Faydalı Paylaşımlar..

17 Mart 2015 Salı

Uçan Ayakkabılar

00:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Delikanlı, yeni bir eve taşınmıştı. Bir ayakkabı fabrikasında bölüm şefiydi. Çok yakında düğün yapacağından, sağa sola koşuşmaya vakit bulamıyordu. Annesi, babası, hatta bütün kardeşleri uzaklardaydı. Komşular da onu görmezden geliyordu.
Fakat…

Zemin katta rastladığı çocuk farklıydı. Binaya girip çıkarken onu aynı pencerede görüyor, gülümseyen gözleriyle el sallayan çocuğa, avuç dolusu öpücük gönderiyordu.

Baharla birlikte işler değişti. Havalar ısındığından pencereler açılmış, küçük çocuk gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Delikanlı, o güne kadar hep buğulu bir cam arkasından gördüğü arkadaşıyla tanıştı. Küçük çocuk yine aynı yerdeydi ama, hiç olmazsa sesini duyuyordu.

Delikanlı, evden birkaç dakika erken çıkar, ufaklıkla ayaküstü sohbet ettikten sonra, aceleyle işine yarışırdı.

Anlattığına göre, küçük çocuk annesiyle birlikte yaşıyordu. Almanya’da çalıştığı söylenen babası da, bir gün ona mutlaka dönecekti.

Bu sohbetler sırasında, çocuk ona bir fotoğraf gösterip:

— İşte babam bu, dedi. Kucağında bulunan da benmişim.

Konuşmaların tamamı, çocuğun babasıyla ilgiliydi. Delikanlı başka bir konu açmak istese de, küçük çocuk lafı alıp dolaştırıyor, büyük bir ustalıkla, babasına getirip bağlıyordu.

Bu şekilde birkaç ay daha geçti.

Ramazan Bayramı iyice yaklaşınca, delikanlı bu vefalı arkadaşına, bir hediye vermeyi arzu etti. En iyi şey, her halde bir ayakkabıydı. Bir gün ona bu niyetini açıkladı. Ve ne tür bir ayakkabıdan hoşlandığını sordu.

Küçük çocuk, gözlerini uzaklara çevirip:

— Uçan ayakkabılardan isterim, dedi. Onları giydiğimde, dilediğim yerlere uçmalıyım.

Delikanlıya göre, küçük çocuk bir hayal dünyasında yaşıyordu. O tür ayakkabıların sadece filmlerde ya da rüyalarda görüldüğünü söylese de, çocuk bu isteğinden vazgeçmedi.

Bayram günü gelince, delikanlı birkaç çeşit ayakkabı modelini güzelce paketleyip o küçük arkadaşını ziyaret etti. Onun evine ilk kez uğruyordu. Küçük çocuk kapıyı açtığında, inanılmaz derecede heyecanlıydı ve istediği hediyeyi dört gözle bekliyordu.

Felçli vücudu ile, tekerlekli iskemlede dik durmaya çalışıp:

— Uçan ayakkabılardan isteyip sizi masrafa soktuğum için özür dilerim, dedi. Ama babama, başka türlü kavuşmam mümkün değil ki.

Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

16 Mart 2015 Pazartesi

Tokat

15:26:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Emektar Öğretmen, dersini bitirip sınıftan çıkarken; öğrencilerinden birinin diğerine çelme taktığını gördü. Düşen çocuk, en sevdiği öğrencisiydi ve canı yandığı için ağlıyordu. Öğretmen, onu yerden kaldırdıktan sonra üstünü temizleyip eve gönderdi ve öbür çocuğu kolundan çekerek öğrencilerin terk ettiği sınıfa soktu. Kendisi, aynı köyün ilkokulunda yirmi yıldan bu yana hizmet vermiş, o köyden evlenmiş ve tayini büyük şehirlere çıkmasına rağmen; bir yuva olarak bildiği okulunu terk etmemişti. Bu yüzden, öz evlatları gibi gördüğü öğrencilerin haylazlıklarına dayanamıyordu. Çelme takan çocuğu şiddetle azarladıktan sonra, onun korkudan tir tir titremesine aldırış bile etmeden suratına bir tokat patlattı.

Küçük çocuğun cılız vücudu, tokadın şiddetinden bir yaprak gibi savrulmuş ve yeni çıkmakta olan dişlerinden akan kan, öğretmenin ceketine sıçramıştı.

 Öğretmen, yedi yaşındaki bir çocuğa yaptığı bu hareketten hemen sonra pişmanlık duymasına rağmen, bunun kendisi için iyi bir ders olacağını düşünüyordu. Öğrencisini bırakıp gitmeye hazırlanırken, çocuğun elini cebine attığını görüp telaşa düştü.

En yakın arkadaşını bile düşüren bir yaramaz, öğretmenine de bir çakıyla saldırabilirdi. Ona karşı korunmaya hazırlanırken, küçük çocuk teyzesinin bayramda hediye ettiği mendili çıkarttı ve düştüğü yerden kalkmaya çalışırken:

- Ceketiniz kanlandı öğretmenim!. dedi. Sileyim isterseniz...

Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

KOCA KARI İLE HZ. ÖMER

15:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Okuyacağınız hikayeyi bize sahabilerin içinde en çok sayıda hadis rivayet etmiş olan İbn-i Abbas anlatmaktadır.

Karanlık bir geceydi; soğuk ve dondurucu bir kış gecesi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Ömer'i görüp onunla biraz konuşmak üzere evden çıktım. Her taraf ıssız ve sessiz, bütün şehir uykularının en derin rüyalarında soluyor olmalı. Sokaklarda in cin top oynuyor.

Yolumun ortalarına doğru önümde insan olduğunu tahmin ettiğim bir karaltı belirdi. Biraz daha yaklaşınca gerçekten insan olduğunu gördüm. Karşımdaki de verdiğim selamı almak üzere başını kaldırıp yüzünü bana çevirince hayretten şaşakaldım. Çünkü önümde benim ziyaretine koyulduğum Hz. Ömer'den başkası değildi. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken koca bir halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlıyamıyordum.

Üstelik bu dondurucu kış gecesinde. Merakımı yenemeyerek, hemen söze başladım; "gecenin bu saatinde yapayalnız niçin dolaşıyorsun?"

Hz. Ömer (r.a) bana sokularak koluma girdi ve işin yoksa beraber yürüyelim diye teklif etti; "hem sana yürüken niçin yalnız başıma gezintiye çıktığımı da anlatırım" diye ilave etti. Ben "zaten sana geliyordum; biraz görüşür, sohbet ederiz diye düşünmüştüm. Madem ki böyle oldu; gezinirken konuşuruz." cevabını verdim.

İkimiz birlikte yola koyulmuştuk; benim içim içime sığmıyor, neredeyse meraktan çatlıyordum. Bir aralık soru soran gözlerimi Halife'nin yüzüne diktim; haydi söze başla; anlat bakalım niçin ayazlı bir gecenin bu saatinde tek başına sokaklarda dolaştığını" demek istiyorum.

Halife Hz. Ömer'de zaptedilmez merakımı anlamıştı. Ama başka meselelerden konuşuyor, fakat bir türlü gecenin bu saatinde niçin dolaşmakta olduğuna lafı getirmiyordu. Birlikte gezinirken her evin kapısı önünde epeyce bir müddet dikiliyor, kulağını kapıya dayayarak içerisini dinliyordu.

Evlerin kapılarında dikilip içerden bir ses geliyor mu, gelmiyor mu, diye dinleye dinleye sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık. Hiçbir tarafta çıt yoktu, herkes bölünmez uykularının salıncağında soluyordu. Belki de şu koca şehirde gecenin bu saatinde Halife Hz. ömer (r.a) ile benden başka uyanık olan tek kişi yoktu.

Yavaş yavaş Hz. Ömer'in neden gezintiye çıktığını anlar gibi oluyordum. Anlaşılan şehir halkından herhangi birisinin bir derdi, bir sıkıntısı yüzünden uykusuz kalıp kalmadığını yakalamak istiyordu. Bu yüzden sokak köpeklerine kadar şehrin bütün canlıları sıcak yuvalarında uyurken müslümanların reisi sıfatı ile Hz. Ömer (r.a.) onlara bekçilik ediyor; onların rahatı için uykuyu kendine haram ederek sokak sokak bu ayazda dolaşıyordu.

Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşınca şehrin dışına çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye içeriyi dinledikten sonra yolun en ucundaki bir çadıra sıra geldi.

Diğerlerinde olduğu gibi bu çadırın kapısında da dikilerek içeriyi dinledik; birbirine karışmış durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu.

Epeyce dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte içeriye daldı. Evin içi karmakarışıktı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmiş; yüzleri akan yaşların çizgileri ile benek benek kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocağın başına oturmuş hem ateşin üzerinde kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya çalışıyordu. Kadın da bitkin ve halsiz görünüyordu. Bu haline rağmen Hz. Ömer'in (r.a.) selamına gülümser olmasına çalıştığı bir çehre ile aldı. Anlaşılan evine gelenin Halife Ömer olduğunu bilmiyordu. Kim bilir Halife'yi tanımıyordu bile. Zate gecenin bu ilerlemiş saatinde şehir dışındaki bir çadırın kapısını Halife'nin çalacağını kim düşünebilirdi.

Hz. Ömer (ra.) kendini tanıtamadan tatlı bir dille kadına sordu "valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor?" Kadın içini çekerek kısaca "iki günden beri açtılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.), "peki niye önlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu hıçkırıklar birden kadının boğazına düğümlendi. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında bize içini dökmek üzere söze başladı.

"Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim, anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık.
Soylu bir aileden varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya, el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok."

Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken yanmakta olan bir mumu gibi eriyor, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle "valide, şehirde oturan müslümanların emirine, Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sözleri söyledi.

"Dilerim ki o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye "Niçin Ömer'e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın aynı kızgınlıkla bu sözlerin cevabını yetiştirdi: "evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O, müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!.."

Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın, doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Kimbilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın aynı kızgınlıkla sözlerine devam etti.

"Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir işi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor.

Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza, gaza diyerek asker yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp, aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Böyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik?"

Tam bu sırada çocuklar sözleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladılar. Çocukların bastıran çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti:

"Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yüce Yaradanımız."

Hz. Ömer (ra.) artık dayanamadı. Dolu dolu olan pınarlarından yaşlar damlamaya başladı. Herkesin durmadan gözyaşı döktüğü bu kederli evde, gözyaşlarını görmelerini istemediği için yüzünü herkesten saklamaya çalışıyordu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Arkasından ben de yürüdüm. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile üzgün ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Var gücünü kullanarak hızla yol almaya çalışıyordu. Ona yetişmekte güçlük çekiyordum. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife, bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu.

Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Gözlerime inanamıyordum. Evet bu İslam Devletinin koca reisi un çuvalını sırtına almak üzere idi. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mü'minlerin emiri!.. Ne yapıyorsun? Bari müsaade ver de çuvalı ben sırtıma alayım." Hz Ömer (r.a.) hemen sözümü keserek belki bir saatten beri ilk defa ağzını açıp şu sözleri söyledi. "hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum!... Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak; yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır.

Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım."

Sevgili dostum, Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir.

Ömer her derdin devası, her dileğin büyük kapısı ve her lanetin ana ana hedefidir. Yüce Allah'ım aciz bir kul bu kadar ağır ve çeşitli mesuliyet yükünün altından nasıl kalkabilir? Ey Ömer, bu kadar yükün altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile...

Sözünü bölüp bir parça kederini dindirmek istedim ve dedim ki; "o kadar da üzme kendini, ey mü'minlerin emiri... Halifelik yükünü sen üzerine almasan kim bu vazifeyi senin kadar titizlikle yüklenebilirdi. Sen de bütün üstün meziyet ve kabiliyetlerine rağmen nihayet bir insansın. Her yerde vakit geçirmeden kendini gösteren ve yanılmaksızın kılı kırk yaran ilahi adalete ulaşamazsın. Kullara verilen bütün merhametler bir araya getirilerek temiz gönlüne dolsa bile bütün varlıkları kanatları altına alan yaygın ilahi esirgeyicilikle yarışamazsın.

Ey iyi yürekli Halife!... Sen şüphesiz ki bir melek değilsin, ama adelet ve merhamet kervanının ön safındaki elinde bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adaletine kıyamet günü, hem yer, hem gök hemde şu sırtındaki un çuvalı aynı zamanda da ben şahitlik edeceğiz. Şüphesiz ki en büyük şahidin de karanlık gecede kara taş üzerindeki siyah karıncaya kadar her şeyi bilen yüce Allah'ın bizzat kendisidir ne mutlu sana ki fani hayatını böylesine ölmez değerlerin sahibi olmak uğruna harcıyorsun. Ne mutlu biz müslümanlara ki dünyanın başka milletlerini, padişah diye kan içen canavarlar idare ederken, senin gibi ipek yürekli ve geniş görüşlü bir reisin şanlı adalet bayrağı altında gölgelenmenin tükenmez zevkini tadıyor ve bütün dünyaya karşı seninle haklı bir iftihar duyuyoruz."

Bu sözlerim galiba Halife'nin üzgün gönlüne biraz neş'e vermişti. Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş bedenine rağmen son gücünü kullanarak yokuşu soluk soluğa çıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yüzünden akıp heybetli göğsüne süzülen terlere aldırmıyordu bile.

Nihayet koca karının çadırına vardı ki nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, takatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra askınlar gibi silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu.

Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu.

Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi.

Günlerden beri kara yaslara gömülmüş olan çadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmadı.

Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (c.c.) tez elden seni Hz. Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın."

Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı için söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Ulu Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyordu.

Bana yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim... Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşçakal" dedikten sonra birlikte dışarı çıktı gün ağarmıştı. Müezzinin bütün mü'minleri sabah namazına çağıracak olan gür sesi nerdeyse ortalığı çınlatacaktı. Ulu halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı.

Bana gelince uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim ve çok şeyleri öğrenmiştim. Gördüklerim, işittiklerim ve öğrendiklerim bende ömür boyunca tazelik ve canlılığını yitirmeyecek izler bırakmıştı. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resulü'nün şu sözlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yüce Allah Resulü!.. dedim içimden" "senin Halifen Ömer'i gördünde mi söyledin bu altın sözleri!...

O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi:

"Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" diye sözlerini bağladı.

Akşamdan beri olup bitenleri tümünü iyice anlıyan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şu son cevabı verdi; "işte böyle göster adaletini eline bakan bütün müslümanlara karşı."

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 143-158

PEYGAMBERİMİZLE HAKKINI ARAYAN UKKÂŞE

14:58:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hz. Muhammed (sav.) artık ömrünün sayılı günlerini yaşıyordu. Altmışüç yıllık şerefli hayatını insanlara hidayet ve kurtuluş yolunu anlatmakla geçiren o şanı yüce insan bir karıncayı bile incitmemiş ve incitenleri de daima uyarmıştı. Fakat Allah elçilerinin de farkında olmaksızın çok ufak hatalar işleyebileceğini bildiğinden şu son anlarını yaşarken bütün mü'minlerle helalleşmeyi aklından geçirdi.

İşte o yüzden bir gün Bilal'den ezan okuyarak mü'minlerin camiye toplanmasını rica etti. Hz. Bilal'de bunu bir emir kabul ederek hemen minareye çıkıp yakıcı ve gür sesiyle ezan-ı şerifi okudu. Ezan sesini duyar duymaz bütün Mekke'li  ve Medineli sahabiler birer birer camiye akın ederek her tarafını tıklım tıklım doldurdular.

Sevgili Peygamberimiz (sav) sahabilere iki rekat namaz kıldırdıktan sonra minbere çıkarak önce Allah'a hamdü senada bulundu, daha sonra da bütün gözlerden ırmak ırmak yaşlar akıtan, bütün kalpleri tirtir titreten, bütün vücutları ürpertiye boğan içli ve duygulu bir hutbe verdi. Ve hutbesini sona erdirirken de kelimelerin üstüne basa basa şöyle haykırdı.

"Ey mü'minler!... Ben sizin Peygamberinizim. Sizlere ömür boyunca öğütler verdim, hidayet ve kurtuluş yolunu anlatmaya çalıştım. Tabii ki güç ve kuvvetine sınır olmayan Allah'ın izni ve yardımıyla. Sizleri bir kardeş gibi şefkat kanatlarımın altına alarak korudum. Bir baba gibi de size karşı merhametli davrandım. Sizinle keder ve gaye birliği ettim.

Şimdi size soruyorum. Bende hakkı hukuku olan var mı? Olan hemen gelsin ve Allah hakkı için, büyük Kıyamet günü hesaplaşmasından önce hakkını alsın."

Yaşın yaşın ağlıyan gözlerle peygamberlerini dinleyen sahabilerden hiç kimse gidip de, "Ey Allah'ın Rasulü!.. Benim sende hakkım var" demedi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa tekrarlayınca sahabilerden Ukkaşe ayağa kalkarak huzuruna vardı ve, "Ey Allah'ın elçisi anam-babam sana feda olsun! Eğer defalarca Allah (c.c.) adını kullanmasaydınız huzurunuza gelip de hakkımı aramaya kalkışmayacaktım." dedi ve olayı şöyle anlattı:

"Ey Allah'ın elçisi!.. Birgün sizinle birlikte savaş ediyordum. Nasılsa develerimiz yanyana geldiler. Devemden inerek özür dilemek üzere size yaklaşmıştım ki, birden kamçınızın sırtımda şakladığını duydum. Ey Allah'ın Rasulü!.. Bunu kasten mi yaptınız yoksa devenize vururken kazara bana mı çarptı? Bunu bilmiyorum."

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav.) "Ey Ukkaşe, Peygamberin sana kasten nasıl vurabilir? Asla!" diye özür beyan etti ve ardından Hz. Bilal'e, kızı Fatıma'nın evine vararak aynı kamçıyı alıp getirmesini söyledi. Bilal (r.a.) camiden çıkarak Hz. Fatıma'nın evine doğru hızla yol almaya başladı. Bir yandan da Peygamberler Peygamberinin kendi kendine ceza vermesini düşünüyordu.

Kapıyı çaldı; içerden Fatıma "Kim o kapıya vuran?" diye seslenince Bilal (r.a.) kendisini tanıttı ve Allah Rasulünün savaşlarda kullandığı kamçısını almaya geldiğini belirtti. Fatıma:

- Ey Bilal, babam kamçıyı ne yapacak?

Bilal:

- Baban bu kamçıyla kendi kendisini cezalandıracak.

Fatıma:

- Ey Bilal, bu kamçıyla babama vurarak hakkını alacak olan kim?

Bilal:

- Ukkaşe, dedi.

Hz. Bilal (r.a.) kamçıyı alır almaz doğru camiye yollandı. Kamçıyı götürüp Hz. Peygamber'e teslim etti. Peygamber de Ukkaşe'ye verdi.

Tam bu sırada ayağa fırlayan Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer "Ey Ukkaşe, işte biz karşınızdayız, Peygamber'in yerine bize vurun. Ne olur?" diyerek arkalarını dönerler.

Hz. Peygamber:

"Ey Ebu Bekir, Ey Ömer, yerlerinize oturun. Şüphesiz ki Yüce Allah (c.c.) sizin bu iyi niyetinizi mükafatsız bırakmayacaktır" diye çıkışır.

Bu defa Hz. Ali (r.a.) fırlar ve "Ey Ukkaşe!" der: "İşte ben karşınızda hayattayım, Peygamber'e vurmanıza gönlüm razı olmuyor, işte sırtım, işte karnım, istediğiniz yere dilediğiniz kadar vurun."

Hz. Peygamber:

- Ey Ali, otur yerine! Yüce Allah (c.c.) senin bu iyi niyetini mükafatsız bırakmayacaktır" diye çıkışır.
   
Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin:

- Ey Ukkaşe, biliyorsun ki biz Allah Resulünün torunlarıyız, hakkını bizden aldığında O'ndan almış sayılırsın. Ne olur bize vur?" diye yalvarıp yakarırlar. Hz. Peygamber (sav) onlarad da:

-"Yerlerinize oturun, ey benim göz bebeğim torunlarım" diye çıkışır.

Bütün bu olanları ibretle seyreden Sevgili Peygamberimiz (sav.) "Ey Ukkaşe, eğer gerçekten bana vurmak istiyorsan, buyur, vur!" diyerek haykırdı. Bunun üzerine Ukkaşe, "Ey Allah'ın Resulü!" dedi. "Siz bana vurduğunuzda ben çıplaktım. Şimdi ben de size vururken çıplak kalmanızı rica ediyorum."

Sevgili Peygamberimiz (sav) hiç duraklamadan hemen elbisesini çıkarır ve "Buyurun, hiç çekinmeden dilediğiniz kadar vurun" diye diretti.

Durumu yakından izleyen sahabiler hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar ve hıçkırık sesleri cami duvarlarını sarsarcasına kalınlaşırken, Ukkaşe bakar ki iki cihan güneşi Peygamberin vücudu süt gibi beyaz ve ardından Peygamberlik mührünü taşıyan ben etrafa ışık saçmaktadır. Kalkar gider sırtını doya doya öperek yerine dönüp oturur. Ardından da:

"Ey Allah'ın Rasülü!" der. "Canım sana feda olsun! Hangi kalb sana kıyabilir? Maksadım sadece o senin ışık saçan mübarek vücudunu kana kana öperek, senin yüzün suyun hürmetine Rabbimin rızasını kazanmak ve Cehennem azabından kurtulmaktır."

<>Sözün burasında ışıldayan nurani gözlerle sahabilerin süzen Sevgili Peygamberimiz (sav): "Ey Mü'minler!.. Beni dinleyin!" der. "Cennetlik görmek isteyen varsa, işte Ukkaşe'yi görsün."

Bunun üzerine bütün müslümanlar kalkıp Ukkaşe'nin gözlerinden öperek, "Müjdeler olsun!.. Yüksek derecelere eriştin ve Peygamberimizin dostluğunu elde ettin." diyerek kendisini tebrik ettiler.

Allah'ım ululuk ve yücelik hakkı için bize Sevgili Peygamberimizin şefaatını nasip et, amin...

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 225-231

12 Mart 2015 Perşembe

Ya Ben Nasıl Korkmayayım

14:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adamın biri her gece çocuğuyla yatar. Bir gece bakar ki çocuğu bir sağa, bir sola dönmekte ve bir türlü gözlerini yumup da uyuyamamaktadır. Hasta mıdır, yoksa bir sıkıntısı mı var diye merak eden baba, "Ne oldu yavrum, yoksa hasta mısın?" diye sorar. Çocukda, "Babacığım!.." der. "Yarın günlerden perşembe. Öğretmen imtihan edecek. Çalıştım imtihanımın başarılı geçeceğine inanıyorum, fakat yine de bir hata yaparım da öğretmenim beni döver veyahut da kendisini kızdırırım diye korkuyorum. Onun için de sıkıldığımdan gözlerime bir türlü uyku girmiyor. İmtihan bu. Kolay değil."

Küçücük çocuğun bu şekilde manalı ve yerinde konuşması adamı birden bire aptallaştırıverir. Daha bu yaşta bir çocuğun yarını düşünmesi ve imtihandan bu derece korkması ne demek? İşte bu düşünce kendisini büsbütün çileden çıkarır ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Bir sabi yarını düşünerek ve korkarak imtihanına hazırlanır da; bizler niye hazırlanmayız, bizler niye korkmayız? Hem de bizim imtihanımız Kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda Mahkeme-i Kübra'da olacak, diyen düşünceler içinde saçını başını yolmaya koyulur. O sırada, "Birgün dağları yerinden sökeriz de yeri dümdüz olmuş görürsünüz. Sonra da hiçbirini bırakmaksızın insanları toplarız. Saf saf Rabbine arz edildiklerinde onlara; And olsun ki, sizi önce nasıl yarattıysak, huzurumuza da öylece getiririz. Kıyamet kopup da huzurumuza çıkarak hesaba çekilmeyeceğinizi mi sandınız?" diyen Allah kelamını hatırlar.

Bundan sonra artık adam kendini Allah'a ibadete adayarak bütün zamanını ahiret imtihanına hazırlamakla geçirir.
- Mev'ize -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 70-71

Merkep Suretinde İken Nurlaşan Yüz

13:44:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Aşağıda okuyacağınız hikâyeyi bizlere büyük Allah dostlarından Süfyanı Sevrî anlatmaktadır:

Bir hac mevsiminde hac borcunu yerine getirmek üzere yola çıkmıştım. Kâbe'ye vardığımda bir hacı adayı çok dikkatimi çekti. Hacı adayı ziyaret edilmesi gereken yerleri her ziyaret edişinde devamlı olarak Peygamber'e salâtü selâm getiriyordu. Kâbe'yi tavaf ederken, Arafat'ta vakfeye dururken... daima salâvat cümlelerini okuduğunu duyuyordum. Halbuki ziyaret edilen her makam ve mevkide okunması gereken hususi dualar vardı. Bu hacı adayı neden bu duaları okumuyordu? Bilmiyor olamazdı. Muhakkak ki boyuna salâvat getirmesinin bir hikmeti vardı.

Merakımı iyice kamçılayan bu nokta beni adamdan bu hususu sorarak hikmetini öğrenmeye şevketti. Adam, "Bunun haklı bir hikâyesi vardır" diyerek anlatmaya koyuldu:

Ben Horasanlıyım. Bu yıl hac borcumu yerine getirmek istedim. Yola babamla birlikte çıktık. Kûfe'ye vardığımızda babam hastalanarak vefat etti. Yüzünü örttüm. Bir daha görmek için açtığımda ne göreyim ki. Hayret! Babamın yüzü eşek sûretine bürünmüştü. Bu durum karşısında büyük bir telâşa kapılmış, tarife sığmaz bir tasaya düşmüştüm. Cenazesini kaldırmak için gelen halka ne diyecektim? Bu eşek sûretine bürünen yüzü görünce içlerinden onlar ne gibi düşünceler geçirecekti?

Bu telâş ve üzüntü içinde bocalayıp dururken ne kadar yorulmuşum anlayım ki, bir ara uykuya dalmışım. Bir rüya gördüm. Rüyada etrafa nur saçan gayet güzel bir adam çıkageldi. Beni uyandırarak, "Nedir, bu derece üzüntüye dalışın?" diye sesleniyordu. Ben de, "Ben üzülmeyeyim de, kim üzülsün. Baksanıza babamın haline" diye karşılık verdim.

Sonra adam babamın yanına sokularak yüzünü açtı ve nurlu ellerini şöyle bir yüzüne sürdü. Baktım ki babamın yüzü eşek sûretinden çıkmış, ayın ondördü gibi pırıl pırıl ışık saçıyordu. Artık bütün gam ve keder yerini tarif edilmez bir sevince terketmişti. Basbayağı sevinç gözyaşları döküyordum. Bir ara kendimi toplayarak bu nur saçan adamın kim olduğunu sorunca, "Muhammed Mustafa (s.a.v.)" cevabını aldım. Hemen öpmek için ayaklarına kapandım. Ondan sonra da, "Ey Allah'ın elçisi!" dedim. "Allah hakkı için babamın başına gelen bu hadisenin iç yüzünü bana anlatır mısınız?

Hz. Peygamber (s.a.v.) "Elbette anlatırım" diyerek şunları dile getirdi:

"Babanız sağlığında faiz yiyordu. Biliyorsunuz ki yüce Allah (c.c.) faiz yiyenleri ya bu dünyada, ya da öbür dünyada eşek sûretine büründürür. Baban ise daha bu dünyada o sûreti aldı. Bu yine de onun için iyi bir başlangıç sayılır. Çünkü yine bu durumdan kurtulmak şerefine erişmiş oldu. Sebebi de, babanızın ölmeden önce bütün ömrü boyunca her gece, daha yatağa girmeden, bana yüz defa salâtü selâm getirmesidir. Melek bana gelerek babanızın bu durumunu haber verince hemen Allah'tan şefaat etme yetkimi istedim ve buraya gelerek babanızı düzelttim. Durum bundan ibarettir. Durum bundan ibarettir. Gönlünüz ferah olsun." İşte benim salâvat cümlelerini dilimden düşürmeyişimin sebebi budur.

Bunun üzerine ben de Süfyan Sevri olarak sevgili Peygamberimize daha sık sık salâvat getirmeye başladım.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi Hz. Peygamber'e bol bol salâtü selâm getiren kullarından eylesin, âmin.

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 112-114

YUSUF'UN DEVESİ

09:17:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yusuf un hikayesi, hayat ile ölüm arasındaki ince çizgiyi ve o çizgideki kırılma noktasını ruh gözü ile gören bir Allah dostunun sırlı yardımını gösteren ibret dozu oldukça yüksek bir hayat serüveni...
Rahmetli onkolog doktor Haluk Nurbaki Hoca'nın anlat­tığı Diyarbakırlı Yusufun bu sırlı hayat hikayesi gerçekten çok enteresan ve akıl sahipleri için oldukça düşündürücü mesajlar ihtiva ediyor:
Yusuf'un başından geçen hikaye muhteşem bir derviş hikayesi... Yusuf, Diyarbakırlıydı. Onunla dostluğumuz vardı. Kendisiyle sık sık sohbet ederdik. Bir gün sohbet sırasında bir şeyi hatırlayamayınca kendisine takıldım. O da bana:
-Nurbaki Hocam, sen benim hikayemi bilmiyorsun. Ben tamir edildikten sonra arada bir tıklayan tamirden geçmiş bir saat gibiyim, dedi.
-Ne oldu, hayrola dedim.
Yusuf, çocukluktan itibaren hayat hikayesini anlatmaya başladı.
-Benim babam çok zengindi. Evimizde en aşağı yirmi otuz tane hizmetkâr çalışırdı. Bir gün mahallemize bir Allah dostu, bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarında kendine tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı mekân tuttu.
Babam çok Müslüman bir adamdı. "Bu derviş mahalle­mize geldi, biz de hamd-ü senalar olsun hâli vakti yerinde bir aileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe hürmeten yemekleri hizmetkârlar götürmesin, oğlum Yusuf götürsün" dedi.
O zamanlar ben yedi yaşındaydım. Hakikaten sonra anladım ki, ben götürmesem adam kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok yardım etmek isteyenler olmuş ama derviş kabul etmemiş. Ama Yusufun o zengin ailenin biricik oğlu olduğunu ve kendisine hürmetten dolayı çocuğun yemek
getirdiğini görünce kabul etmiş. Yusuf ile yavaş yavaş ahbap­lık peyda eden derviş, bir gün Yusuf a:
-Yusuf sana bir deve yapayım ister misin, demiş.
-istemez olur muyum derviş amca, demiş Yusuf.
-Öyleyse sen bana evden verdikleri yemeklerden gayrı çerez getireceksin. Ama evin haberi olmayacak bu getirdik­lerinden, demiş.
(Burada oldukça sırlı bir incelik var.)
Derviş, işin ehemmiyetine binaen tekrarlamış:
-Unutma, sen kendine ait çerezlerden vereceksin. Deve başka türlü olmaz. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım, demiş.
Bunun üzerine Yusuf hakikaten her geliş gidişinde derviş babaya çerez, üzüm falan getirmiş. Devamlı da soru-yormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Aradan altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra bir gün derviş demiş ki:
-Müjde, deven yarın tamamlanacak. Yalnız iki gözü kaldı, iki tane badem getir gözünü de yapayım deve tamam­lansın, demiş.
Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah cebi­ne iki tane badem koymuş gelmiş derviş babanın kulübesinin kapısına. Kapıdan girmiş bir de bakmış ki derviş baba dün­yasını değiştirmiş.
Yusuf bana, "Ne kadar üzüldüm doktor bey" diyor. "Altı ayın ümidi bir anda sönüverdi. Bir taraftan sevdiğim bir insanın ölümü, diğer bir taraftan da devenin gaybubeti beni bayağı sarstı. Bademlerimi fırlatıp attım yere ve eve gidip durumu haber verdim. Herkes seferber oldu... Cenazesi yı­kandı, namazı kılındı ve defnedildi.
* * *
Aradan on iki sene gibi uzun bir zaman geçti. Ben ciddi bir hastalığa yakalandım. Babam evvela Diyarbakır'daki dok­torlara, sonra istanbul'daki doktorlara götürdü. Hepsinden aldığı cevap:
-Şizofreni bu. Tedavisi imkansız, oldu.
Bu hadise elli sene evvel geçmiş bir hadiseydi. Gerçek­ten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu, diyor.
Ama buna rağmen Yusufun babası Paris'te meşhur bir ruh doktoru olduğunu duymuş. Galiba adı Şarko idi, ona gitmişler, o doktor da:
-Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye'­den buralara geldiğine göre varlıklı birisin. Bu gibi hastalara yapılacak tek şey iyi bakılması için birisini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendi kendine yemek yiyemez. Kaşığı ağzına değil, kulağına götürür. Soğukta soyunur, oturur ve genellikle de zatürreden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar, demiş.
Yusufun babası istanbul'a gelince Yusufu akıl hastane­sine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altın gibi yüksek bir ücretle bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için YusuPu ölüme götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutuyormuş. Ama günün birinde YusuPun ateşi çıkmış ve o belli meş'um akıbet onu yakalayarak zatürre olmuş.
Bundan sonraki hadiseleri sana iki postada anlatacağım diyor Yusuf.
Bunlardan birincisi; benim hâlimi, durumumu gören hasta bakıcı ve de doktorların anlattıkları... ikincisi de ondan sonraki ben...
* * *
Doktorlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu görüyorlar ama yapabilecekleri, ellerinden gelen bir şey yok.
O zaman, ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmnesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu kadar işte... Fakat diyor Yusuf, benim bakımımı üzerine alan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi.
Hastane yetkilileri, hemen Yusuf'un babasına telgraf çekmişler. "Oğlun dünyasını değiştirdi gel al" diye. Çünkü bir insanın zatürre komasından çıkması o günkü tıbbi imkanlara göre imkansız.
O koma sırada ben bir rüya görüyorum. Zaten herşeyi o rüyadan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyamdan önceki şizofrenik devremi hatırlamıyorum.
Bir çölün içindeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyo­rum. Hem susuzluğum, hem de güneş değdi değecek tepeme. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık canım çıkmak üzere. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görün­müyor çölde.
Fakat uzaklardan bir siluet farkettim. Bir deve ve önünde bir adam bana doğru yaklaşmaya başladı. Derhal tanıdım.
Bizim derviş babaydı bu. Bir devenin yularından tutmuş geliyordu.
-Yusuf deveni getirdim, dedi ve beni tuttu devenin üstüne bindirdi.
Fakat birşeyi çok net hatırlıyorum; derviş babanın yula­rını tuttuğu devenin gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz bir deve getirmişti. . Çünkü devenin gözleri için gerekli bademleri teslim edememiştim.
Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahta­larla çevrili demir bir yataktayım. Yanımda doktor ve hasta bakıcılar... Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.
Doktorların hayret ettiği şey benim normale dönmem. Zatürre komasından çıkmak mümkün değildi ama çıktım. Peki, şizofreniyi nasıl atlattım diye hayretler içerisinde kaldılar. Böyle bir mucizeye ne rastladık, ne de gördük. Olacağı varmış, oldu, dediler.
Yusuf'unun cenazesini almaya gelen dertli baba, oğlunu salim ve sağlıklı görünce bir sevinmiş ki sormayın. Yusuf daha sonra bütün olan biteni babasına da anlatmış.
Yusuf diyor ki, doktorum derviş baba, o kadar ince bir Mimarî ile kaderimi işlemiş ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Çünkü kadere müdahale ancak Fahr-i Kainat (sav) sırrı ile olur. Fahr-i Kainat (sav) sırrında "Sadaka ömrü tezyid eder (uzatır)" emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa ait olsun diye "Baban göndermesin, sen kendininkinden ver" diyor. Kader ekranında ömrünü tezyid ediyor. Bambaşka bir âleme döndürüyor.
Yusuf, "Ah o benim devem! Ona bindiğim anda ne biçim kader değişimi oldu. insanların anlaması mümkün değil. Ben bile zor anladım" diyor.
Yusuf, "Ben o hâdiseden sonra hayatta bir gün bile namazı terk etmedim" diyerek hem maddî hem manevî kur­tuluşuna kapılar açan derviş babaya dualar ediyor.
Evet, her evliyaullah gibi ilmini Allah'a havale etmek suretiyle zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan bir ruha sahip olan derviş baba, bu masum çocuğun geleceğini, ileride başına gelecekleri gördü ve Yusuf'un maddesiyle beraber mânâsını da canlandırdı.
Kaynak: Bu yazı İbrahim Refik tarafından kaleme alınan ALBATROS yayıncılık tarafından yayınlanan "Hadiselerin İbret Dili" adlı kitapdan alınmıştır

11 Mart 2015 Çarşamba

Allah’ın Hikmeti

14:19:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adamın biri, pislik böceği görür ve: "Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır. Allah bunu niçin yaratmış ki?" der.
Daha sonraki günlerde adamın yüzünde bir çıban çıkar. Çok doktorlara başvurmasına rağmen tedavisi için bir sonuç alamaz. Artık çıban yara haline gelmişti ki, sokaktan geçen bir adamın bağırtısı üzerine adam çağırtılır ve yaraya bakması istenir. Adam bir pislik böceğinin getirtilmesini ister. Orada bulunanlar adamın isteğine gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri hatırlar ve der ki;
- Adamın isteğini yerine getirin, o doğruyu biliyor. der.
Daha sonra gelen böceği yakan adam, onun külünden yaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki;
- İyi biliniz ki, Allah'u Teala, mahlukatının en adi ve yaramazı olanında bile, en iyi deva bulunduğunu bana bildirmek murad buyurdu. Allah Hakim'dir, Habir'dir.
Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin,"Dini Hikayeler" adlı kitabı.
Sayfa : 131
Çeviren : Hüseyin Erdoğan.

NAMAZDA HATIRLADI

13:46:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adamın biri parasını sakladığı yeri unutmuştu. Ne kadar düşündü ise günlerce aramasına rağmen parayı sakladığı yeri bir türlü hatırlayamıyordu. Benim bu derdime bir çare bulursa o bulur diyerek doğru İmam-ı A'zam Hazretlerinin huzuruna gelerek ne yapması lazım geldiğini sordu.
İmam-ı A'zam, bu senin meselen fıkıhla ilgili değil ama, yine de sana bir akıl vereyim: Sen git bu gece sabaha kadar namaz kıl, ümit ediyorum ki, Allah sana paranı koyduğun yeri hatırlatır, dedi.
Adam o gece sabaha kadar ibadet etmeye karar verip abdest aldı, seccadesinin üzerinde ibadet etmeye başladı. Daha gecenin yarısı bile olmadan parayı koyduğu yeri hatırlayıvermez mi? Namazı bıraktı, doğru parayı koyduğu yerden alıp yattı.
Sabah olunca İmam-ı A'zam'a:
— Allah senden razı olsun, bu derdime de çare buldun. Daha gecenin yarısında parayı koyduğum yeri hatırladım, deyince, İmam;
— Keşke sabaha kadar ibadete devam etseydin. Çünkü şeytan senin sabaha kadar ibadet etmene tahammül edemediği için daha gecenin yarısında sana hatırlatmış. Sabaha kadar da şükür namazı kılsaydın daha iyi ederdin, dedi.
* * *
Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

ALLAH'IN YARDIMI

13:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Müslümanlara en sıkışık zamanlarında yardımını esirgemeyen Cenab-ı Allah Bedir savaşında olduğu gibi birçok defa Osmanlı askerine de nusretini inzal etmiştir. Bunlardan bir tanesi  Müslüman Türk askerinin Kırım'da Ruslarla yaptığı savaş ve Tarihçi Ahmet Mithat'ın kaydettiği hadisedir.

— Ruslar Oltaniçe'de yüzellibin kişilik bir kuvvetle Eflak ve Buğdan mıntıkasına girdiklerinde sadece yirmibeşbin kişiyi Bükreş üzerine salmıştı. Oltaniçe'de Serdar-ı Ekrem Ömer Paşanın kumandasında üçbin kişilik bir kuvvet Rusları tutmaya çalışıyorlardı. Ellerinde ise iki veya üçten fazla bataryaları bile yoktu. Ruslar evvela Oltoniçe'de bulunan Türk askerlerini ezmeyi planlamışlar buraya on misli bir kuvvetle hücuma geçmişlerdi.

Bu manzarayı Eflak ve Buğdan ahalisi ve hatta yabancı gazeteciler görmek istiyorlar ve Rusların Türkleri nasıl perişan edeceğini seyre hazırlanıyorlardı. Sabahın erken saatlerinde Ruslar, külliyatlı bir top ateşiyle Müslümanlar üzerine gülle yağdırmaya başlamıştı. Müslümanların arkasında Tuna nehri akıyordu ve bu sebepten geriye dönmeleri de artık imkansızdı. Düşmanlarının sayı ve silah bakımından kendilerinden kat - kat üstün olduğunu gayet iyi bilen Türkler kolağasmın da müsaadesiyle abdest alıp iki rekat namaz kılarak birbirleriyle helallaşıp kucaklaştılar. Artık son hücumlarını yapacaklar, Allah ne emretti ise ya şehit ya gazi olacaklardı. Çünkü Türklerin ellerinde bütün mermileri de bitmiş «süngü tak!» emri verilmişti.

Yeri-göğü titreten o müthiş topların himayesinde Türklere iyice yaklaşan Ruslar da artık ağır silahlarını susturmuşlar, süngülerini takmışlardı. Karşı tepelerden Türklerin birkaç misli düşman önünde nasıl eriyip yok olacağını düşünerek gayriihtiyari gözleri yaşararak seyreden yabancı gazeteciler ve halk neticeyi beklemeye başlamışlardı.

O anda müthiş bir hadise oldu. Bir elini semaya doğru kaldıran kolağası şehadet parmağıyla gökyüzünde bir şeylerin olduğunu gösteriyor ve şöyle sesleniyordu:

— Gaziler! Benim imanlı çocuklarım, bakınız Allah Celle Celalühû bize yardım gönderiyor semaya bakın, diyerek haykırmaya, hançeresini yırtarcasına bağırmaya başladı.

Allah'tan başka sığınıkları kalmayan imanlı Osmanlı Türk askeri bir anda havaya baktıklarında ne görsünler; bölük - bölük yeşil elbiseli, turna gibi dizilmiş Melaike ordusu Müslümanların imdadına yetişmiş ve Rus askerlerinin üzerine bir kartal gibi inmişlerdi bile...

Zaten şehit olmaktan başka birşey düşünmeyen Türk askerleri «Allah Allah!» nidalarıyla tekrar düşman üzerine hücuma geçtiler, yeri - göğü inleten bir haykırışla düşmana saldırmaya başladılar.

Bu manzara orada bulunan halk ve gazeteciler tarafından ayniyle müşahede edildi. Müslümanlar muzaffer olup, ortalık sükûnete kavuştuğu zaman Türk askerlerinin yanlarına gelen gazetecilerin ilk sorusu şu oldu:

— Yanınızda sizlerle beraber savaşan ve nurani yüzlü yeşil elbiseli askerler şimdi nerede, onları bize gösterebilir misiniz?

Tarihçi Ahmet Mithat yabancı gazetecilerin gördüklerini aynen o zamanki gazetelerinde yazdıklarını nakletmektedir.

* * *

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

10 Mart 2015 Salı

HÜR OLAN, KÖLEDEN NE İSTER?

14:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Padişahın biri veziriyle beraber şehirde halk arasında dolaşıyordu. Padişahın geldiğini gören herkes ona hürmet ediyor, tezahüratta bulunuyordu. Padişah çarşı sokaklarında gezerken dükkânından çıkmayan bir adam görüp yanına vardı. Fakat dükkândaki zat, padişahın geldiğini gördüğü halde oralı bile olmadı. Sanki görmemezlikten geliyordu, îçerdekinin derviş olduğunu anlayan padişah iyice sinirlenmişti:

— Şu dervişin cezasını verin!: Ne edepsizlik bunun yaptığı! diye gürledi.

Derviş yine istifini bozmadan vezire dönerek:

— Ağana söyle, hükmünü kendisine muhtaç olanlar üzerinde icra etsin. Kendisinden birşey istemeyen bir kimseye ahkâm kesmeye kalkmasın. Benim Allah'tan gayriye ihtiyacım yok ve hürmet de etmem. Dünyadan el - etek çekmiş bir kimsenin padişahla ne işi olur?, dedi.

Büyüklere saygısı olduğu anlaşılan padişah, dervişin sözlerini doğru bulup:

— Derviş doğru söylüyor. Ona bu sözlerinden dolayı ihsanda bulunun, dedi.

Dervişe padişahın iradesini bildirip ne istediğini sordular. O şöyle söyledi:

— Benim sizden ne isteğim olur. Hür olan köleden bir şey ister mi?

Bu Sozleri duyan padişah üzülmüştü. Dervişe:

— Ben köle miyim de böyle konuşuyorsun ? dedi. Derviş, vakarla sözünde ısrar etti ve:

— Elbette sen kölesin. Nefsin seni esir almış, hatta başına yularını bile geçirmiş istediği gibi idare ediyor. Sen nefsini tatminden başka bir şey düşünüyor musun? Ancak senin gibi nefislerine kul - köle olanlar senden ihsan ve muavenet beklerler. Ben ise nefsimi esir aldım. Ondan dolayı da hürüm ve senin yapacağın en ufak bir ihsana bile ihtiyacım yok. Olsa olsa hür olanlar, köleye ihsanda bulunur. Şu anda sen de böyle bir ihsana lâyık bir köle değilsin, dedi.

Hakikaten derviş doğru söyledi. Çünkü Efendimiz (s.a.s.):

— Sizin en büyük düşmanınız iki kaşınızın arasındaki nefistir, buyurmuşlardır.

Bir insan da nefsine uydu mu, işte o insan esir demektir.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

ADALETİN TECELLİSİ

14:40:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İslâmın meşhur kadılarından İyas'ın huzuruna iki kişi geldi. Bunlardan biri, hacca giderken arkadaşına emânet olarak bin altın bıraktığını, fakat hacdan gelince vermeyip inkâr ettiğini söyleyerek hakkının alınmasını istedi.
Kadı İyas, parayı aldığı iddia olunan adama:
— Aldınsa ver. Adamın hakki' kalmasın, dediğinde adam kadının huzurunda da almadığını tekrarladı.
Bu sefer kadı bir plân düşündü. Parayı veren adama,:
— Git parayı nerde verdiysen, orada ağaç varsa bir yaprak, yoksa verdiğin yerden bir miktar toprak al gel, dedi.
Adam parayı bir ağacın altında vermişti. O ağacın yaprağından almak için gittikten bir müddet sonra, kitap okumakla meşgul olan kadı kafasını kaldırıp:
— Amma da bekletti bizi. Nereye gitti bu adam? diye söylendi. Kadının yanında oturan ve parayı almadığını iddia eden adam dalgınlığa gelerek:
— Efendim daha çok bekleriz. Çünkü bana parayı verdiği ağaç çok uzakta, deyiverdi.
Mesele anlaşılmıştı. Kadı:
— Ver bakalım adamın parasını. Ağaç daha gelmeden şahitlik etti. Ya parayı verirsin yahut seni hapse attırırım, dedi ve adamdan davacının parasını aldı.
Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

9 Mart 2015 Pazartesi

ESKİ BİR ÇORAP GİYDİRİN, DİYE VASİYET ETTİ

13:23:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adamın biri oğluna; öldüğüm zaman senden tek isteğim var, o da ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme! diye vasiyette bulundu. Zaman geldi her faninin akıbeti onu da gelip aldı götürdü. Adamı teneşir tahtasına yatırdılar, imam efendi yıkamak üzere başına geçip vazifesini yapmaya başladığı zaman, meyyitin oğlu babasının vasiyyetini arzederek: «Babama mutlaka bir eski çorap giydireceğiz» dedi. İmam:
— Olmaz, İslâm esaslarına göre ölüye kefenden başka bir şey sarılmaz, dediyse de adam illa da babasına çorap giydirmekte ısrar ediyordu. O muhitin hocaları toplanıp bu meseleyi görüşmeye ve ölüye çorap giydirilip giydirilcmeyeceğinin müzakeresini yapmaya başladılar.
İlim meclisinde bu müzakere devam etmekte iken içeri bir adam girip mevtanın oğluna bir mektup verdi. Mektup çocuğun babası tarafından verilmiş ve öldükten sonra kendisine verilmesi istenmişti. Meyyitin oğlu babasının bıraktığı mektubu yüksek sesle okumaya başladı.
Mektupta şöyle denilmekte idi:
— «Oğlum! Görüyorsun ya, sana o kadar mal-mülk bıraktığım halde, bana bir çorabı bile çok görüyorlar. Elbette bir gün sen de benim gibi ölüp gideceksin. Aklını başına topla... Sana da birkaç metre kefenden başka birşey vermeyecekler. Sana bıraktığım malı, iyi harca, sarfedeceğin yerleri iyi seç. Çünkü senin kabre götüreceğin amelinden başka bir şey değildir.»
Din adamları ölüye kefenden başka bir şeyin giydirilmesinin mümkün olmadığına karar verdiler ve adam hakikaten birkaç metre bez ve ameliyle başbaşa kaldı.
Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

RÜYADA ZENGİN OLMAK

07:46:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Vaktiyle adamın biri hamama gitti. Hamamda göbek taşının üzerine terlemek için uzandı.

Biraz sonra aynen kendisine benzeyen bir adam hamama girdi. Adamın yanında tellaklar, etrafında hizmetçiler vardı. Adamı hamamın en temiz ve lüks kısımlarından birine aldılar.   Adamın çok zengin olduğu belliydi.

Göbek taşının üzerinde yatan adam, gelen kişinin kendisine bu kadar benzediğini fark etti. Gelen zengin kişinin kim olduğunu merak etti. Adamın odasına girdi. Fakat adamın öldüğünü anladı. "Fırsat bu fırsattır. Nasıl olsa adam bana tamamen benziyor. Onun cesedini benim yerime yatırayım. Ben de onun yerine geçeyim " diye düşündü. Düşündüğü gibi yaptı. Ölen adamı kendi yattığı yere koydu. Kendisi de onun odasına geçti.

Biraz sonra düşündüğü gibi oldu. Tellaklar geldiler kendisini güzelce yıkadılar. Giyinme odasında üstünü başını kuruladılar, giydirdiler. Hizmetçiler etrafında dört dönüyordu. Dışarıda kendisini bekleyen arabasına bindi ve muhteşem konağına vardı. Yerine geçtiği zengin adama çok benzediği için kimse şüphelenmedi. İçeri girdi. Etrafında hizmetçiler emrini bekliyorlardı. Fakir adam, birdenbire çok zengin oluvermişti.

Fakat kendisi de hiç açık vermiyordu doğrusu. " Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın " diye etrafa emirler yağdırıyor, zenginliğin tadını çıkarıyordu. Hayatı çok güzel geçiyorken suratına "şak" diye bir tokat yedi. Gözünü açtı. Kendisini hamamda göbek taşının üzerinde yatarken buldu. Hamamın temizlik işçileri hamamı temizliyor ve kendisine:

- Kalk be adam, sabahtan beri yatıyorsun. Yeter artık yattığın, temizlen de çık artık. Biz de burayı temizleyelim, diyorlardı.
Adamcağız neye uğradığını şaşırdı. Çünkü biraz önce yaşadığını zannettiği olaylar meğer rüya idi. "Eyvah" diye bağırdı ama elden ne gelirdi ki!

İşte dünya hayatı da böyle bir rüyadan ibarettir. Bir gün yattığın uykudan uyanırsın ama neye yarar ki...

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

7 Mart 2015 Cumartesi

BİR ÇÖP İÇİN AZAP

13:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İsa aleyhisselâm bir kabristandan geçerken azap gören bir ehl-i kubur görüp Cenab-ı Allah'tan sebebini sual etti.

Allah (C.C.) :

— «Ya îsa dua et de o kulum dirilsin, sen de kendisinden niçin azap olunduğunu sor!» buyurdu.

Hazreti İsa duada bulunarak mevta dirildiğinde niçin azap olunduğunu sordu.

Azap gören zat:

— «Ya îsa, ben dünyada iken hamallık yapardım. Bir gün odun taşırken sahibinin haberi olmadan taşıdığım odundan bir çöp koparıp dişimi karıştırdım, işte Cenab-ı Allah bana bunun için azap etmektedir.» deyip kabrine geri girdi.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

6 Mart 2015 Cuma

REZZAK'A GÜVEN

12:33:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zahidin biri, "Herkesin rızkı Allah'tan (c.c.) gelir" ha­disinin mânâsını bizzat yaşayarak anlamak istiyordu. Ba­şını alıp çöllere çıktı, bir kenarda yatıp uyudu.

Aradan bir müddet geçti. Çölde yolunu kaybeden bir kervan adamın yattığı yerin yakınında konakladı. Zahidi gördüler. Birisi:

- Bu adam niçin böyle ıssız bir yerde yatıyor, kurttan, düşmandan korkmuyor mu? Yoksa ölrnüş mü? dedi.

Yanına gittiler. Zahit hiç sesini çıkarmıyor, ne olacak diye hareketsiz bekliyordu. Kervandakiler bunu görünce:

- Bu zavallı açlıktan ölmek üzere, dediler.

Yemek getirdiler. Zahit dişlerim sıktı. Adamlar bıçak getirip dişlerinin arasına .soktu, zorla ağzını açtı ve çor­bayı içirdiler.

Vehih b. Verrj'e, "Rızık için hiç endişelendiğiniz oldu mu?" dediler. "Bütün yerin kalay olduğunu görsem, gökle­rin de bakır olduğunu anlasam, rızkımdan endişe etmem. Eğer endişeye kapılırsam, Allah'ın (c.c.) bütün mahlukların rızkına kefil olduğuna inanmamış olurum!" dedi.

Bu tembelliği tavsiye değildir. Bu Allah'a iman ve Onun, misafirlerinin ihtiyacını göreceğine duyulan tam bir itimat­tır, insan Rabbinden o kadar emin olmalıdır. Onun gemisi­ne binmişken yükünü sırtında taşımamalıdır. Yazık ki, çok defa bu güveni yakalayamıyor ve zanlarımıza göre muamele görüyoruz. Yüreğinde o itimadı yaşayan gidip çöle yatabilir.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Ufku, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 161

4 Mart 2015 Çarşamba

Örücü

13:03:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Fakültedeki ilk dersim için, yeni aldığım takım elbiseyi giymiş ve aynı renkteki çantamla yola çıkmıştım. Arabamı bıraktığım otoparka doğru giderken, kendimi bir anda yerde buldum. Herhalde biraz fazlaca kasılmış ve önümdeki tümseği görmemiştim. Pantolonumun bir dizi yırtılmış ve sol avucum, çöp kutusuna çarparak yarılmıştı. Hemen toparlanıp ayağa kalktım ve yırtığı çantamla örterek eve döndüm.

Yırtılan pantolonu, daha sonra bir örücüye götürdüm. Bu arada, başımdan geçen macerayı anlatmış ve belki laf olsun diye, avucumdaki yarayı göstermiştim. Yaşlı bir adam olan örücü, gözlüğünü takarak ilk önce elimdeki yarayı, daha sonra da pantolonu inceledikten sonra:

- Hafta sonu gel yavrum!.. dedi. Ancak o zaman olur.

İşlerim çok yoğun olduğu için, örücüye bir ay sonra uğradım. Pantolonu tamir edip üst rafa kaldırmıştı. İndirirken:

- Değişik bir kumaşmış!.. dedi. Beni çok uğraştırdı. Borcunuzu üzerine yazmıştım.

Pantolona eklediği kağıda göz atınca:

- Acaba bu miktar fazla değil mi? diye sordum. Tamir edilen yerler de belli oluyor.

Örücüyü kızdırmış olmalıydım. Gözlüğünü çıkartırken:

- Bak evlat!.. dedi. Kırk senedir bu meslekle uğraşıyorum. Eğer yırtıkları benden iyi tamir eden bir sanatkar bulursan, senden bir kuruş almayacağım.

Yaşlı adamı daha fazla üzmemek için susmayı tercih ettim ve para çıkartmak için elimi cebime attım. Paralar, yarası tamamen kapanmış olan avucuma değmiş ve sanki beynimde bir şimşek çakmıştı.

Adeta bağırarak:

- Buldum örücü buldum!.. dedim. Bahsettiğin o Sanatkarı buldum!..

Elimi ona doğru uzatırken:

- Bak!.. dedim. Sana anlattığım kazada, pantolonumla birlikte bu avucum da yırtılmıştı. Bak bakalım, o yırtıktan herhangi bir iz kalmış mı?

Yaşlı adam, donmuş gibi elime bakıyordu. Dudaklarının titrediğini ve gözlerinin dolduğunu hissettim. Titrek bir sesle:

- Haklısın evlat, dedi. Bilsen ne kadar haklısın. Hayatımı bu mesleğe verdiğim halde, nasıl oldu da o ustayı fark edemedim?

Yaşlı örücüyü, hiç olmazsa az bir para alması için zor ikna ettim. Ve daha sonraki günlerde, ona sık sık uğrayarak hal hatır sordum. Ustasını tanımanın rahatlığıyla: "Kırk yıl sonra çırak oldum." diyordu.

Kaynak : Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler

Ada

12:41:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Genç balıkçı, küçük bir adanın yanından geçerken karşılaştığı manzara karşısında büyülenmiş gibiydi. O ana kadar rüyalarında bile görmediği güzellikteki bir genç kız, rüzgarda savrulan kömür karası saçlarını deniz kabuklarından yaptığı bir bağcıkla zaptetmeye çalışıyor, bu arada yüklü bir şarkı söylüyordu. Balıkçının kulağına hafif bir meltemle ulaşan büyüleyici nağmeler, delikanlıyı bir anda aşık etmişti.

Balıkçı, eğer elinden gelse, o küçük adaya çıkmakta tereddüt etmeyecek ve bir ömür boyu sefalet çekeceğini bilse bile,hayatını en azından o kızın teneffüs ettiği havayı soluyarak geçirecekti. Ama son günlerini yaşamakta olan annesi yüzünden, av sonunda alacağı paradan vazgeçemezdi.

Genç adam, kalbini o adada bırakarak köyüne döndü.

Balıkçı, birbirini kovalayan yıllara rağmen genç kızı unutmadı. Annesinin ölmeden önce gösterdiği kızlardan hiçbir tanesi, o adadaki "bitane'sinin" yerini tutmuyordu.

    Delikanlı, sonunda hayalleriyle yetinmeye karar vererek evlenmekten vazgeçti.

    Balıkçı,aradan geçen yirmi yıl içinde iyice olgunlaşmış ve kendi gemisini alabilecek gücü bulmuştu.Sonunda biraz borçlanıp bunu başardı. Satın aldığı teknenin okyanusu bile aşabileceği söylendiğinde, adamın aklına gelen ilk şey, sevgilisini bir kere daha görmek oldu.

    Balıkçı, hazırlıklarını tamamlayıp denize açıldığında, genç kızın şarkısını söylüyordu. Ağzından çıkan melodinin, o dünya güzelinin mırıldandığı nağmelerle hiç bir ilgisi yoktu. Bunu kendisi de çok iyi biliyordu. Ama o kızı hatırlatması yeterliydi.

    On gün süren bir yolculuktan sonra ada göründüğünde, adamın kalbi çarpmaya başladı. Gözleri, eskisi gibi keskin değildi. Bu yüzden de, genç kıza rastladığı yerdeki palmiye ağacını seçebilmek için, gemisini adaya yaklaştırdı.

    Evet evet, ağaç işte oradaydı.

    Adam, bir esintiyle nemlenen gözlüğünü silerken, ta iliklerine kadar ürperdi. Çeyrek asırdır rüyalarını süsleyen sevgilisi yine aynı yerdeydi ve güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş vaziyette,kestane rengine dönüşen saçlarını tarayıp o güzel şarkısını söylüyordu.

    Balıkçı, çok az bir kısmını hatırladığı melodiyi kızla birlikte tekrarlarken, onun yanına giderek konuşmayı düşündü. Yüreğini kavuran aşkını anlatınca, kız da onu mutlaka sevecekti. Belki de kurtarıcı bir prens bekliyordu. Sevgilisini alarak köyüne döner, o gelmese bile kendi kalırdı.İyi ama, hiç tanımadığı bu yabancı sularda nasıl avlanır ve gemisinin kalan borcunu nasıl öderdi?

    Adam, beynini uyuşturan duygularla saatlerce boğuştu ve sonunda, tayfaların isteklerini bahane edip adadan uzaklaştı.

    Balıkçı,daha sonraki yıllarda zengin oldu. Ve gösterdiği babacan tavırlarla, bütün herkesin gönlünü fethetti. Ama gönlünü çalan güzeli bir türlü unutamıyordu. Aynaya baktığında, her gün bir yenisini fark ettiği kırışıklıklar bile, ona sevgilisinin bulunduğu adayı döven dalgaları hatırlatıyordu.

    Adam, "yeni bir hayat"ı özlediğinde, balıkçılığı bıraktı. Zaten av diye bir şey kalmamış ve yıllar yılı ciğerlerine işleyen poyraz, bir türlü dinmek bilmeyen öksürüğünü iyice azdırmıştı. Sonunda, doktor tavsiyesine uyarak sıcak bir ülkeye yerleşmeye karar verdi ve bu seyahat için de, "balık kokmuyor" dedikleri modern bir turistik gemiyi seçti.

    Yaşlı adam, bir valiz eşya ile bindiği geminin en lüks kamarasına yerleşti. Teknelerin satışından elde ettiği para ile,her gittiği yerde krallar gibi yaşar, istediği eşyaları satın alırdı. Zaten hayatta hiç kimsesi yoktu. Gemideki yolcuların çoğu güvertedeydi. Ama adam, odasından çıkmadı. Bir ömür boyunca deniz gördüğü için, kamarasındaki küçük pencere yeterliydi.

    İhtiyar adam, bir sabah geminin durduğunu fark ederek dışarıya baktığında, heyecandan ölecek gibi oldu. Yarım asırdan bu yana hasret duyduğu ada, elini uzatınca sanki tutabileceği bir mesafede duruyordu. Önce uzak gözlüğünü, sonra da yeni aldığı dürbünü deneyerek o palmiye ağacını aradı.

    Evet evet!.. İşte tam oradaydı.

    Ve aman Allah'ım!.. Altında da dünya güzeli sevgilisi...

    Adam, titrek elleriyle pencereyi açınca, ada tarafından esen bahar kokulu bir esinti ile birlikte, yıllardır aşina olduğu şarkıyı duydu. Dürbünü aceleyle ayarlayıp sevgilisine yönelttiğinde, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Altın sarısına dönüşen saçlarından başka, genç kızda hiçbir değişme yoktu.

    Yaşlı adam, ceketini bile almadan kamarasından ayrıldı ve gemideki turistleri adaya götüren küçük teknelerden birine binerek karaya çıktı. Genç kızı gördüğü yer, adanın sarp kayalıklarla kaplı olan ucuydu ve bulunduğu ağacın altında da, ondan başka hiç kimsecikler yoktu. İhtiyar adam, nefes nefese kıza doğru yürüdü. Artık onu da birlikte götürmeye ve yanından ayırmamaya kararlıydı.Genç kız, adamın ayak seslerini duyup şarkısını kestiğinde, yaşlı adam:

    - Sizi tam yarım asır önce gördüm!. diye kekeledi. Ve yirmi yıl kadar önce, bir kere daha. Yine buradaydınız ve aynı şarkıyı söylüyordunuz. Simsiyah saçlarınız, gitgide açılarak altın sarısı olmuş. Ama beni aşık eden güzelliğiniz, hiç bozulmamış.

    Genç kız, ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra:

    - Siyah saçlı kız ha!. dedi. Kendisi, kestane rengi saçlara sahip olan kızıyla birlikte şu tepede yatıyor. Ben onun torunuyum. Ve ondan öğrendiğim şarkıyı söylüyorum.

    Yaşlı adam, yıkılacak gibi olmasına rağmen, son bir gayretle kızın gösterdiği tepeye yöneldi. Kır çiçekleriyle çevrelenen iki mezarın birinde, deniz kabuklarından yapılmış bir saç bağı asılıydı. Adanın kristal parlaklığındaki sularına demirlenen turistik gemi, yolcuların dönmesi için ard arda ikazlarda bulunurken, yaşlı adam bulunduğu yere yığılıp kaldı.

    Geminin genç kaptanı, ihtiyar adamın dönmediğini öğrenmişti. Ama onu aramaya hiç vakitleri yoktu. Elindeki dürbünle adaya bakınırken, bir palmiye ağacının altında şarkı söyleyen ve bu arada altın rengi saçlarını tarayan o kızı gördü.

    Aman Ya Rabbi!..

    Yıllar boyu aradığı kızı bulmuştu.

    Genç kaptan, günün birinde o adaya mutlaka dönecek ve bir anda aşık olduğu sevgilisini oradan kurtaracaktı.

Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

Yol Ayrımı

12:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Sakarya Üniversitesi'ndeki odama, bir gün bir kimya mühendisi misafir oldu. Daha önce yemekhanede ya da koridorlarda karşılaşıp selamlaştığımız bu hanım, Füsun adında son derece olgun ve ağırbaşlı bir insandı. Eşi de, Sakarya'nın tanınmış bir Göğüs Hastalıkları Uzmanıydı.

Sohbetimizin ağırlığı, Füsun Hanımın henüz ana okuluna giden oğluydu. Anlattığına göre, yavrucak ona aşırı derecede düşkündü ve yanından bir dakika bile ayrılmak istemiyordu. Oysa ki kendisi, akademik kariyere başlaması nedeniyle, gün boyunca onu göremiyordu. Küçük çocuk, aradan geçen aylar içinde annesinden adım adım uzaklaşıp bunalıma düşmüştü. Bakıcılardan yana da şansları yoktu. Bu iş için birkaç hanım değişmiş ve bunlardan bir tanesi, eski kocası tarafından öldürülmüştü. Füsun Hanım, o cinayetin kendi evlerinde de işlenebileceğini ve bu durumda çocuğunun büyük bir felaketle karşılaşabileceğini söyledikten sonra, bir anne olarak çocuğu ile mesleği arasında bir tercih yapma noktasına geldiğini, fakat kendisine gösterilen farklı çözümler yüzünden kafasının karışık olduğunu belirterek fikrimi sordu.

    "Bebek Yalnızlığı" adlı hikayemi o yıllarda yazmıştım. Füsun Hanıma biraz ondan bahsettim ve hiçbir kariyer ve servetin, bir evlattan daha değerli olamayacağını anlatmaya çalıştım.

    Füsun Hanım yavrusunu tercih etmişti.

    Onu, geçim derdi içinde olmadıkları halde, bir çok annenin yapmaya cesaret edemediği bu asil davranışından ötürü tebrik ettim.

    Kısa bir süre sonra fakülteden ayrıldı.

    Ara sıra haber almama rağmen, onu uzun bir süre göremedim.

    Belki de üç beş yıl geçti aradan.

    Bir gün onunla yolda karşılaştık.

    Bütün zamanını yavrusuna ayırdığını ve böylelikle geçmiş yılların hatalarını telafi etmeye çalıştığını söyledi. Yavrusu tamamen iyileşmiş ve özellikle annesinin ilgisiyle harika bir çocuk olmuştu. Füsun Hanım, okuldan ayrılmakla ne kadar isabet ettiğini belirttikten sonra, hayattaki en kıymetli varlığını tekrar kazanma yolundakı katkımdan ötürü teşekkür etti.

    Küçük çocuk, henüz on iki yaşındayken, bir beyin tümöründen vefat etti.

    Füsun Hanım, gerçekten perişandı.

    Onu, acıları biraz hafifledikten sonra gördüm. Ve Cennete uğurladıkları yolcuları için katlandığı fedakarlıktan ötürü, bir kez daha kutladım. Gözlerinin yaşı henüz kurumamıştı. Konuştukça yarası deşiliyordu. Ama biricik evladını, kendisine en muhtaç olduğu yaşlarda bakıcılara bırakıp yalnızlığa terk etmediği için mutluydu.

    Kendisini bu yazı nedeniyle aradığımda, Füsun Hanım çok duygulandı. Çocuğu vefat etmeden önce bir erkek evlatları daha olduğunu ve "keşke bu doğan yavrumuz kız olsaydı!' dediklerini belirtti. Bana gönderdiği mesajda: "İkinci yavrumuz olan Hakan, Fatih'in bir çok noktadan benzeriydi" diyordu. "Meğer Allah, Fatih'in vefat acısını, ona son derece benzeyen diğer bir evlatla hafifletmek istemiş. Ve onun için, bir kız değil bir erkek vermiş. O zaten çok merhametli değil mi?".

    Füsun Hanım, gerçek bir anne idi. Ve kendisini kıyamete kadar yakacak olan bir hataya düşmedi.

Kaynak: Hayatın İçinden -Sevgi Öyküleri (Cüneyd Suavi)-Zafer Yay.

Bir Saatiniz Kaldı

11:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Acil servisteydim. Mesleğe yeni başlamanın heyecan ve zevkini yaşıyor, 'doktor bey' hitabına alışmaya çalışıyordum. Her büyük hastahanenin acil servisinde olduğu gibi, burada da nöbet hareketli geçiyordu. Tecrübeli uzman hekimlerin yanında, bana pek sorumluluk düşmüyordu. Ben sadece olup bitenleri dikkatlice izleyerek tecrübe kazanmaya çalışıyordum.

Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan, kollarından tuttukları, 16–17 yaşlarında, esmer, topluca bir delikanlıyı hastahaneye getiriyordu. Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor, bir yandan da şöyle sesleniyordu:
—Kurtarın yavrumu, kurtarın çocuğumu!

Nöbetçi doktor, gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Ben doktorun yanında ayakta bekliyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu:
—Doktor bey, oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince, hemen getirdik.
—Aldığı ilâçlar yanınızda mı?
Adam, ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.
—Şu haptan on beş-yirmi tane, şundan on kadar, şundan da üç-beş tane içmiş.
—Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?
—İki saat kadar olmuş.

Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra, bir delikanlıya, bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:
—Hımm! Yazık, çok yazık!

Aile endişe ve merak içinde, doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor, ama doktordan ses çıkmıyordu. Bense, gencin midesini yıkayacağımızı düşünüyordum. Kısa süren bir sessizlik, babanın sorusuyla bozuldu:
—Ne yapacağız doktor bey?

Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı. Ağzından dökülen son sözler, hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.

—Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.

Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış, beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı, birden doğrulup pür dikkat doktora baktı. Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı. Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki, her biri bir kenara çöktü. Baba ve anne, bir şeyler mırıldanıyorlardı. Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra:
—Ne olacak doktor bey? Hiçbir şey yapamaz mısınız?
—Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz. Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım.

Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik, iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak, gerçekten zor bir durum olmalıydı. Hem, insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür, neler hisseder, neler yapardı? Aslında her birimizin, ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında, ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı, geçmişini, arkadaşlarını, ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını... Belki de arkasından neler düşünüleceğini, konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise, o plânları düşünmek bir yana, son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi.

Diğer taraftan, hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken, sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum, sohbet için geliyor. Az ötede, hemşirelerin küçük teybinden, bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya! 'Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu.' diyorum kendi kendime.

Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:
—Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok?

İçeri yeni giren doktor, kaş-göz işaretiyle ne olduğunu sordu. Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi:
—İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef. Durum da ciddi. Yapılacak bir şey kalmamış. Sonra raporunu tanzim ederiz.

Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora; 'Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın, ölmek istemiyorum!" dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip, gencin otopsisini düşünüyorum. Demek, karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek, otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak, yaşlı olmak, hayatı anlamak, ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor.

Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim. Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum:
—Doktor bey! Serumla bol mayi verip, bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?

Doktor dönüp, gözlerimin içine baktı:
—Kardeşim görüyorsun, burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken, bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa, neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş, hayat ne imiş düşünsün! Yaşamanın değerini, ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah'ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki...

Arkasından, beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi:
—Yoksa sende mi inandın öleceğine?
—Ne yani, delikanlı ölmeyecek mi?

Gülerek, ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler, vitamin hapı, öksürük kesici ve balgam sökücülerdi.

*Yaşanmış bir hâdisedir


Kaynak: Dr. Nazım İNTEPE / Hikaye - Mayıs 2004 Sızıntı Dergisi

3 Mart 2015 Salı

Seher Misafirleri

13:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Ah şu sabah namazları" diye geçirdi içinden. "Yirmi dört saatlik günün, en nadide dakikalarına yerleştirilmiş. Her vaktin kendine has güzellikleri olmasına rağmen, ışığın zulmete galebe çalış muştusunun, esen yellerle bütün cihana duyurulduğu bu dakikalar, ayrı bir zevk-i ruhani serpiyor uyanık gönüllere.İşte bunun için kutsaldır seher vakitleri ve bu vakitlerin olmazsa olmazı ötelerin esintisi. Ve seher yelleri ruhani bir soluktur o yüce âlemlerden."
Bunları düşünerek ağır adımlarla ilerliyordu ak sakallı, nur yüzlü ihtiyar. Her sabah namaz için evden çıkışında, camiye kadar bunları bir kere daha düşünmeden edemezdi. Camiye geldikten sonra da daha farklı duygulara yerini bırakırdı bu düşünceler.
Caminin avlusundan içeri girer girmez, farklı bir boyuta geçmiş gibi olurdu. Avlu duvarı boyunca sıralanan çam ağaçları, tonu yavaş yavaş açılan lacivertliğin içinde, Hakk'a yürüyen birer nefer gibi dimdik duruyordu. Hele bir de ruhani bir nefes üflercesine esen yeller, dalları arasında şöyle bir geçince, zikrullahla cezbeye gelmiş bir Hakk aşığı gibi sağa sola sallanıp, kulluklarını izhar ediyorlardı.
İhtiyar biraz ilerledikten sonra karşısına çıkan şadırvanı, Mahkeme-i Kübra'da şahit olarak göstermeyi planlardı. Onun için evden abdestli çıksa da, muhakkak bu şadırvandan abdest alırdı. Yaz-kış, sabah-akşam demeden buna çok dikkat ederdi.
Bugün de her zamanki gibi yavaşça şadırvanın taburesine oturdu, kollarını sıvadı, çoraplarını çıkardı. Önce hafif bir soğukluk kapladı vücudunu. Sonra yavaş yavaş üşüdüğünü hissetti. Besmele çekip ellerini yıkamaya başladı. Ağız ve burundan sonra yüzünü, kollarını yıkarken artık yüreğinin de titrediğini fark etti. Bu üşüme bu titreme tarif edilmez bir haz verirdi ihtiyara. "Dünya nimetlerinden hiçbirisinde bu haz yakalanamaz."diye düşünürdü. Dudakları "Allah'ım beni bağışla, yerimi genişlet, rızkımı mübarek kıl" diye fısıldıyor, nefesi buğu buğu bulutlara doğru kanatlanıyordu... Ayaklarını da yıkayıp kalktığında, 'vefalı şahidim' dediği şadırvana muhabbetle baktı.
Mendiliyle elini yüzünü kurulamak için kenardaki oymalı tahta tabureye oturur oturmaz, müezzin efendinin Davudî sesi çınlattı caminin avlusunu. "Allahü ekber, Allahü ekber..." Vücuduna elektrik verilmiş gibi hissetti, kımıldayamadı. Bu ses gönlündeki ve gözündeki perdelerden birini daha çekti aldı sanki. Bir süre öylece kaldı. Elleri ve yüzü sabah rüzgârının tesiriyle kurumuştu. Mendilini cebine koydu.
Az önce caminin avlusunu çınlatan bu sesin, avludan taşıp bütün arzı ve semayı nasıl doldurduğunu gördü. Bu sesle birlikte adeta kıyamda duran çam ağaçlarının rüku ve secdelerine şahit oldu. Ezanla beraber birden avluyu dolduran kuş cıvıltılarındaki "Ya Allah Ya Rahim, Ya Allah Ya Kerim" dualarını işitti. Dayanamadı, gözlerini kapadı; birden bütün kainatın bir halka-yı zikre dönüştüğünü gördü. Çam ağaçları, kuşlar, böcekler, otlar, taşlar, topraklar... "Aman Allah'ım!" dedi. Bütün gök, bütün yer, her şey çınlıyordu. Boğazın suları kabarmış "Yâ Cebbâr" deyip kendini sahildeki taşlara vuruyor, ortaya çıkan ses diğer seslere karışıyordu. Kuşların zikri o kadar artmıştı ki, ihtiyar bütün insanların bu seslerle uyanacağını düşünüyordu. Nasıl uyanılmazdı ki; bütün kainat "Allah!"nidalarıyla titriyordu.
Ama henüz hiçbir insanla karşılaşmadı. Niye kimse yok, niye insanlar bu sesleri duymuyor diye hayıflanırken, caminin avlu kapısından içeriye nur yüzlü bir zat girdi. Arkasında da bir birinden güzel on-on beş kadar insan vardı. Birden heyecanlandı ihtiyar. Yıllardır bu camiye sabah namazına gelir, imam ve müezzinle beş kişiyi geçmezdi cemaat. Her namazda bunun için üzülür, bunu için ağlar ve yalvarırdı Allah'a. "Ya Rabbi! Namaz kılmayan kullarına namaz kılmayı, cami yolunu bilmeyenlere de camiye gelmeyi nasib et."derdi. İşte duaları kabul olmuştu. Her duaya karşılık vereceğini vaad eden Allah gönlünün sesine dudaklarının yanık feryadına karşılık vermişti.
Kutlu misafirler, selam verdiler ihtiyara. Başlarındaki nur yüzlü zat ne güzel tebessüm ediyordu. Ne güzel bakıyordu tâ gözlerinin içine. Yavaşça ayağa kalktı. Konuşmak istedi ama sesi çıkmadı! O zat ve arkadaşları avluya yöneldi, şadırvandan abdest aldılar ve çam ağaçlarına doğru yürüdüler. Grubun başındaki zat konuşuyor, bir şeyler söylüyor gibiydi ağaçlara. Ağaçlar rüzgâra rağmen hiç sallanmıyor, uslu talebeler gibi muallimlerini dinliyordu sanki. Sonra o güzel insan döndü, yerdeki güvercinlerden birini aldı okşadı, güvercine bir şeyler söyledi, geldi ve ihtiyarın önünde durdu. İhtiyar bayılacak gibi oldu, ağzı kurudu, zaten pek sağlam olmayan kalbini kesin duracak zannetti. Nur yüzlü zat, güvercini bir kez daha öpüp ihtiyarın eline verdi. Kuşu eline verirken ihtiyarın elini de hafiften sıkıp, dünyada eşi-benzeri olmayan bir gülümseme ile baktı gözlerine. Yaşlı adamın beyni karıncalandı, ayaklarını hissetmiyordu. Ne bastığı yerin, ne soluduğu havanın, hiçbirinin, hiçbir şeyin farkında değildi.
O nurani çehre elinde kuş olan ihtiyara baktıktan sonra camiye yöneldi. Birbirinden mübarek diğer arkadaşları da onu takip etti. Hepsi tek tek ihtiyarın önünden geçti, geçerken de sıcacık gülümsüyordu her biri.
Onlar camiye girerken o sevincinden uçuyordu. Böylesi bir cemaatla (her sabaha nazaran daha kalabalık bir cemaatla) namaz kılacak olmak ihtiyarın heyecanını biraz daha arttırdı.
Camiye girmek için tam adımını atacakken ellerinin arasında bir kuşun çırpındığını gördü. İhtiyar birden silkindi, derin bir uykudan aniden uyanır gibi oldu. Gözlerini açıp sağa sola baktı. "Benim gözlerim hep kapalı mıydı ?"diye geçirdi içinden. "Ama nasıl olur? Bir rüya mıydı bütün bu gördükleri? İyi ama uyanıkken de rüya görülmez ki" diye düşündü, kendini sorguladı. Gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğu çelişkisinden henüz kurtulmuş değilken, avucundaki kuş titremeye başladı. "Peki bu kuş nasıl, nereden geldi avuçlarıma?"diye kendi kendine sordu. Uyanıktı, ayaktaydı; az önce o güzel insanların camiye girdiği merdiven basamaklarının üzerindeydi... Beynini gerercesine düşündü, içinden çıkamadığını görünce düşünmekten vazgeçip, kuşu avucundan yere bıraktı, ayakkabılarını çıkarıp camiye girdi. Yüzünde mânâlı bir tebessüm oluştu, içi kıpır kıpırdı. Derin bir nefes alıp caminin içinden gelen o tarif edilmez güzellikteki kokuyu içine çekti ve ciğerlerini onunla doldurdu.
İmam efendi namazı kıldırmak için hazırlıklarını tamamlamış bekliyordu. Yaşlı adamı görünce: "Gel Abdullah Amca, gel bugün de biz bize kaldık. Hava soğuk diye galiba kimse gelmedi" dedi. "Sen öyle zannet"diye içinden geçirdi ihtiyar. Önce imama sonra zahiren boş görünen ilk safa baktı. Her zaman namazlarını kıldığı ilk safta değil de bir arkaya geçti. Gözlerinden akmak için sabırsızlanan yaşları tutmaya gerek görmüyordu artık. Ve salıverdi onları yanak yamaçlarından ak sakallarına doğru. Bu kutlu misafirlerle beraber, Allah'a doğru kanatlanma adına "Allahü ekber"diyerek aldı tekbirini. Tekbirlerle beraber gördüğü Hakk'a doğru yavaş yavaş açılan ışıktan bir koridordu...
Kaynak: Afife Eren - Yağmur Dergisi