Faydalı Paylaşımlar..

13 Şubat 2015 Cuma

Hayal Yıldızı

22:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


KÜÇÜK ÇOCUK, üç gün önce başlayan yaz tatilinin keyfini çıkartmaya çalışıyor ve okul dönemindeki uyku saatini geçirmiş olmasına rağmen, yatağı üzerinde oynuyordu.

Baş ucundaki pencerenin hemen önünde bulunan kiraz ağacının hafif bir meltemle sallanan dalları, gün boyunca verdikleri yetmezmiş gibi, en tatlı meyvelerini ona doğru uzatmak için camı tıklattığında, o dalların arkasında bir yıldız gördü.

Küçük çocuk, ay ışığının olmadığı gecelerde daha da parlayan yıldızları, dedesiyle birlikte seyrederdi. Ama böyle güzeline ilk defa rastlıyordu. Yatağından doğrularak pencereye yanaştı. Yıldız sanki ona gülümsüyordu. Çocuk da gülümserken, yıldız ona göz kırptı. O da karşılık verdi hemen. Küçük çocuk, yıldızı yattığı yerden de görebilmek amacıyla, yastığını ayak ucuna koyarak pencereden dışarısını seyre koyuldu. O güler yüzlü arkadaşının, Kutup Yıldızı gibi sabit durmadığını ve dünyanın hareketinden ötürü bir süre sonra kaybolacağını hissediyordu. İlk önce, bir astronot olup o yıldıza gitmek geçti içinden. Ama hemen sonra dedesinin söyledikleri, insan ömrünün, bir yıldıza ulaşmak için çok kısa olduğu geldi aklına. Bu durumda tek çıkar yol, bir “gökbilimci” olmak ve gönlünü aydınlatan o yıldızı, büyük bir teleskopla izlemekti. Hatta bu konuda kitaplar yazar ve bastıkları zemine bile bakmaya üşenen insanları, hayâlen dahi olsa, gökyüzünde seyahat ettirirdi.

Küçük çocuk, gündüzleri hep misket oynar ve bu sırada “kaflik” adıyla bilinen, en büyük ve en parlak misketi kullanırdı. Artık onun gözünde, her misket bir yıldızdı. En şahâne kaflik ise, kendi yıldızı... Ertesi gece, çocuk yine cam önündeydi. Kucağında bir ansiklopedi vardı. Daha sonraki günlerde de bir sürü dergi... Ailesi, yaz tatili boyunca oyundan başka bir şey düşünmeyen yavrularındaki değişikliği fark etmiş ve çocuklarının “bilim adamı” olma merakı karşısında telaşa kapılmıştı.

Bütün çabalarına rağmen yüz kilonun altına düşemeyen annesi, onun bu konudaki sihirli formülü bulan bir doktor olmasını arzu ediyor, babası ise, en kısa yoldan para getiren bir iş tutmasını istiyordu. Bu endişeyle oğlunu sıkıştırınca, onun kutsal sırrını ortaya çıkardı. Ve yıldızı göstermesi için ısrar etti. Küçük çocuk, isteksiz adımlarla pencere önüne yanaşırken, arkadaşının gitmiş olması için dualar ediyordu. Ama yıldız yine aynı yerdeydi. Parmağını ona doğru uzattı. Adam, çocuğunu büyük hayâllere, dolayısıyla da büyük hedeflere yönelten parıltıyı gördüğünde pencereyi açtı ve beline kadar sarkıp onu avuçladıktan sonra, çocuğuna uzatıp:

— Al bakalım harika yıldızını!. dedi. Böyle saçma şeylerle de uğraşma!. Küçük çocuk, babasının avucuna baktığında, ara sıra yanıp sönen bir ateş böceği ile karşılaştı. Vücudunu bir titreme kaplamış ve gezegenlerden de öteye ulaşan hayâlleri, bir anda yıkılmıştı. Babası, büyük bir keyifle odadan ayrılırken, yatağı üzerindeki dergileri sessizce toplayarak kitaplığa kaldırdı. Ve misketlerini çıkartıp yere boşalttı. Misketler, her zamankinden de renksizdi. Kaflik ise sanki birden küçülmüş ve içindeki ışığı kaybetmişti. Çocuk, onu avuçlayıp pencereden fırlattı. Kiraz ağacının, meyvelerini ikram etmek için gösterdiği çabalar, o günden sonra hep sonuçsuz kaldı. Artık perdeleri hiç açılmayan odadan, ucuz oyuncakların sesleri duyulmaktaydı.


Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Dergisi  Haziran 2003

Dudakla Bardak Arası

14:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala,

- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki! deyivermiş.

Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak,

- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.

Köle şöyle cevap vermiş:

- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!

Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş. Kral bostanda, bardak masada kalmış.
Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:

“Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den,
Nasip değil ise ne gelir elden?”

İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler