsa Cuma namazını kaçıracaktır.

Tam bu sıkışık anda adamın tarla komşusu çıkagelir ve der ki, "Bugün sulama sırası senindir; hemen git; nöbetini kullanarak toprağına su ver. Sıranı kaçırırsan bir daha nöbet sana gelinceye kadar tarlanı sulayamazsın." Adam, Cuma namazını kaçırmamak için kaybolmuş eşeğini aramaktan vazgeçmişken bu defa da başına tarla sulama derdi çıkar. Dünyalık geçim bakımından işlerin her ikisi de biri birinden mühimdir. Eşeğin peşine düşmezse hayvancağız tamamen kaybolabilir; ya da canavarların birine yem olur. Halbuki köylü eşeksiz geçinemez. Öteye beriye yüklerini kim taşıyacak ve neyin sırtına binerek yolculuğa çıkacak?

Tarla, zamanında ve düzgün aralıklarla sulanmadığı taktirde o yılki ekinler ya noksan olur. Ya da hiç olmaz. Bu da bir köylü için bütün ev halkının o yıl açlıkla karşı karşıya kalması demektir. Ayrıca buğday çuvalları da değirmende kalmaktadır. Adamın sırasını bekleyip ekini öğütmesi ve onu evine götürmesi lazımdır ki karısı öğle yemeğine ekmek pişirebilsin.

Adam işlerin hangisine koşayım diye düşünüp dururken Cuma namazının vakti gelip çatar. Hemen hatırına varlıkların biricik sahibi Allah'ın kesin emri gelir. "Cuma ezanı okunduğu zaman, dünyalık işlerinizi bırakarak Allah'a ibadet etmeye koşunuz. Cumadan çıktıktan sonra işlerinize dağılarak helal yollardan geçiminizin peşine düşünüz." Adam şöyle düşünür: "Az sonra yüce Allah'ın kesin emri beni ibadet yerine çağıracaktır. Şu anda kafamı yoran dünyalık nimetlerle birlikte daha nice nimeti bana veren O değil midir? Üstün ve ortaksız bir gücün sahibi olarak, O verdiği nimetleri istediği anda geri alıp kulu çaresizlik içinde çırıl çıplak bırakacağı gibi elden kaçar gibi olan nimetleri tekrar kulunun eline ve emrine veremez mi? O halde tamam, herşey ne olursa olsun; ben Cuma namazına gidiyorum." Bu kesin karardan sonra saydığımız bütün sıkışık işlerini yüzüstü bırakarak camiye koşar. Dünya işlerinin kafa yoran düşüncelerinden sıyrılarak Allah'ın evine gider.

Hatibin okuduğu hutbeyi can kulağıyla dinlerken, hafta içinde yaptığı günahları bir bir aklından geçirir; daha önceki Cuma namazından çıkarken artık günah işlemeyeceğine gönülden söz verdiği halde sözünü tutamayarak yaptığı dine aykırı hareketlerden ötürü yüreğinde derin bir pişmanlık duyar. Esirgeyen ve bağışlayan Allah'dan, her adımını O'nun emrine uygun şekilde atamadığı için samimi bir utanç duyar.

Pişmanlık ve utancının manevi gözyaşları ile gönlünü karartan günah pasları silinir. Kalbinin bir hafta önceki o tatlı rahatlığa ve Allah (c.c.) huzurunda teslim olmuşluğa tekrar büründüğünü hisseder ve sevinir. Fakat bu sevincin yanında "ya ibadetlerimi yüce Allah (c.c.) kabul etmezse; ya farkında olmadan ağır şekilde Allah'ı gücendirecek bir günah işliyor ve Allah'ın yaygın esirgeciliğini kendimden uzaklaştırıyorsam" diye içinde bir korku ve endişenin kıpırdadığı duyar. Sonra aklında gelir ki iyi bir mü'min zaten her an Allah'ın rahmetine güvenecek hem de O'nun korkusunu hiçbir an gönlünden çıkarmayacak, bu iki duyguyu aynı anda taşıyarak kendini yolun doğrusu üzerinde tutacaktır.

O halde bu korkulu ve aynı zamanda ümitli hali temiz bir mü'minin özlenen halidir. Sağlam bir mü'mine yakışır duygu ve düşünceler taşıdığına ayrıca sevinir. Allah'ın öz evinde O'na bağlılıkların en samimisini sunarak Cuma namazını kıldıktan ve arınmış bir gönülle ibadet evinden çıktıktan sonra adam, evine varır.

Bir de ne görsün!... Namazdan önce kafasını yoran ve neredeyse Cumayı kaçırmasına sebep olmak üzere bulunan bütün işler, adeta kendiliğinden oluvermiştir. Eşeği eve dönmüş, buğday öğütülmüş, tarlası da sulanmıştır. Yemek pişirip taze ekmek hazırlayan karısı sofrayı kurmuş kocasının camiden dönmesini beklemekteydi. Karısına "bu işler nasıl yoluna girdiğinden dolayı içinde katmerli sevinç duyar, ve karısı olanları anlatır; adamın birisi değirmene gitmişti, kendisinin sanarak bizim buğdayları öğütmüş, çuvalları evine getirince yanlışlık yaptığını anlamış ve bize göndermiş. Eşek az önce kendiliğinden dönerek eve geldi. Komşunun tarlasını doldurup taşan su, bizim tarlaya akarak toprağımızı sulamış ve işte işler gördüğün gibi yoluna girmiş."

Adam bir yandan Allah'a karşı, mü'min kalabalığı ile birlikte samimi kulluk borcunu yerine getirip gönül rahatlığına kavuştuğundan ötürü öte yandan namaz öncesi canını sıkan işler, zincirlemesine kendiliğinden yoluna girdiğinden dolayı ayrıca katmerli sevinç duyar, kullarının her işini yoluna koyan yüce Allah'a şükürler ederek karısı ve çoluk çocuğu ile birlikte sofraya oturur.

Yüce Allah (c.c.) hepimizi dünyalık işleri uğruna dini vazifelerini ihmal etmemeyi beceren ve böylelikle her iki dünyada mes'ut olan kullarından eylesin, amin!...

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 181-185

Her Cuma Kazancını Ölmüşlerine Bağışlıyordu

11:29:00 Posted by Mücahid Reis


Çok parası yoktu. Bunun için ölmüşlerine hayır yapa­mıyor, sevap bağışlayamıyordu. Halbuki, ölen akrabala­rının kendisinden hediye beklediklerini biliyordu. Öl­müşler dirilerden mutlaka sevap hediyesi beklerdi. Dü­şündü, taşındı, nihayet kararını verdi:

— Bundan sonra cuma günlerimin kazancını ölmüşle­rime tahsis edeceğim. Ne elime geçerse onunla hayır işle­yip sevabını geçmişlerime bağışlayacağım.

Gariptir ki kararından sonra cuma günkü işleri açıldı, alıp sattığı şeylerden iyi kazanç elde etti. Akşamlan yoksulların evleri önünden geçiyor, rastladığı çocuklara parayı veriyor, bazan da aldığı giyim eşyasını gönderiyor­du.

Yine bir cuma günü, sabahın erken saatinde iş yerini açmış, müşteri beklemeye başlamıştı. Saatler geçti, gelip giden olmadı. Öğleyin cumayı kılıp tekrar iş yerine geldi, yine müşterinin geldiği görülmedi. O gün eline tek kuruş geçmemiş, ölmüşlerine bir sevap bağışlayamamıştı. İkin­di namazını kıldığı caminin imamına üzüntü ile sordu:

— Muhterem hocam, ben bu cuma hiçbir şey kazana­madım, geçmişlerime hiçbir hediyem olmadı. Şimdi dükkânı kapayıp evime gidiyorum. Ölmüşlerim de böyle­ce bu cuma mahzun bekliyorlar. Ne yapayım?

Hoca Efendi, önce düşündü, sonra şu tavsiyeyi yaptı:

— Şimdi yaz mevsimidir, şurada burada kavun kar­puz kabuklan atılmış vaziyette görünmektedir. Sen bun­ları topla, hiç olmazsa aç kalmış hayvanlara ver, onların karınlarını doyur. Bu saatten sonra yapacak başka hayır bilmiyorum.

Genç, Hoca Efendinin tavsiyesine uydu, topladığı kavun, karpuz kabuklanın sokaklarda, boş arsalarda geze­rek karnını doyuramayan hayvanlara verdi, evine bun­dan sonra gitti.

O gece rüyasında vefat etmiş akraba ve dostlarını gör­dü. Her biri kendisine sevgi ve hürmetle baktıkları halde, kendisi onlara utancından bakamıyor ve şöyle diyordu:

— Kusuruma bakmayın, bu cuma sizlere hediye gön­deremedim.

Hepsi birden cevap verdiler:

— Biz senin hediyeni aldık. Hem de en çok ihtiyacımız olan hediyeydi gönderdiğin.

Şaşırdı:

— Nasıl bir hediye aldınız ki?

— Kavun, karpuz göndermişsin. Sıcaktan bunaldığı­mız bir zamanda, dilimiz, damağımız kurumuş halde iken bize kavunlar, karpuzlar verdiler. Biz de iştiha ile yedik, hem serinledik, hem de susuzluğumuz gitti. Sağ ol. Anlaşılan, kavun karpuz kabuklan, kavun karpuzun kendisini vermiş gibi sevaba vesile olmuş, makbûliyet kazanmıştı.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 135

Bu salâ kime?

02:00:00 Posted by Mücahid Reis

Yıllar önce, köyün birine bir imam görevlendirilmişti. İmam gençti ve yeni evliydi. Gayretli ve çalışkandı. İnsanları namazla buluşturmak için çaba sarf eden samimi bir insandı. Fakat ne kadar çabalasa da köyün erkeklerini camiye, cemaate çekmeyi başaramamıştı.
Belki de yazın yoğun dönemi olduğu için Cuma haricinde insanlar gitmiyordu. Kapı kapı dolaştı, olmadı. İşlerinde yardımcı olmayı teklif etti, olmadı. Namazın hikmetlerinden bahsetti, yine olmadı. Bir sabah köy, salâ sesiyle uyandı.
Herkes merakla kimin öldüğünü soruyor; ama kimse bilmiyordu. Tarlaya, bağa, bahçeye gitmeye hazırlanan köylü, soluğu camide aldı.
Herkes imamın salâyı bitirip çıkmasını bekliyordu. Nihayet imam gözüktü. Biri atıldı hemen:
- Hoca! Kim öldü Allah aşkına? Kimsenin haberi yok, ismini de söylemedin. O zamana kadar cemaati kapıda göremeyen imam, öfkeyle bağırdı:
- Kim olacak! Sizin ruhunuz ölmüş, onun için okudum salâyı. Şayet ölmemiş olsaydı, dört aydır buradayım, sabah namazına bir tek Allah’ın kulu gelip de saf tutmadı. Ruhunuza Fatihâ okuyun, ruhunuza!
Kimseye bakmadan geçti gitti imam. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Köy halkı, bu hâdiseden çok etkilendi. Sabah namazına da, diğer vakit namazlarına da devam edenler yavaş yavaş çoğaldı.
Kaynak: Anonim

14 Ekim 2015 Çarşamba

On Birinci Gün

12:25:00 Posted by Mücahid Reis No comments


YAŞLI ADAM, son demlerini yaşıyordu. İhtiyarlık derdine, bir de ağır hastalık eklenmişti. Kendisiyle ilgilenen kişiler, ona iyi olduğunu söylüyorlardı ama, ciğerleri parça parça dağılıyordu sanki, her öksürüşte.

Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.

İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.

Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını.

Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan.

Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:

— Günahların için tövbe ettin mi?

— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar boyu af diledim Allah’tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.

— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.

Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.

Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler.

Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah’tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü. — Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.

On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru.

Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı.

Peki ya daha sonra?

Küçüklüğünden beri, “Allah Kerim!.” diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi.

Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi.

Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü.

Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!.

Kaynak: Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikayeler Zafer Dergisi Mart 2007

13 Ekim 2015 Salı

Besmele Çekmenin Faydaları

13:45:00 Posted by Mücahid Reis
Birbiriyle dost olan iki şeytan, aradan uzun za­man geçtikten sonra, bir gün ansızın karşılaşmışlar. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakarak bîri diğerine şu su­âli sormuş: 

—"Arkadaş, ben seni tanıyamadım, nedir bu halin, çok zayıflamışsın, eskiden bu kadar zayıf de­ğildin, bir derdin mi var?" demiş. Zayıf şeytan:

-"Hiç sorma arkadaş! Öyle bir derde düştüm ki, sorma. Bir adamın peşine takıldım. Bu adamdan ya­kamı bir türlü kurtaramadım. Bu adam, her işinde "BESMELE" çekiyor."

—Yemesinde, içmesinde, yatmasında, kalkmasında hep "Bismilâhirahmânirrahim" diyerek "BESMELE" çekiyor.

-"Günlerdir açım. Tam onun sofrasına geliyo­rum. Yemek yiyeceğim. Adam "BESMELE" çekip ye­meğe başlıyor. Ben artık oradan bir lokma alamadan kalkıyor aç kalıyorum."

—"İşte bunun için eridim. Bittim. Günlerdir açım" dedi. "Başka birinin peşine de gidemedim bu adamdan ayrılarak."

—"Sen, ya sen nasıl bu kadar şişmanlamışsın? Az kalsın seni tanıyamayacaktım! Bu şişmanlığın sebebi nedir?" dedi. Şişman şeytan şu cevabı verdi:

-"Arkadaş! Ben de, senin tam tersine bir adama düştüm ki, herif ne haram diyor, ne helâl diyor. Öyle bir haramzâdeki hak, hukuk nedir bilmiyor. Midesini hep haramla doldurmuş. Ben de bu herifin peşine ta­kıldım. Herif "Besmele" nedir bilmiyor."

- Aklına hiç bir zaman "Besmele" çekmek gel­mediği gibi, herif zâten "Besmele" nasıl çekilir (oku­nur) bilmiyor bile!..

— "Ben de bol bol adamın yemeklerinden yiyip, rahat rahat göbek şişirmekte ve ense yapmaktayım. Ensemin kilise direği gibi oluşu, göbeğimin davul gibi şişişinin sebebi budur..." demiş. [1]

Cânü Gönülden "Bismillah" Desen Deniz Yol Olur.

Vaktiyle Eminönü civarında ayakkabı tamirciliği (eskici) yapan fakir (çok az gelirli) kanaatkar bir zât varmış. Bu zât günlük kazancıyla geçinir ve son dere­ce helâl kazançla evine yiyecek-içecek götürürmüş.

Bir gün bu zât, Eminönü'ndeki Yeni Câmi'de na­mazdan sonra vaaz dinler. Kürsüde vaaz veren hoca efendi, va'zında "Her kim cân-ü gönülden, inanarak (Bismilâhirahmânirrahim) dese ve deniz üzerin­den yürüse deniz yol olur. Allâhü Teâlâ kuvvet ve kudret sahibidir. Kendisine kalbden bağlı olanlara yardım eder. Lutf ve ihsanda bulunur" der.

Bu vaazı kendinden geçerek, cân-ü gönülden din­leyen eskici zât akşam olunca kulübesini kapatır. Evine gitmek üzere Sarayburnu'na gelir. Evi de Üskü­dar'da imiş. Üsküdar'da otururmuş. Ve " Bismilâhirahmânirrahim " diyerek adımını denize atmış. Yürüyerek evine varmış. Kapıyı çalmış. Hanımı kapıyı açmış. Karşısında kocasını görünce: Hayrola efen­di. Bugün erken geldin der. Adam olanları anlatır.

—"Aman efendi" der. O hoca efendiyi yarın evi­mize davet et. Akşam üzeri hoca efendiyle beraber gelin. Sakın ha unutma diye rica eder.

Ayakkabı tamirciliği yapan zât, ertesi gün hoca efendinin vâzunasihatını dinledikten sonra hoca­nın elini öper. Ve hocam sizden bir ricam olacak, ka­bul buyurulur mu? der. Hoca efendi: "Hay hay evlâd başımın üstüne" der. Sağlam inançlı, işi (ameli) temiz saf Müslüman eskici zât:

—Efendim, bu akşam yemeğini bizim fakir-hâ-nede lütfeder misiniz? Refikam (hanımım) çok rica istirham etti. "Mutlaka Hoca efendiyi bu akşam getir bir fakir çorbası içirelim. Elini öpüp duasını alalım" dedi der.

Hoca efendi ile beraber Sarayburnu'na (Gülhane parkının köşesine) gelirler. Haydi bakalım hoca efen­di; " Bismilâhirahmânirrahim " der adımını denize atar. Ayakkabı tamircisi hiç sağına soluna bakmadan hem yürür, hem de: Hocam Allah sizden razı (hoşnut) olsun. Bu duayı öğrettiniz de kolayca evime gidip gelebiliyorum. Ayrıca Üsküdar'a geçerken kayığa verdi­ğim para da bize kalıyor diyerek hocaya dua ve teşek­kür ederek denizden Kızkulesine doğru yaklaşır. Ho­ca efendiden ses gelmeyince, arkasına dönüp bakar. Bir de ne görsün; hoca efendi sahilde bekliyor. Ayak­kabı tamircisi zât: Aman hocam! Niye bekliyorsu­nuz? Buyursanıza. Hoca efendi Ayakkabı tamircisine el ederek: Gel gel der. Adamcağız geri gelir. Acaba hoca efendi gitmekten vaz mı geçti? diye korkarak:

—Aman hocam elini ayağını öpeyim! Neden bu­yur muyorsunuz? Bu duayı dün siz söylediniz. Sizden öğrendim: "Besmelenin faziletini" Siz dediniz. Kim ki, kalpten inanarak: " Bismilâhirahmânirrahim " dese deniz yol olur demiştiniz der. Hoca efendi;

— Evet, evlâd! Ben dedim. Ve hem de dediğim gibi­dir. Fakat buraya gelince mel'un şeytan beni aldattı. Ansızın: Acaba?., dedim. Acaba demeden adımımı atıp seninle yürüseydim, seninle gelirdim. Ama artık sen­deki sağlam imân bende yok. Bir kere şüphe (kuşku) girdi içime. Acaba dedim. Artık gelemem batarım dedi. [2]

Kaynak:[1] Yusuf Tavaslı "Dini Hikayeler" s:170 [2] Yusuf Tavaslı "Dini Hikayeler" s:172

12 Ekim 2015 Pazartesi

Zulmün İçinde Adalet Tecellisi

08:41:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir gün Musa Peygamber dış görünüşünde ada­letsizlik ve zulüm görünen gizemli olayların, iç yü­zündeki adaleti görmek ister, bunun için, Allah'a yalvarır. Hikmetler sahibi Allah bu duayı kabul eder. O'na dört yol kavşağında bulunan bir çeşmenin karşısında saklanarak, cereyan edecek olayları dik­katle izlemesini emreder.

Hazret-i Musa, kendine bildirilen çeşmenin kar­şısındaki ağaçlığın içine oturur, yollardan gelip ge­çen yolculara dikkatle bakmaya başlar.

Bir süre sonra tozu dumana katan bir atlı gelir. Çeşmenin başında bir müddet dinlenir. Daha sonra atına binerek yoluna devam eder. Ancak atlı, istira­hat sırasında içi altın dolu kemerini çözüp ağacın al­tına bırakmıştır. Çeşme başından ayrılırken, geri ku­şanmayı unutur. Para çeşmenin başında kalır. Atlının arkasından gelen bir delikanlı ise çeşmeden su­yunu içip yoluna devam edeceği sırada, içi altın do­lu kemeri görür. Heyecanla kemeri kaptığı gibi o da başka bir yola doğru gider.

Çok geçmeden iki gözü de âmâ olan bir ihtiyar çeşme başına gelir. Soğuk sudan bir yudum içip şöy­le bir nefes alırken, parayı unutan atlı pürtelâş geri döner. Kemerini çözdüğü yerleri araştırdıktan sonra, ihtiyara:

- Burada unuttuğum para kemerimi sen aldın. Ya paramı verirsiri; yahut da boynunu vururum, der.

İhtiyar:

- Evlâdım! Ben iki gözü de görmeyen bir ada­mım. Senin paranı almadım, derse de atlı onu dinle­mez. Parasını sakladığı iddiasıyla ihtiyarı bir kılıç darbesiyle oracıkta hemen öldürür. Sonra da atına binerek oradan uzaklaşır.

Bu manzarayı seyreden Musa Peygamber:

- Yâ Rabbi! Bu olayların içinde ben adalet göre­medim. Bu adamın parasını daha evvel gelen bir ço­cuk aldı, fakat para sahibi, iki gözü de görmeyen bir zavallıyı öldürdü, der.

Mutlak hikmet ve adalet sahibi olan Allah şöyle cevap verir bu soruya:

- İnsanlar böyledir zaten yâ Musa! Olayların dı­şına bakarlar, zulüm var sanırlar. İç yüzünü bile­mezler.

- Bu olayların iç yüzü nedir yâ Rabbi!

- Parasını çeşme başında unutan adam, vaktiyle yanında çalıştırdığı bir fakire hakkını vermemişti. Parayı bulan delikanlı o fakirin oğludur. Çeşmenin başındaki parayı buldu ve alıp götürdü. Aldığı para vaktiyle babasının çalışıp da alamadığı ücretin ta kendisiydi. Bu sebeple çocuk, babasından kendisine miras olarak intikal eden hakkını almış oldu.

Ölen âmâ ihtiyara gelince, o da vaktiyle zâlim bi­riydi. Astığı astık, kestiği kestikti. Hattâ gözleri kör olmadan önce en son olarak da, parayı unutan ada­mın babasını öldürmüştü. Bu güne kadar yaptığı zulümler hep yanına kâr kalmıştı. Şimdi vaktiyle öl­dürdüğü adamın oğlu gelip, parasını aldı zannıyla babasının katilini öldürdü. Bu suretle (zahirde ada­letsizlik gibi görünmesine rağmen) gerçekte adalet yerini buldu.

Yâ Musa, söyle! İnsanlar sebebini bilmedikleri şeylere itiraz etmesinler. Mutlaka bir sırrı var deyip, rıza göstersinler.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.98

9 Ekim 2015 Cuma

Bu Fotoğrafın Hikayesini Biliyor Muydunuz?

04:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Kevin Carter,

Afrika'da zayıflıktan ölmek üzere olan
Siyah küçük kız çocuğu ile
Onun arkasında durup çocuğun ölmesini bekleyen
Akbabanın fotoğrafını çekmişti.
Bu fotoğraf 1994 yılında fotoğraf dalında Politzer ödülü kazandırmıştı Carter'e.
Ödülü aldıktan 3 ay sonra intihar etti.
Şöyle diyordu geride bıraktığı mektubunda:

"Çocuğu kurtarabilirdim,
Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp
Yardım çadırına götürebilirdim.
O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum,
Şimdiyse önce insan olduğumu."

Dipnot:

Kevin Carter

Kevin Carter (13 Eylül 1960 - 27 Temmuz 1994) Johannesburg, Güney Afrika doğumlu Pulitzer ödüllü fotoğrafçı ve Bang-Bang Kulübü üyesi.

Fotoğrafçılık kariyerinin büyük bölümünü, son yıllarını yaşayan, Güney Afrika`daki ırkçı Apartheid rejiminde geçirmiştir. Güney Afrika`da yaşanan ırk ayrımcılığını yansıtmayı planlayan, zaman zaman da yaşanan vahşetin paparazzisi olmakla itham edilen Bang-Bang Kulübü`nün öncülerindendir.

27 Temmuz 1994'te Johannesburg'un bir banliyösünde park ettiği kamyonetinin içine egzoz basarak intihar etti. Yanında çevresine yazılmış çok sayıda mektup bulundu.

Pulitzer ödüllü fotoğraf

1994'te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter`ın çektiği fotoğraf, zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğu ile yakınında tüneyen akbabayı yansıtmaktadır. Kızın, birkaç kilometre ilerideki Birleşmiş Milletler yardım kampına gitmek istediği sanılmaktadır.

Bu ânı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmış, ancak Carter küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş, oradan uzaklaşmıştır. Bu yüzden yoğun eleştirilere maruz kalan Carter profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını söyleyerek kendisini savundu. O dönemde, gazeteciler ve fotoğrafçılar, bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hasta insanlara dokunmamaları konusunda sıkı biçimde uyarılıyorlardı.

Bu fotoğraf, yardım örgütlerine büyük miktarda maddi kaynak sağladı. Bu olaydan sonra ağır depresyona giren Kevin Carter egzoz verdiği kamyonetinin içinde Walkman ile müzik dinleyerek intihar etti.

Eleştiriler ve destekler

“ Benzer anları yaşamış bir foto-muhabir olarak bu ânı görüntüleyen meslektaşım Kevin Carter’ın yaşadıklarını anlayabiliyorum. Savaş ve açlığın bütün acımasızlığıyla hissedildiği bir bölgede, Sudan’da, böylesine vurucu bir ânı görüntüleme fırsatı bulan meslektaşımızın, zamanı durdurduğu bu anda büyük olasılıkla aklında olan tek şey bu fotoğrafın dünya kamuoyunda yaratacağı tepki ve bunun sonucunda dünya ülkelerinin Sudan’a yönelik yardım girişimlerinde bulunma ihtimali. O anda, o fotoğrafı gerekli yerlere ulaştırma güdüsü ve bu nedenle de bir an önce bulunduğu yerden ayrılma isteği sadece o ânı yaşayan insanların anlayabileceği bir psikoloji. ”
—Coşkun Aral - Savaş Fotoğrafçısı,


“ Yaşamında bir sürü sorunu vardı, ancak bu olayların zamanlamasını göz önüne alınca o çocuğun fotoğrafı ile Carter'ın intiharı arasında bir ilişki olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum."Ama yine de hiçbir fotoğraf bir insanın hayatından önemli değildir... ”
—John Long,

Sayfa Yöneticisi Yorumu...

Sayfa Yönetimi Olarak Bizim Görüşümüz Hiç Bir Fotoğraf Hiç Bir Ödül Hiç Bir Maddi Kazanç Bir İnsanın Hayatından Önemli DEĞİLDİR.

7 Ekim 2015 Çarşamba

İhtiyar Çöpçü

19:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İhtiyarlığa adım atalı çok olmuştu. Gözleri dalgalara takılmış halde, iyi kötü yönleriyle geçmişi düşünüyordu. İnsanlığa karşı pek güveni kalmamıştı. İyilik yaptıkça nankörlük gördüğünü düşünüyordu. Çoğu kişinin kendisine "enayi" gözüyle baktığını da biliyordu. Fakat karşılıksız iyilik yapmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü kendisini hayata bağlayan çok az değerden birisi de, kendisine olan saygısıydı. Onu da kaybederse , herşeyini kaybetmiş olacağını düşünüyordu.

İhtiyar adam kayalıkların üzerinden yavaşça doğruldu, denizin kenarına atılmış kırık içki şişesi gözüne takılmıştı.

İçki içmezdi ama görüp de almazsa ve bu kırık şişe birine zarar verirse vicdan azabı duyacağını düşündü. Onun şişeyi yerden aldığını gören biri kız, biri erkek iki genç gülüştü. Erkek ; "-Çöpçü herhalde. " dedi. İhtiyar adam herkesi hoş görmeye çalışırdı, özellikle gençleri ama yine de gencin, kendisi hakkında arkadaşıyla şakalaşırken biraz sesini alçaltmamasına, kendisinin duymaması için gayret etmemesine canı sıkılmıştı.

İhtiyar kırık camları atmış dönerken, gençlerin az önce kendisinin oturduğu kayalarda, azgın dalgalara karşı şakalaştığını, birbirini itekler gibi yaptığını gördü. Biraz daha uzakta bir kayaya gidecekti ki, birinin denize düşme sesi ve çığlığı kulaklarında çınladı. Kız düşmüştü, . Sportif yapılı gencin hemen atlayıp kızı kurtarmasını bekledi. Fakat kayadan kayaya telaşla koşan genç atlamaya cesaret edemiyordu.

Genç ne yapacağını bilemez halde dalgaların uzaklaştırdığı kız arkadaşına bakıyor, bağırıyordu. Sağa sola deli gibi koştururken, hemen yanından birinin denize atladığını duydu, bu az önce dalga geçtiği ihtiyar adamdı.

İhtiyar adam dalgaların tüm zorluğuna rağmen, güçlü kulaçlarla kıza yetişti, saçlarından yakaladı kayalara doğru çekti. Kayalara yaklaştığında kıyıdaki genç, kızı yakalayıp önce yukarı, sonra sahile çekti. İhtiyar adamı o anda unutmuştu bile. Birden aklına gelip denize doğru baktığında ihtiyar adamın hala çıkamadığını gördü.

İhtiyar kollarında derman kalmamış halde, kendisini kıyıdan koparmaya çalışan dalgalara kendini bıraktı. Genç çılgına döndü, sevdiği kızı kurtaran , az önce dalga geçtiği ihtiyar gidiyordu. Kısa zamanda büyük şeyler olmuştu hayatında. Hayatta en çok sevdiği kişiyi kurtaramamış, başkası kurtarmıştı ve o da şimdi kendisinden özür bile dileyemeden, boynuna tüm utançları takarak sonsuza dek gidiyordu.

Kendine tam gelememiş kız , gencin sulara atlayışına baktı bağırdı ama nafile. Oysa arkadaşının kendisi kadar bile yüzemediğini iyi biliyordu.

Genç erkek tüm çabasına rağmen ihtiyara yaklaşamamıştı bile , dalgaların üzerinde boğulan değil, sanki dinlenen biri gibi duran ihtiyar da sanki gülümsüyor gibiydi. Genç bir anda ihtiyardan daha çok kıyıdan uzaklaştığını farketti. Bitiyordu herşey. "Gerçekmiş demek ki " diye düşündü, hayatı, arkadaşları , sevdikleri hızlıca gözlerinin önünden geçiyor gibiydi. İnsan ölüme yaklaşınca böyle oluyormuş. Su yutuyordu ama mücadeleyi bırakmıştı.

****************

Birden beklenmedik birşey oldu; genç adam kolunun kuvvetlice yakalandığını hissetti, önce köpekbalığı aklına gelip telaşla çekmek istedi ama hemen yanında ihtiyar adamı farketti. İhtiyar adam önce kolundan yakalamış, sonra yakasından tutup, onu bir bebek gibi çekmeye başlamıştı.

Göz açıp kapayana kadar kıyıya gelmişlerdi. İhtiyar adam, genci kızın yanına kadar atmış, nefesleniyordu. Gençlere gülümsedi ; "- Siz de, ben de bu gün güzel dersler aldık. Ben kendi adıma çok mutlu oldum. Siz kimseyi küçümsememeyi öğrendiniz. Ben de bu küçük dalgalarda sizi deneyerek, insanlığın ölmediğini gördüm. Delikanlı beni kurtarmaya gelmen, beni ne kadar mutlu etti sana anlatamam. Fakat ben daha bu dalgalara yenilecek kadar kocamadım"

İhtiyar kıyıda kendilerini toparlamaya çalışan gençlerin birşey söylemesine fırsat vermedi; "-Hoşçakalın !. . . " deyip yürüdü.

Gençler peşinden koşamadıkları ihtiyara şaşkınlıkla, içlerinde bir buruk sevinçle bakakaldılar.

YAZAR : Ahmet Ünal ÇAM 2002

Adalet

17:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.

Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu isbat ediniz.

Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslümana vermiş.

Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

Bir Müslüman diğer bir Müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslümana götürüp teslim etmek ister;

- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:

- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.

Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak verir.

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin mensupları başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Yoldan En Güzel Geçmek

14:39:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.

Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.

Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.

Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:

“Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.”

Kral gülümseyerek cevap verdi:

‘O altınlar sana ait delikanlı.’

”Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.”

“Evet” dedi kral. “Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.”

Kaynak: Murat Çiftkaya İlham Öyküleri

Sayfa Yöneticisinden...Bu Kıssayı Daha da Anlamlı Hale Getiren Bir Hadis-i Şerif-i Kaynağıyla Birlikte Sizlere Tebliğ Ediyoruz

Hadis-i Şerif :“Yolda, gelip geçenlere eza verecek bir taşı kaldırmak dahi büyük bir sadakadır”(Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, V, 356-358)

ONU DA SEN AĞIRLA

14:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Günahkâr bir adamdı. Ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan. Ölse de bir kurtulsak, diyorlardı.

Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise adamının haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı. Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.

Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyor, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu. İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah'a...

Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerede sızıp kalmıştı! Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bir yanına baktı, yoktu. Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaza durdu. Duası bitmek üzereydi ki kapının çalındığını duydu.

Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı. Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü. Ölmüştü...

Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı. Kalktı, imamın evine gitti.

— Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimki...

Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.

—O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapattı.

Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü. Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.

Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omzundan kayarken, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.

Hışımla yaklaştı muhtar:

—Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa gömeyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden...

Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki. Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.

Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;

—Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...

Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.

— Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.

Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti. Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü. Yorulmuştu. Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.

Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı Muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da "İmam Efendi, İmam Efendi..." diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.

— Bir rüya gördüm, dedi Muhtar, hocam o berduş, o serseri adam cennetteydi, bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun, diyordu.

Rüyayı duyan İmam’ın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü. "Gel hele, içeri gel.." demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler. Koşarak geliyor, bir yandan bağırıyordu:

—Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...

Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?

Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular. Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.

Bir yandan yürüyor bir yandan aralarında konuşuyorlardı: Bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır'dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi.

Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, hayırdır inşallah, dedi. Oturdular, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar. Çoban söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.

— Ben garip bir kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu...

Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi:

— Allah’ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelirler yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...

(Satır arası Hikâyeler, Serdar Tuncer)

6 Ekim 2015 Salı

Çocuk Eğitimi

13:34:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Arkadaşım anlattı, köylerindeki ibret verici bir öyküyü dinledim, sizlerle paylaşmak istiyorum.

Köyümüzde Harun amcanın sekiz oğlu ve iki kızı var. Harun bey çocuklarını okutur ve bu konuda hiçbir özveriden kaçınmaz. Çarşıdan ev kiralar, köyden yiyecek ve yakacak taşır. Çocuklarının hasta olmaması için didinir, onlara kol kanat gerer. Kolay değil, yedi çocuğu ortaokulda okutmak. Harun amca olmayacak işi başarır.

Vilayette ortaokulu bitiren çocuklar liseyi bitirmek üzere başka büyük vilayetlere giderler. Harun amca'nın masrafları artmıştır. Hiçbir yerden yardım alamaz. Çocukları hasta olmadan ve sınıfta kalmadan okulu bitirirler, hayata atılırlar. Gençlerden mühendis, subay, öğretmen ve sanatkâr olanlar vardır. Bir baba için mevcut tablo gurur vericidir. Herkes onu köyde imrenerek ve kıskanarak takip etmektedir. Artık herkes görev beklemektedir. Devlet onlara görev verir, maaş almaya başlarlar. İyi evlilikler yaparlar. Hepsinin eşi şehirlidir ve memurdur. Baba Harun bey ve eşi, çocuklarının yanına giderler. Haklı olarak ilgi ve şefkat beklemektedirler. Beklediklerini bulabilirler mi? Sorun da burada düğümleniyor.

Baba sevinç içinde eşi ile İzmir'e gelir. Oğlu mühendis, gelin hanım ise hekimdir. O sıralar Amerikalılar Ay'a ve Güneş'e uzay araçları göndermektedir. Ay'a iniş gerçekleşmiştir ve televizyondan seyredilmektedir. Bu sırada evdeki konuklar bilim ve uzay konusunda sohbet etmektedirler. Baba Harun bey konuya kulak misafiri olur. Söze karışır ve "Uzaya gitmek günahtır, Allah buna izin vermez" der. Konuklar şaşkın şaşkın bakarlar ve Harun beyi göz ucu ile süzerler. Söz sırası oğlu İhsan'a gelmiştir. Kendisinden açıklama beklenmektedir. Konuklarının yanında mahcup olmuştur ve utanmıştır. Babasını göstererek "Bu köylü kılıklı bunak, benim köyümdendir. Köyde bana hizmet eder, marabalık yapar" der.

Bu sözleri duyan Harun amca, çok kötü olur. Başı döner, kan basıncı yükselir ve olduğu yere yığılır kalır. Yıkılmıştır, emeklerinin boşa gittiğini görür. Kahreder, ama iş işten geçmiştir. Ağlar, dövünür, olayı herkese anlatır. Olaydan o kadar etkilenir ki, bir süre sonra da kahrından ölür.

Ölmeden önce şu nasihatte bulunur:

"Anneni-babanı sakın hakir görme."

Sonuç: Çocuklarının sadece maddi bakım ve mesleki eğitimlerini düşünüp onları değerlerimize bağlı ve saygılı şekilde yetiştirmeyen anne babaların; çocuklarından saygısızlık ve haksızlık görmeleri kaçınılmaz bir sondur.

Kaynak: Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu, İbretli Hayatlar(Psikiyatri Uzmanından Yaşanmış Öyküler), Sayfa.31, Elit Kültür Yayınları,2008.

5 Ekim 2015 Pazartesi

Fedakâr Ailenin Son Anı

16:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


HER VAKİT camiye gelir, farza durur, imam selâm ve­rir vermez, son sünneti kılmadan, tesbih çekmeye kalmadan hemen camiden çıkar giderdi.



Bir, iki, üç ay derken bu, altı ay kadar devam etti.

Bu adam neden sünneti kılmıyordu, üstelik cemaatle bir­likte tesbihe ve duaya da kalmıyordu? Kimdi bu adam, ne­den böyle yapıyordu?




Yoksa bir bildiği mi vardı? Neden herkesten ayrı hareket ediyordu? İyi, güzeldi ve her vakit camiye geliyordu da ne­den böyle yapıyordu?



Hakkında pek de iyi düşünmüyordu. Bir sebebi varsa da öğrenmeliydi. Belki yardımı olurdu. Sonunda bir namaz vakti mihrabı müezzine terk etti, kendisi arkada cemaate ka­tılarak farzı kıldı.



Maksadı bu adamı camiden çıkmadan ön­ce yakalamak ve bir şekilde böyle davranmasının sebebini sormaktı.



Adam yine tam vaktinde camiye geldi, cemaatle farzı eda etti, imam selâm verir vermez de her zaman olduğu gibi hemen kapıya yöneldi. Tam çıkacakken peşinden yetişti imam ve durdurdu:



"Allah kabul etsin kardeşim" dedikten sonra merakını di­le getirdi. "Aylardır merak ediyorum.



Geliyorsun, farzı ce­maatle kılıyorsun, son sünneti kılmaya kalmadan ve tesbih çekmeden, duaya katılmadan aceleyle çıkıp gidiyorsun. Siz­ce bir sakıncası yoksa sebebini öğrenebilir miyim?"



Adam düşünceliydi. Dertli olduğu, bir sıkıntı içinde kıv­randığı bakışlarından, yüz hatlarından belliydi.



İmam efendiye derdini anlatmaya başladı:



"Hocam, evde hasta bir hanımım var, felçli, on üç yıldır, ne ayağa kalkabiliyor, ne kendi işini görebiliyor, ne de konu­şabiliyor. Çocuklarımız da olmadı, başka kimsemiz de yok. Bütün ihtiyaçlarını ben görüyorum. Ben indirip kaldırıyo­rum, ben yedirip içiriyorum. Ezan okunur okunmaz da he­men camiye koşuyorum, eşimin bir ihtiyacı olur diye farzı kılar kılmaz çabucak kalkıyorum, eve dönüyorum."



Mahcup olmuştu. Adam hakkında kendisi neler düşünü­yordu, adamcağızın hali neydi? Sadece teşekkür etmekle ye­tindi.



"Hocam," dedi, "isterseniz eve buyurun, bir çayımızı, kahvemizi içersiniz."



"Olur inşaallah, müsait bir günde geliriz" dedi.



Daveti kabul etti. Birgün kalktı, müezzinle birlikte hasta ziyaretine gittiler. Durum açıktı ve gözler önündeydi. Yılla­rın ıstırabı sonucu kadıncağız erimiş, küçülmüş, bir yumak olmuştu. Sessiz sedasız yatıyor, sadece gözleri parlıyordu.



Sohbet esnasında evin sahibi bir sırrını paylaştı misafir­lerle:



"Bir evim, bir de dükkanım var. Kimsemiz de yok. Dü­şündüm, taşındım, ben ölürsem bu kadına kim bakar? Aklı­ma bir çare geldi. Tapu dairesine gittim, evi de, dükkanı da eşimin üzerine tapu ettirdim. Ben öldükten sonra birisi çıkar da, evin ve dükkanın kendisine kalacağı düşüncesiyle belki bu kadına bakar. Ne dersiniz doğru yapmış mıyım?"



Evet doğru yapmıştı, hem de ne doğru. Bu sefer hayreti

bir kat daha arttı. Takdir duygularını dile getirmekten başka bir şey yapamadı.



Hayatta ne insanlar vardı, Allah'ın ne güzel kullan yaşı­yordu? Ne müthiş bir aileydi bu? Aralarındaki nasıl bir aşk­tı, nasıl bir sevgiydi? Hayır, hayır bu aşk falan değildi, bütü­nüyle bir şefkatti, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden yapı­lan bir insanlıktı.

Aradan fazla bir zaman geçmedi. Komşulardan birisi acı bir haberle camiye damladı:



"Hocam," dedi, "sizlere ömür, hacı amcayı kaybettik. Bir cenaze salası verir misiniz?"

Şimdi üzülme sırası kendisine geldi. "Hacı efendi Al­lah'ın rahmetine kavuştu, ama bu felçli kadın ne yapacaktı, ona kim bakacaktı? Bir hayır sahibi çıkar mıydı acaba? En azından geride kalan eve ve dükkana sahip olmak için birisi bulunur muydu?"



Bu düşüncelerle gitti, salayı okudu. Namaz saatini bekliyordu. Yarım saat sonra bir haber daha geldi. "Hocam, Hacı amcanın eşi de rahmetli oldu."



Günlerden Cuma'ydı. Gitti, ikinci salayı da verdi. İki hak dostu, Allah'ın iki sevgili kulu mübarek bir günde birlikte yolculuğa çıkmışlardı, ebedler ülkesine...



Dünyada beraberlerdi, hayatları aynı yastıkta geçmişti. Biri gidince, geride kalan da dayanamadı ayrılığa, o da pe­şinden yola çıktı. Aynı âlemde buluştular.



Bu mutlu ve umutlu, bu nurlu ve huzurlu, bu sevdalı ve müşfik aileyi ne komşular unutabildi ondan sonra, ne de ho­ca efendi...

Kaynak: Mehmet Paksu

1 Ekim 2015 Perşembe

Ölülerin Arkasından Dua Etmek

14:50:00 Posted by Mücahid Reis
Salih El-Mersi'nin şöyle dediği rivayet edilir : 

Bir cuma gecesi sabah namazını kılmak için,mescide gitmek üzere evden çıktım. Giderken yolumun üzerindeki kabristana uğradım. Kendi kendime: 

"Sabah oluncaya kadar burada kalayım" dedim. Bir kenara oturdum. Biraz sonra üzerime bir ağırlık çöktü ve uyuya kaldım. Rüyamda kabristanda yatanların hepsinin çıkmış olduğunu, üzerlerinde beyaz elbise ile bölüm bölüm oturup konuştuklarını gördüm. Yalnız içlerinden biri dikkatimi çekti, bunun üzerinde kirli bir elbise olan bir genç vardı ve yalnız başına mahzun ve müteessir olarak oturuyordu. Orada bulunanlara üzerleri mendillerle örtülü tabaklar getirildi. Her biri bir tabak alıp kabre girdiler. Fakat o gence hiç bir şey gelmedi. O genç mahzun bir şekilde kabrine girmek için yerinden kalkar, bu sırada ben de kendisine:

-Ey Allah'ın kulu, seni mahzun ve müteessir görüyorum. Bu gördüklerim nedir? diye sordum.

Genç:

-Ey Salih, gelen tabakları gördün mü?

-Evet gördüm, onlar nedir?

-O tabaklar dirilerin, ölülerine gönderdikleri hediyelerdir. Hayatta olanlar ölüleri için dua ettiklerinde, sadaka verdiklerinde, Cuma günü gördüğün gibi bu tabaklarla ölülerine getirilip verilir. Ben, gördüğün gibi garip biriyim. Aslen Hindistan'lıyım. Validemle hac etmek için yola çıkmıştık. Ben Basra'da vefat ettim. Annem evlendi. O kendi kocası ve diğer şeylerle meşgul olup, beni herhangi bir sadaka veya dua ile anmadı. Dünya onu oyaladı, benim mahzun olmak hakkımdır. Çünkü beni öldükten sonra, hatırlayanım yoktur, der.

Ben de kendisine:

-Annenin evi nerededir? diye sordum.

Bana annesinin evini tarif etti. Sabah olup uyandığımda namazımı kıldım. Daha sonra rüyamdaki gencin tarif ettiği eve gittim. Kapıyı çaldım. İçerden annesi:

-Kim o? diye sordu.

-Ben Salih El-Mersi'yim, dedim.

İçeri girmeme izin verdi, eve girdim ve:

-Seninle konuştuğumu kimsenin duymamasını istiyorum, dedim ve ona;

-Allah sana rahmet etsin, senin çocuğun var mıdır? dedim.

-Hayır, yoktur, dedi.

-Evvelce senin hiç çocuğun yok muydu? dedim.

Kadın derin bir nefes aldı, sonra;

-Evet, benim bir çocuğum vardı. Genç yaşta vefat etti, dedi.

Bunun üzerine, kendisine, başımdan geçen olayı anlattım. Kadın ağlamaya başladı. Sonra şöyle dedi;

-O benim ciğerparemdi, onu karnımda taşıdım, ona süt verdim, kucağımda taşıdım. Bunları söyledikten sonra bana bin dirhem verip:

-Bunu benim sevgili oğlum, göz bebeğim için sadaka olarak dağıt, Allah'a yemin olsun ki, bundan sonra ömrüm boyunca onu unutmayacağım, onun için dua edip sadaka vereceğim, dedi.

Sonra oradan ayrılıp gittim. Bana verdiği parayı sadaka olarak dağıttım. Sonra, diğer Cuma günü geldiğinde, sabah namazımı kılmak için camiye giderken, yine kabristana uğradım. İlk geldiğim yere geldiğimde üzerime uyku bastırdı ve uyudum. Rüyamda kabristan ehlini ilk gördüğüm halde gördüm. O genci de üzerinde temiz,beyaz bir elbise ile, sevinç içinde gördüm. Genç bana yaklaştı ve sonra dedi ki;

-Ey Salih, Allah sana, bu yaptığın iş için çok sevap versin. Hediye bana ulaştı. Kendisine;

-Cuma gününü bilir misiniz? diye sordum.

-Evet, biliriz; Kuşlar da Cuma gününü bilirler, o gün kıyamet kopacağı için, korkularından, selamet dilerler, dedi.

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler " adlı kitabı.

Sayfa : 207