Faydalı Paylaşımlar..

25 Kasım 2015 Çarşamba

On İki Daireli Fakir Adam

14:00:00 Posted by Mücahid Reis

Hadis–i şeriften öğrendiğimize göre, insan yaşlanır; ama hırsı hep genç kalırmış. Bunun canlı bir misalini yaşadım önceki gün bir ihtiyarla sohbetim sırasında. İzin verirseniz konuşmayı birlikte okuyalım.

Bakalım, insan ele geçiremediği şeylere karşı ne kadar hırslı, ele geçirdiği nimetlere karşı da ne kadar şükürsüz olabiliyor, bir görelim. Öğle namazını kıldığımız caminin avlusunda karşılaştığım bir zat, beni kendi yaşına yakın görmüş olacak ki, sorusunu şöyle sordu:

– Buralara eskiden gelmişe benziyorsun.

– Evet, dedim. Elli seneyi geçti Yozgat’tan geleli.

– Ben de Nevşehir’den geleli elli seneyi geçti, dedikten sonra hemen ekledi:

– Ne yazık ki ben kafayı çalıştıramadım, ömrüm boşa geçti. İnşaallah sen kafayı çalıştırmış, ömrünü boşa geçirmemiş, köşeyi dönmüşsündür!

– Anlayamadım köşeyi dönme işini, dedim. Elli sene önce gelince köşe mi dönülür?

– Elbette, dedi. Ben buraların elli sene öncesini biliyorum. O zaman tarlaydı şimdi şu apartmanların yükseldiği yerler. Kolayca satın alınırdı buralar. Onun için diyorum, sen erken geldiğine göre arazi almış, belki şu apartmanlar gibi apartmanlar da dikmişsindir buralarda.

– Rabbime şükürler olsun, dedim, kirada değilim. Başımı sokacak dairem var. Bundan dolayı şükür duyguları içindeyim. Kirada olsaydım zorlanırdım diye düşünüyor, hep şükrediyorum. Rabbimiz olmayanlara da ihsan eylesin, diyorum.

İnanmıyor gibi baktı yüzüme. Sonra da kelimelere basa basa sordu:

– Yani senin sadece başını sokacak bir dairen mi var şimdi?

– Öyle, dedim.

– Geldiğin senelerde buralardan üç beş tarla alıp da şimdi daireleri dizemedin mi?

– Hayır, dedim. İstanbul’a 1950’de geldiğimde öyle bir düşüncem de yoktu, imkanım da. Ben buraya okumak için geldim. Cami harabelerinde kalıyor, okumaya çalışıyordum. Başka meselem yoktu o günlerde.

Yüzünü buruşturup dudaklarını büktü. Mazeretimi hiç de meşru bulmamıştı anlaşılan. Derinden bir nefes aldıktan sonra söylenmeye başladı:

– Demek sen de benim gibi kafayı dövüyorsun şimdi!

– Hayır, dedim, ben asla kafamı dövmüyorum. Tam aksine başımı sokacak bir daire ihsan ettiği için Rabbime şükrediyorum. Sen kafanı niye dövüyorsun? Yoksa başını sokacak bir dairen yok mu, kirada mısın hâlâ?

– Yok canım, olur mu öyle şey dedi? Dairelerim var. Hem de en değerli yerlerde. Ne yazık ki, bir türlü ilerleyemedik, on iki dairede çakılıp kaldık, üzerine ilaveler yapamadık. Kafamı dövüşüm bundan dolayı. Vaktiyle ele geçen fırsatları değerlendiremeyip on iki dairede kalışımdan dolayı. Şaşırarak sordum:

– Yani on iki dairenin sahibi olduğun halde mi, fırsatı değerlendiremedim, diyorsun? Elini boşlukta salladıktan sonra:

– On iki daire ne ki? dedi. Aslında ben on iki gökdelenin sahibi olmalıydım şimdi. Gerekçesini de şöyle açıkladı:

– Ben buraların tarla olduğunu, bedava denecek kadar ucuza satıldığını biliyorum! Ama bunu bilmenin bir faydası yok ki şimdi. Kafayı vaktiyle çalıştırmadıktan sonra, kalırsın işte böyle on iki daireyle! Yumruklarsın kafanı durmadan!.. Bir ürperti geldi içime:

– Beyefendi kusura bakma, dedim senin düşüncenden korkmaya başladım. On iki daireye sahip olmuşsun hâlâ mutlu ve huzurlu değilsin. Şükür duyguları taşımıyorsun. Hemen uzaklaşıyorum bu türlü düşüncenin yanından.. diyerek yürüdüm kendi istikametime doğru. O da, sahip olamadığı gökdelenlerin hasreti içinde kafasını yumruklayarak yürüdü kendi istikametine doğru... Yol boyunca Efendimiz (sas)’in ikazlarını düşündüm. Şöyle tarif ediyordu ademoğlunun hırsını.

– Kendi ihtiyarladığı halde hırsı hep genç kalan ademoğulları vardır. Bunların iki dere dolusu altını olsa, yine doymaz da der ki: “Keşke bir üçüncü dere dolusu altınım daha olsaydı!” Böyle insanların gözünü ancak toprak doldurur! Sadaka Rasûlullah.

Ben burada sözün özü olarak dua ediyor ve diyorum ki:

– Rabbimiz! Bize kanaat duygusu lütfeyle. Sahip olduklarımızın şükrünü eda etme mutluluğu nasip eyle, sahip olmadıklarımızın da hırs ateşinde yanmaktan muhafaza eyle!

Yazar: Ahmed Şahin 14.05.2003

SERVETLE ÖVÜNMEK

13:01:00 Posted by Mücahid Reis


Harun Reşit ile Şakik-i Belhî Hazretleri sohbet ediyordu. Bir ara Hazret:

- Ey Halife! Farz et ki büyük bir çölde kaybolmuşsun. Susuzluktan ölmek üzeresin. O anda birisi gelip elindeki su dolu kırbayı sana satmak istese kaç para verirsin? diye sordu.

Halife gülerek:

- Ne kadar isterse veririm, dedi.
- Peki, o suya karşılık servetinin yarısını istese verir misin?
- Veririm.

Hazreti Şakik, "Doğru söyledin" dedi ve devam etti:

- Ey Halife! Diyelim ki servetinin yarısı ile o suyu alıp içtin ve bir müddet daha yaşama imkanı buldun. Fakat az sonra içtiğin suyu çıkarman gerekir. Ama buna muvaffak olamasan, bütün uğraşmalarına rağmen idrarını yapamasan ve adeta ölecek hale gelsen, o anda yine birisi karşına çıkıp: "Seni tedavi edebilirim, ancak servetinin öbür yarısını isterim" dese, ne dersin?
Halife hiç düşünmeden:

- Elbette razı olurum, dedi.

Bunun üzerine Şakik-i Belhî:

- Öyleyse Ey Emirü'l Mü'minin! Önce içtiğin, sonra da idrar yolu ile dışarı attığın bir yudum su kıymetinde bile olmayan servetine sakın güvenme! Hiç kimseye karşı mal, mülk ve servetinle övünme, buyurdu.

* * * Evet, insan gelirken beraberinde olmayan, giderken de beraber götüremediği servetine güvenmemeli, yıkılabilir dünyada kazandığı gibi her an kaybedebileceğini de unutmamalı, servetin kendisini değiştirmesine fırsat vermemelidir. Bir deprem, nice mamureleri bir anda virane haline getirebilir.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 111-112

UYKU, NAMAZ VE ABDEST HAKKINDA TIBBİ VE DİNİ VERİLER

12:53:00 Posted by Mücahid Reis



Uyku

"Uykusu çok olanın ruhu hasta, işi zordur".

Uykunun en iyisi 5 saati geçmeyendir. Yetişkin bir insan için 6 saat uyumak normaldir. Çocuklar, ağır çalışanlar, hasta ve zayıflar 7-8 saat uyuyabilirler. Akşam yemekten 2-4 saat sonra, saat 22:00-23.00'den 04.00-05:00'e kadar olan süre uyku için ideal bir zaman dilimidir. Hiç olmazsa, saat 24 00'e kadar yatılmalı ve güneş doğmadan kalkılmalıdır.

Hazreti Ömer (r a.) “Sabahın erken vaktinde uyumaktan sakınınız. Zira ağız kokusu, ruhi dengesizlik ve tabiat (mizaç) bozukluğu meydana getirir." Ayrıca "Uyku, kuşluk vaktinde uyuyana akıl noksanlığı, ikindide uyuyana ise delilik getirir." buyurmuştur.

Güneş doğmadan kalkmak ve güneş batmadan uyumamak çok önemlidir, çünkü bu saatlerde bütün organları ve sistemleri faaliyete geçiren hayati hormonlar üretilir. Uyku halinde tüm işlemler yavaşladığından hormonlar da yeterli derecede üretilemez. Böylece fazla uyku hormon dengesizliğine ve buna bağlı hastalıklara, ayrıca psişik rahatsızlıklara sebep olur.

Sağlıklı insanlar uyurken nefes sayısı ve derinliği azalır, sağlıklı bebekler gibi sessizce nefes alıp verirler. Sağlıklı olmayanlar ise uyku esnasında derin nefes alıp verirler. Saatlerce derin nefes alıp-verme ile vücudun oksijen-karbondioksit dengesi bozulur. Bu dengesizlik de bazı hastalıklarla birlikte astım hastalığına yol açar.

Yatak sert, yastık yeteri kadar yüksek, yorgan veya battaniye yumuşak ve hafif, odanın havası taze ve serin olmalıdır. En iyi uyuma şekli sağ yana yatarak baş göğse doğru eğik, dizler karna doğru çekik, kollar göğse bitişik halde uyumaktır. Bu pozisyon kalbe, kan dolaşımına, enerji dolaşımına ve hazmedilmiş yemeğin mideden bağırsağa inmesine kolaylık sağlar.

Sağ tarafa yatıldığında sağ burun deliğinden alınan nefes azalmakta, sol burun deliğinden alınan ise artmaktadır. Sol burundan nefes alma parasempatik sinir sisteminin faaliyetini artırmasına, kalp hızının yavaşlamasına, tansiyonun düşmesine ve mide-bağırsak faaliyetinin yavaşlamasına vesile olur. Dolayısıyla kalp daha az yorulur, uykuya dalma kolaylaşır, bu da uykuda daha iyi dinlenme sağlar. Ayrıca, uyku esnasında vücuda bir zarar gelecek olsa, iç organlar bu pozisyonla muhafaza edilmiş olur.

Hazmı zayıf olanlar, önce sol, sonra da sağ yana yatma ihtiyacı duyarlar. Omurga problemi yaşayanlar, kasları ve iç organları zayıf olanlar ve yaşlılar ise sırtüstü yatarlar. Hasta ve yaşlılar, çene kasları zayıf olduğu için, genellikle ağzı açık uyurlar.

Alçak yastıkla sırtüstü yatarken geniz akıntısı kesilir, yüksek yastıkla sırtüstü yatarken akıntı burun yerine, boğaza, akciğerlere ve mideye akar. Geniz akıntısı yakıcı ve zehirli olduğundan, dışarıya akamazsa, sinüslerde iltihaplanmaya ve baş ağrısına sebep olur. Boğaza akarsa, bademcikler ve ses telleri rahatsızlanır, boğaz ve yemek borusunda yanma ve yaralar meydana gelir. Mideye akarsa, mide bulantısına ve mide hastalıklarına, akciğerlere akarsa, akciğer hastalıklarına yol açar. Geniz akıntısı olanlar için en doğrusu yüksek yastıkta yan yatmaktır. Eski alimler yüzüstü yatmayı yasaklar, böyle yatmak "şeytan yatışıdır" derlerdi.

Uykuda ağız akıntısı

Yatmadan evvel bol ve karışık yemek yiyenin midesinde üretilen enzimlerden tükürük bezleri de etkilenir, tükürük çoğalarak uyku esnasında ağızdan akmaya başlar. Bağırsak kurtları da tükürük bezlerini aynı şekilde etkiler. Bağırsak kurtları için tavsiye edilen tedaviyi uygulayan, beslenme alışkanlıklarını düzelten ve az yiyen, yemekten en az 3-4 saat sonra uyuyan kimse tükürük akıntısından kurtulur.


Uykuda horlama

Yatmadan önce yemek yeme alışkanlığından, hazımsızlıktan, kabızlık ve gazdan, kalın bağırsakların bozulmasından ve genişlemesinden, küçük dilin şişmesinden ve kalbin zayıflığından kaynaklanır. Sirke içinde şap eritilerek veya sirke içinde nar kabuğu kaynatarak gargara yapılırsa küçük dilin şişliğini alıp küçültür ve horlamayı azaltır.

Bağırsak tedavisi yapanlar ve yemeği azaltanlar şiddetli horlamadan kısa zamanda kurtulabilirler, ancak hafif horlama devam eder. Arap alfabesindeki "ayn" ve "ğayn" harflerini doğru telaffuz ederek, Kuran ı Kerim'i nefes kontrolüyle okumaya çalışan kimse bu dertten de kurtulabilir. Ancak tabiata uygun olmayan, hazır yiyecekler ve sağlıksız gıdalar tüketenler, tıka basa yemek yiyenler, yemekten sonra meyve yiyenler, horlama probleminden kurtulamazlar.


Uyurken karabasan gelmesi ve kabus görülmesi

(Bu durum, musallat harici durumlarda) Beyinde kan ve su dolaşımının bozukluğuna işarettir. Karaciğer, kan ve damar temizlemelerini yapmak, saunaya gitmek, hacamat yaptırmak, sülük tutturmak bu durumdan kurtulmak için yapılabilir.

Uykuda dişleri gıcırdatan yetişkinler sara hastalığına yakalanma riski taşır. Çocukların uykuda diş gıcırdatması ise yaş ilerledikçe geçer. (Sara hastalığının cinler tarafından yapılan müdahalelerle yaşandığı, artık tıp tarafından da kabul edilmektedir.)

Kışın güneş ışığının azlığından, yemeklerin ağırlığından uyku çoğalır. Ancak beslenme kurallarına uyan ve oruç tutanların durumu kışın da değişmez.

"Az ye, rahat uyu” (Atasözü).

Çok uyumaktan kurtulmak için yemeği azaltmak, saunaya gitmek, anason, keten tohumu, kimyon ve sinameki kullanmak gerekir.

Uyuma zorluğu çekenlere ise hamama gitmek, uykuya yatmadan önce bal şurubu, yulaf suyu içmek, veya çimlenmiş arpa yemek, kafa derisine zeytinyağı sürmek, reyhan ve kediotu koklamak ve hacamat yaptırmak iyi gelir.


Namaz ve namaz vakti 


24 saat içinde ardarda gelen, 5 tane büyük ve 50 tane küçük aktif bioritm periyodu vardır. 5 büyük periyodun her birinin başlangıcındaki ilk 15 dakika biyolojik olarak en aktif zamandır. Bu vakitte akupunktur noktaları tamamen açık durumdadır. 5 vakit namaz bu 5 büyük biyolojik periyoda denk gelmektedir. Ezandan 15 dakika sonra biyolojik aktif noktalar, yavaş yavaş kapanmaya başlar ve bu kapanma süreci 1,5-2 saat devam eder.

Allah'ın Resulu (s.a.v.) buyurmuştur:

"Namaz için vaktin evveli Allah’ın rızası, vaktin ortası Allah'ın rahmeti, vaktin sonu ise Allah'ın affıdır."  

"İnsanlar eğer namazlara erken gelmenin sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı.'' 


Namaz Hareketleri 

Rükû, iç organları, yumurtalık, rahim, prostat, böbrek, idrar yollan ve omurganın sağlığını korur. Mide, karın, sırt ve boyun kaslarını güçlendirir.

Secde, bedenin üst bölgelerine kan akışını artırır, beyinde sıvı ve kan dolaşımını düzenler ve korur. Beyni temizler, hafızayı güçlendirir, anlayış ve düşünce kabiliyetini artırır, akciğer, kalp ve sinir sistemini arındırır.

Selam verirken omuzlara bakma hareketi, gözü kan dolaşımı bozukluklarından, göz kaslarını tembellikten, ense ve boyun kemiklerini kireçlenmeden korur.

Secdeye giderken ve secdeden kalkarken yapılan hareketle vücudun tüm eklem ve kaslarının sağlığı muhafaza altına alınır.


Abdest

Abdest sağlık açısından son derecede faydalıdır.

İnsan vücudu üzerinde yaklaşık 700 biyolojik aktif nokta (BAN) vardır. Bunlardan 66 tanesi, "Agresi Noktaları" olarak adlandırılan ekstra aktif noktalardır. Agresi noktalarından 61 tanesi abdest uzuvlarında yer almaktadır. 

Abdestte azalar yıkanırken BAN faaliyete geçer, agresi noktaları denge kazanır. Bu sebepten abdestteki düzeni, sırayı bozmamaya özen göstermek gerekir.

Yüz yıkanırken mide, bağırsaklar, safra kesesi, idrar yollan, sinir sistemi ve üreme organları...

Kollar yıkanırken bağırsaklar, kalp, akciğerler, üreme organları, idrar yolları ve kan dolaşımı uyarılır.

Kulaklar, yaklaşık 100 BAN’den ibaret olan ve hemen hemen bütün organlarla bağlantılı olan bir komuta merkezidir. Kulaklar meshedilirken bütün organlar uyarılmış olur.

Ayaklar yıkanırken hormon dengesini sağlayan, büyüme ve üremeyi kontrol altında tutan hipofiz, böbrekler ve hemen hemen tüm organların faaliyetini etkileyen BAN uyarılır.

Akupunktur noktalarının uyarılması sonucunda vücutta enerji ve kan dolaşımı kolaylaşır, vücudun direnci artar, bağışıklık sistemi güçlenir. Ateş yükseldiğinde soğuk su ile abdest alınırsa, ateş 1,5-2 derece kadar düşer.

Abdest yükselen tansiyonu düşürür, baş ağrısını hafifletir, uyuklamayı, yorgunluğu ve öfkeyi giderir. Soğuk su kullanmak, abdestin ve guslün faydalarını arttırır. Ancak akciğer veya karaciğer hastası olanlar, ağır ameliyat geçirenler, yaşlılar, ishal halinde olanlar için ılık su kullanmak daha iyidir.

Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına abdest için ılık su tavsiye ederdi. Bu tavsiye avam için değil, yüksek manevi mertebelere ulaşan ve düşük ruh mertebelerine ait yıkıcı ve kronik hastalıklardan kurtulanlar içindir. Tıpkı soğan ve sarımsak yememe tavsiyesi gibi.

Misvak 

Misvak, Akupunktur noktaları vasıtasıyla, diş etlerine 28 sinirle bağlanan beynin, 5 duyu organı ve sinüslerin, kasların, iç organların ve ayrıca üreme organlarının işlevini dengeler. Misvak kaslardaki ağrıyı azaltır, diş eti hastalıklarını ve diş çürümesini önler, ağızdaki zararlı mikropları öldürür. Düzenli misvak kullanan insan akıl sağlığını ve hafıza kuvvetini son nefesine kadar korur. Misvağın etkisi kullanıldıktan sonra 48 saat boyunca devam eder.

Kaynak:  Dr.Aidin Salih, Gerçek Tıp, İstanbul 2008, Syf: 116-120

Karınca'nın Hikâyesi

11:29:00 Posted by Mücahid Reis

Vaktiyle bir karınca varmış. Küçüklüğünde başına bir kaza gelmiş, ayağı kırılmış. Zavallıcık topal kalmış.
Ama gece demez, gündüz demez çalışırmış. Diğer arkadaşları gibi yuva yaparmış. Yuvasına kışlık yiyecek biriktirirmiş.

Günlerden bir gün insanların Kabe'ye gidip Hacı ol­duklarını Öğrenmiş. Karınca kabilesinin reisine niçin Hacca gidildiğini sormuş. Reis bilgiç bilgiç başını salla­mış:

— Hâlâ öğrenemedin mi? demiş. Hacca gitmek zengin Müslümanlara farzdır. Allah'ın emridir. Suudi Arabis­tan'ın Mekke şehrinde bulunan Kabe'yi ziyaret ederler. Arafat Dağı'nda vakfeye dururlar. Böylece Hacı olup dö­nerler.

Topal karıncayı almış bir düşünce:

— Acaba ben gidemez miyim? diye, günlerce düşün­müş.

Yemeden içmeden kesilmiş. Hacca gitme fikri rüyaları­na bile girmiş. O kadar istiyormuş ki her gün yaşlı karın­calara Kabe'nin nasıl bir yer olduğunu soruyormuş. Ama

gören yokmuş. Çünkü o zamana kadar hiç bir karınca­nın aklına Hacca gidip Hacı Karınca olmak gelmemiş.

Sonunda topal karıncanın sorularından bıkıp usan­mışlar:

— Amma sordun, diye kızmışlar. Ne o, yoksa hacı ol­maya mı karar verdin?

Bir şey söylememiş. Fakat içinden: "Evet" demiş. "Hacca gidip Kabe'yi ziyaret edeceğim ve hacı olacağım."

Bir gün eşyalarını sırtına vurduğu gibi yola koyulmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş gece gitmiş, gündüz gitmiş... Yü­rüdükçe kırık bacağı daha beter ağrımaya başlamış. Ni­hayet dayanamayacağını anlamış ama vazgeçmek de is­tememiş.

Topallaya topallaya yürümesi bir çöl faresinin dikkati­ni çekmiş. Acımış haline.

— Zavallı dostum, böyle nereye gitmektesin? diye sor­muş.

Karıncacık durmuş, yüzünde biriken boncuk boncuk teri silmiş ve ciddi ciddi cevap vermiş:

— Hacca gidiyorum kardeşim. Çöl faresi şaşırmış:

— Bu topal ayağınla, şu zayıf halinle ve yorgunluğun­la nasıl hacca gidebilirsin ki? Topal karınca boynunu bükmüş:

— Olsun, demiş. Gidemesem bile hac yolunda ölürüm ya...

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 66

25 Ekim 2015 Pazar

KARŞISINA ÇIKAN LEŞ

14:13:00 Posted by Mücahid Reis


Bir peygamber bir gece şöyle bir rüya gördü:

Rüyasında kendisine denildi ki; Sabahleyin çıkan ilk şeyi ye; ikinci şeyi sakla; üçüncü şeyi kabul et; dördüncü şeyi meyus etme ve beşinci şeyden de kaç, uzak dur”

Sabah olunca karşısına çıkan ilk şey yüksek bir dağ olunca önce biraz tereddüt ederek ne yapacağını şaşırdı. İçinden “Nasıl olur? Rabbim bunu yememi emretti” dedi. Fakat daha sonra “Allah bana yapamayacağım şeyi emretmez” diyerek yemek kasdıyla dağa doğru yürümeye başladı. Fakat dağa yaklaştığında küçüldüğünü , iyice yanına varınca da baldan tatlı bir lokma haline geldiğini görerek onu yiyiverdi ve arkasından da Allah’a hamdetti.

Bir süre yürüdükten sonra karşısına bir altın tas çıktı. “Bana bunu saklamam emredilmişti” diyerek altın tası yerde kazdığı yere gömdü. Fakat biraz ilerledikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın yine meydana çıktığını gördü. Bunun üzerine geri dönüp onu yeniden gömdü. Aynı şeyi iki veya üç defa yapmak zorunda kaldığı halde biraz yürüdükten sonra geri dönüp bakınca altın tasın yine meydana çıktığını gördü. Fakat “ben Rabbimin emrini yerine getirdim” diyerek artık geri dönmedi.

Biraz daha yürüyünce bir kuşla karşılaştı. Kuşu bir doğan kovalıyor ve yakalamaya çalışıyordu. Bu yüzden kuş kendisine “ey Allah’ın peygamberi beni kurtar dedi”. O da kuşun dileğini kabul ederek onu yerine koyup sakladı. Fakat az sonra doğan karşısına dikilerek “ey Allah’ın peygamberi, karnım acıkmıştı, onun için sabahtan beri bu kuşu kovalıyordum ve az önce onu yakalamak üzereydim. Beni rızkımdan ümitsiz bırakma” dedi. Doğanın bu sözleri karşısında peygamber ne yapacağını şaşırdı. İçinden “karşılaştığım üçüncü şeyi kabul etmem emredilmişti, ettim. Karşılaşacağım dördüncü şeyi de hayal kırıklığına uğratmamam emredildi. Karşıma çıkan dördüncü şey bu doğan olduğuna göre şimdi ne yapayım?” diye içinden geçirdi. Bir süre düşündükten sonra bıçağı eline alıp kendi budundan bir parça keserek doğana doğru attı. Doğan da kendisine atılan eti kaparak uçup gitti. Arkasından yeninde sakladığı kuşu da salıverdi.

Yoluna bir süre daha devam edince karşısına beşinci olarak bir leş çıktı. Peygamber almış olduğu emir uyarınca bu leşten hızla uzaklaştı:

Gece olunca “ya Rabbi, bana emrettiklerini yaptım. Şimdi bana bunların mahiyetlerini açıkla” diye dua ederek uykuya daldı. Bunun üzerine rüyasında kedisine şöyle dendi:

- İlk karşına çıkıp da yediğin şey: öfkedir. O işin başında dağ gibidir, fakat sabrederek baskı altına alınca baldan tatlı olur

İkinci karşılaştığın şey, iyi ameldir. Onu ne kadar saklarsan sakla, yine açığa çıkar.

Üçüncü karşılaştığın şeyin manası şudur: Sana emanet edilen şeye hıyanet etmemelisin.

Dördüncü olarak karşılaştığın şey: sana biri senden bir şey isteyince onun dileğini yerine getirmeye çalışman gerektiğini, bu yolda gerekirse muhtaç olduğun bir şeyi bile feda etmen icap ettiğini hatırlatmak içindi.

Beşinci olarak karşılaştığın şey, gıybettir. Başkaları hakkında gıybet edenlerden uzak dur.”

Kaynak: Ebu'l Leys es-Semerkandî Tenbih-ül Gafilin, s:163-164

Çobanın Aşkı

10:00:00 Posted by Mücahid Reis

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: 

- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kar etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim…

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.

- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.

İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.

Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:

- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?

- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.

İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…

Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:

- şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah …

Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.

Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah…

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekana bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:

- Hünkarım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.

Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:

- Neden kerimenizin nikahını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Ã…a¿aşırma sırası padişaha gelmişti.

- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?

Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.

Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;

- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.

Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.

Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.

- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı alinize layık değil belki, ama lütfeder nikahınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:

- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:

- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?

Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim…

Kaynak: Semerkand Dergisi, Ağustos 2005
Serdar Tuncer

Dolmuş

07:46:00 Posted by Mücahid Reis


Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.

Yanına sokularak:

— Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?

Sıcak bir tebessümle:

— Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.

— Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.

Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.

— Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.

Saatime baktıktan sonra:

— 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.

Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.

İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:

— İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?

Ön koltukta oturanı:

— Hak istiyorsan Hakkâri’ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.

Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.

Sakinleşmeye çalışarak:

— Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.

Bu defa şoför lâfa karışıp-,

— Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.

Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.
5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı.

Şoför:

— Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.

Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:

— Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.

Heyecanla:

— Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?

— Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.

Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla bir-şeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.

Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:

— Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye’nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla...

(Cüneyd Suavi Zafer Dergisi)

15 Ekim 2015 Perşembe

Şoför

23:30:00 Posted by Mücahid Reis

İran- Irak Savaşında kaybettiği kocasının biriktirmiş olduğu imkânları da çoktan tüketmiş, bir gün aç, bir gün tok yaşar hale gelmişlerdi. Kendi neyse de geride kalan üç çocuk yokluk bilmiyor, acıkınca feryadı basıyorlardı.


Kerkük'ün sokaklarında ise sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı?..

İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:

– Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum...

Beklenmedik bir anda gelen bu Allah rızası için yardım talebi zaten kıt kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı,

Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına. Ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksisinin dört lastiği de eskimişti. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da devamlı ikaz etmekten geri kal­mıyordu:

-  Ne zaman değiştireceksin bu lâstikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle? diye korku içinde bekliyorum. O an için nefsi ve şeytanı birlik olup vesvese vermeye başladılar:

-  Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek du­rumda değilsin. Bas gaza, git yoluna. Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:

- Para dediğin şey böyle gün için lâzım olur. Belli olmaz. Allah'ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muh­taç hanıma vermelisin. Tam yeridir!

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki parayı tümüyle uzatarak:

-  Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler yaratır demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken, kadının:

-  Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihti­yacını karşılasın., duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruya yine muhatap oldu:

- Hâlâ değiştirmemişsin arabanın lâstiklerini? Adam, hiçbir şey hissettirmeden:

-  Bir lâstikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek., diyerek geçiştirdi.

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam ettiği için bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, bu defa ne diyeceğim diye düşünürken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı.

Hanım bu defa kendisine adres yazılı bir kâğıt uzatmış, sonra da şöyle demişti:

- Bugün lâstikçi geldi, şu adresi verdi. Yarın bana gelsin lâstiklerini değiştireceğim, deyip gitti. Al bu adresi, dedi.

Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lâstikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi.

ilk işi kâğıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamir­ciyi hayatında hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kâğıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:

-  Sen o musun, deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

- Tam üç gündür Resûlullah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, "şu adresteki şoförün lâstiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol" buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir İyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki, Resûlullah Aleyhisselam üç gündür beni İkaz ediyor, senin lâstiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s.50

Un Haline Dönen Kum Taneleri

16:00:00 Posted by Mücahid Reis


Allah erenlerinden Dinar oğlu Malik devrinde iki kardeş yaşamaktadır. Bu iki kardeşten biri yetmiş, diğeri de tam otuzbeş yıl ateşe taparak hiçbir muratlarına kavuşamadığını anlayan küçük kardeş bir gün ağabeyine dert yanar, der ki: "Ağabeyciğim!... Bu kadar yıldır ateşi ilah bilerek ona tapındık. Fakat bakıyorum ki hiçbir dileğimize erişemedik. O yüzden bende ateşin ilah olmadığına dair bir şüphe uyandı. Bu şüphemde haklı olup olmadığımı araştırmak için seninle bir denemeye girişelim. Eğer ateş başkalarını yaktığı gibi bizi de yakarsa, kendisine bir daha asla tapınmayalım. Yok eğer yakmazsa ölünceye kadar ilahlığına iman ederek ibadetten geri durmayalım."

Bu karardan sonra iki kardeş bir ateş yakarlar. Küçüğün büyüğüne "Ateşe ilk önce elimizi hangimiz uzatacağız. Sen mi yoksa ben mi?" diye sorar. Ağabeyi, "Sen uzatacaksın" deyince küçük kardeş elini hemen ateşe yaklaştırır. Bakar ki ateş elini yakıyor, hemen çeker. Ardından da "Ey ateş!..." der "yazıklar olsun sana! Bunca yıldır seni ilah bildim ve o yüzden de sana taptım. Ağabeyine der ki: gel buna tapınmaktan vazgeçelim" diye yalvarıp yakarır. Fakat ağabeyi bir türlü vazgeçmez ve ateşe tapmaya devam eder.

Ağabeyi devam ededursun. Küçük kardeş bu denemeden sonra ateşe tapmaktan vazgeçer Müslüman olmaya azmeder ve doğruca devrin büyük ermişlerinden Dinar oğlu Malik'e başvurur. O anda Malik de oturmuş halka vaaz vermektedir. Vaazını bitirdikten sonra başından geçenleri bir bir kendisine anlatır ve ben Müslüman olacağım der.

Bunun üzerine Malik ateşperest adamı karşına oturtarak Kelime-i Şehadet getirttikten sonra kendisine İslam'ın şartlarını ve bütün umumi prensiplerini bir bir izah eder. Yanında bulunan ailesi de İslam'a girince orada bulunan halk, bu her iki ateşperestin imana gelişini sevinç gözyaşları arasında kutlarlar. Ardından da biraz aramızda kalın da, aramızda size biraz öteberi toplıyalım dediler. Fakat yeni imana gelen adam ben dinimi dünyalık hiçbir şeye satmam diyerek asla bir şey kabul etmeyeceğini belirtiyordu.
Daha sonra ailesini alarak şehrin kıyı mahallelerinden virane bir eve yerleştiler. Ne yiyecek, ne de içecek bir şeyleri yoktu. O gece Allah'a ibadet ve taat ederek sabahladılar.

Güneş doğup yeryüzüne ışıklarını yaymaya başlayınca günlük ekmek parasını kazanmak için bir iş bulup çalışmak gerekiyordu. Çünkü yaşamak için yemek, yemek için de çalışmak şarttı. Bu düşünceye daha ziyade kendini kaptıran kadındı. Yeni imana gelmiş bulunan adamın ise yemek içmek gibi bir dert umrunda bile değildi. Onun tek düşüncesi kainatın ortaksız yaratıcısı olan Allah'a biraz daha fazla ibadet edebilmekti. Bu yüzden de kendisini ibadetten alıkoyan her şeye düşman kesilmişti. Bu ekmek parası için çalışmak mecburiyeti olsa bile.

Fakat yine de muhakkak ki ekmek parasını kazanmak için çalışmak gerekiyordu. Nitekim hanımı durumu açarak taşı gediğine koydu. "Bey efendi!" dedi. "Bugün şehre inin de belki bir iş bulup çalışırsınız. İnşaallah akşama kadar günlük nafakamızı kazanmış olarak dönersiniz." Bu ikaz karşısında kendisini toplayan adam şehre inip münasip bir iş aramaya koyuldu. Birçok kapı çalıp iş aradı, fakat ekmek parasını kazanacak bir iş bulamadı. Ama her nedense buna pek üzülmüyordu. Zaten bütün dileği Allah'a amelelik etmekti. Onun için Camilerden birine kapanarak akşama kadar bol bol Allah'a ibadete daldı.

Akşam olunca kendi namına Allah'a bol bol ibadet etme fırsatını bulduğundan dolayı sevinç, karısının karşısına da eli boş çıkacağı için de üzüntü içinde karışık duygularla döndü. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra selam verip bir köşeye oturdu. Karısına da bütün gün çalıştığını fakat ücretlerini yarın alacağını ifade etti. Karı-koca geceyi aç açına ibadet ederek geçirdiler.

Sabah olunca tekrar iş bulmak için şehre inen adam ne yaptıysa yine bir türlü ekmek parasını kazanacak bir iş bulamadı. Bulamadı diye üzülecek değildi ya. Camiye girerek akşama dek bol bol Allah'a ibadet etti. O, sadece Allah'ına çalışıyordu. Tek üzüntüsü karısıydı. Zavallı kadıncağız artık açlığının son haddine gelmişti.

Akşam olunca yine eli boş olarak eve döndü ve karısına aynı mazereti uydurdu. Böylece o geceyi de aç olarak geçirdiler. Ertesi gün, günlerden Cuma idi. Cuma günü de hafta tatili dolayısıyla bütün iş yerleri kapalıydı. Onun için herhangi bir iş bulup da çalışmaya imkan yoktu. En iyisi camiye gidip Cuma namazı kılmaktı.
Eski ateşperest, yeni mü'min de aynı şeyi yaptı. Cuma vakti gelince doğruca camiye gidip iki rekat Cuma namazını gönül huzuruyla kıldı. Ardından da ellerini göğe doğru açarak Allah'a yalvarıp yakarmaya başladı. "Ey Rabbim!.." diyordu. "İslam dinin ve bu Cuma gününün yüzü suyu hürmetine gönlümden ailemin geçim sıkıntısını at. Çünkü bir iş bulup çalışamadığım için aileme karşı mahcubum. Korkarım ki açlıkları daha fazla sürerse ağabeyimin dinine dönerler."
Adam Cuma vakti camide dua ededursun. O sırada şehrin kenarında bulunan virane evinin kapısına biri gelerek kapıyı çalar. Karısı kapıyı açtığında bakar ki karşısında yakışıklı bir genç durmaktadır. Elinde mendille örtülü bir tabak bulunan genç tabağı kadına uzatırken "Bunu alınız ve kocanıza da bunun bu Cuma Allah (c.c.) için yaptığı ameleliğin ücreti olduğunu söyleyin. Çünkü böyle bir günde azıcık çalışmanın Allah (c.c.) katında ücreti çok büyüktür" der.

Kadın hemen tabağı alıp üzerindeki mendili açınca ne görsün ki! Tabağın içinde çil çil bin tane altın. Altınlardan birini alarak hemen çarşıya çıkıp bir sarrafa götürür. Sarraf altını daha eline alır almaz şaşırıp kalır. Hele tartıya koyunca hayreti büsbütün artar. Altın bildiğimiz altınlardan değildir. Hem çok ağır basmakta, hem de üzerindeki nakışlarından başka bir dünyaya ait olduğu anlaşılmaktadır.

Hayretini yenmek için kadına altını nereden bulduğunu soran sarraf hikayeyi olduğu gibi dinleyince durumu hemen kavrar ve kadına "Ben de Müslüman olacağım. Bana İslamiyeti öğretir misiniz?" der. Ardından da Müslümanlığı kabul ederek kadına bin tane dünyalık altın hediye eder.

Öbür yandan genç Cuma namazını kılmış eve dönmektedir. Yine her zamanki gibi eli boş olduğu için, bu defa mendilini kumla doldurarak yiyecek bir şeyler getiriyormuş gibi yapar içinden de "Eğer karım ne iş yaptın dese, size un getirdim, diye cevap veririm" düşüncesini geçirir. Bu düşünceler içinde boynu bükük ve mahzun mahzun kapıya gelir. Tam bu sırada içeriden etrafa yemek kokularının yayıldığını farkederek elindeki kumla dolu mendili kapının dibine bırakıp sevinçli içeri girer.

Hoş beşten sonra karısından durumu sorup öğrenir. Ardından da sevinç gözyaşları içinde yüce Allah'a şükür secdesine kapanır. Bu arada kapıya çıkan karısı kum dolu mendili görüp de eline alınca bakar ki içi unla dolup taşmaktadır. Kocasının unu neden içeri getirmediğini sorunca o da durumu öğrenerek şükür secdesine kapanır.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi Cuma namazının faziletinden mahrum bırakmasın, amin... - Zübdetül Vaizin -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 190-197

EŞEĞİNİ KAYBEDEN KÖYLÜ VE CUMA NAMAZI

13:52:00 Posted by Mücahid Reis


Adamın biri bir gün eşeğine buğday yükleyerek değirmene varır. Eşeğin sırtındaki buğday çuvallarını indirir indirmez eşek kaçar ve kaybolur. Adam eşeğin peşine düşerek aramaya koyulsa Cuma namazını kaçıracaktır.

Tam bu sıkışık anda adamın tarla komşusu çıkagelir ve der ki, "Bugün sulama sırası senindir; hemen git; nöbetini kullanarak toprağına su ver. Sıranı kaçırırsan bir daha nöbet sana gelinceye kadar tarlanı sulayamazsın." Adam, Cuma namazını kaçırmamak için kaybolmuş eşeğini aramaktan vazgeçmişken bu defa da başına tarla sulama derdi çıkar. Dünyalık geçim bakımından işlerin her ikisi de biri birinden mühimdir. Eşeğin peşine düşmezse hayvancağız tamamen kaybolabilir; ya da canavarların birine yem olur. Halbuki köylü eşeksiz geçinemez. Öteye beriye yüklerini kim taşıyacak ve neyin sırtına binerek yolculuğa çıkacak?

Tarla, zamanında ve düzgün aralıklarla sulanmadığı taktirde o yılki ekinler ya noksan olur. Ya da hiç olmaz. Bu da bir köylü için bütün ev halkının o yıl açlıkla karşı karşıya kalması demektir. Ayrıca buğday çuvalları da değirmende kalmaktadır. Adamın sırasını bekleyip ekini öğütmesi ve onu evine götürmesi lazımdır ki karısı öğle yemeğine ekmek pişirebilsin.

Adam işlerin hangisine koşayım diye düşünüp dururken Cuma namazının vakti gelip çatar. Hemen hatırına varlıkların biricik sahibi Allah'ın kesin emri gelir. "Cuma ezanı okunduğu zaman, dünyalık işlerinizi bırakarak Allah'a ibadet etmeye koşunuz. Cumadan çıktıktan sonra işlerinize dağılarak helal yollardan geçiminizin peşine düşünüz." Adam şöyle düşünür: "Az sonra yüce Allah'ın kesin emri beni ibadet yerine çağıracaktır. Şu anda kafamı yoran dünyalık nimetlerle birlikte daha nice nimeti bana veren O değil midir? Üstün ve ortaksız bir gücün sahibi olarak, O verdiği nimetleri istediği anda geri alıp kulu çaresizlik içinde çırıl çıplak bırakacağı gibi elden kaçar gibi olan nimetleri tekrar kulunun eline ve emrine veremez mi? O halde tamam, herşey ne olursa olsun; ben Cuma namazına gidiyorum." Bu kesin karardan sonra saydığımız bütün sıkışık işlerini yüzüstü bırakarak camiye koşar. Dünya işlerinin kafa yoran düşüncelerinden sıyrılarak Allah'ın evine gider.

Hatibin okuduğu hutbeyi can kulağıyla dinlerken, hafta içinde yaptığı günahları bir bir aklından geçirir; daha önceki Cuma namazından çıkarken artık günah işlemeyeceğine gönülden söz verdiği halde sözünü tutamayarak yaptığı dine aykırı hareketlerden ötürü yüreğinde derin bir pişmanlık duyar. Esirgeyen ve bağışlayan Allah'dan, her adımını O'nun emrine uygun şekilde atamadığı için samimi bir utanç duyar.

Pişmanlık ve utancının manevi gözyaşları ile gönlünü karartan günah pasları silinir. Kalbinin bir hafta önceki o tatlı rahatlığa ve Allah (c.c.) huzurunda teslim olmuşluğa tekrar büründüğünü hisseder ve sevinir. Fakat bu sevincin yanında "ya ibadetlerimi yüce Allah (c.c.) kabul etmezse; ya farkında olmadan ağır şekilde Allah'ı gücendirecek bir günah işliyor ve Allah'ın yaygın esirgeciliğini kendimden uzaklaştırıyorsam" diye içinde bir korku ve endişenin kıpırdadığı duyar. Sonra aklında gelir ki iyi bir mü'min zaten her an Allah'ın rahmetine güvenecek hem de O'nun korkusunu hiçbir an gönlünden çıkarmayacak, bu iki duyguyu aynı anda taşıyarak kendini yolun doğrusu üzerinde tutacaktır.

O halde bu korkulu ve aynı zamanda ümitli hali temiz bir mü'minin özlenen halidir. Sağlam bir mü'mine yakışır duygu ve düşünceler taşıdığına ayrıca sevinir. Allah'ın öz evinde O'na bağlılıkların en samimisini sunarak Cuma namazını kıldıktan ve arınmış bir gönülle ibadet evinden çıktıktan sonra adam, evine varır.

Bir de ne görsün!... Namazdan önce kafasını yoran ve neredeyse Cumayı kaçırmasına sebep olmak üzere bulunan bütün işler, adeta kendiliğinden oluvermiştir. Eşeği eve dönmüş, buğday öğütülmüş, tarlası da sulanmıştır. Yemek pişirip taze ekmek hazırlayan karısı sofrayı kurmuş kocasının camiden dönmesini beklemekteydi. Karısına "bu işler nasıl yoluna girdiğinden dolayı içinde katmerli sevinç duyar, ve karısı olanları anlatır; adamın birisi değirmene gitmişti, kendisinin sanarak bizim buğdayları öğütmüş, çuvalları evine getirince yanlışlık yaptığını anlamış ve bize göndermiş. Eşek az önce kendiliğinden dönerek eve geldi. Komşunun tarlasını doldurup taşan su, bizim tarlaya akarak toprağımızı sulamış ve işte işler gördüğün gibi yoluna girmiş."

Adam bir yandan Allah'a karşı, mü'min kalabalığı ile birlikte samimi kulluk borcunu yerine getirip gönül rahatlığına kavuştuğundan ötürü öte yandan namaz öncesi canını sıkan işler, zincirlemesine kendiliğinden yoluna girdiğinden dolayı ayrıca katmerli sevinç duyar, kullarının her işini yoluna koyan yüce Allah'a şükürler ederek karısı ve çoluk çocuğu ile birlikte sofraya oturur.

Yüce Allah (c.c.) hepimizi dünyalık işleri uğruna dini vazifelerini ihmal etmemeyi beceren ve böylelikle her iki dünyada mes'ut olan kullarından eylesin, amin!...

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 181-185

Her Cuma Kazancını Ölmüşlerine Bağışlıyordu

11:29:00 Posted by Mücahid Reis


Çok parası yoktu. Bunun için ölmüşlerine hayır yapa­mıyor, sevap bağışlayamıyordu. Halbuki, ölen akrabala­rının kendisinden hediye beklediklerini biliyordu. Öl­müşler dirilerden mutlaka sevap hediyesi beklerdi. Dü­şündü, taşındı, nihayet kararını verdi:

— Bundan sonra cuma günlerimin kazancını ölmüşle­rime tahsis edeceğim. Ne elime geçerse onunla hayır işle­yip sevabını geçmişlerime bağışlayacağım.

Gariptir ki kararından sonra cuma günkü işleri açıldı, alıp sattığı şeylerden iyi kazanç elde etti. Akşamlan yoksulların evleri önünden geçiyor, rastladığı çocuklara parayı veriyor, bazan da aldığı giyim eşyasını gönderiyor­du.

Yine bir cuma günü, sabahın erken saatinde iş yerini açmış, müşteri beklemeye başlamıştı. Saatler geçti, gelip giden olmadı. Öğleyin cumayı kılıp tekrar iş yerine geldi, yine müşterinin geldiği görülmedi. O gün eline tek kuruş geçmemiş, ölmüşlerine bir sevap bağışlayamamıştı. İkin­di namazını kıldığı caminin imamına üzüntü ile sordu:

— Muhterem hocam, ben bu cuma hiçbir şey kazana­madım, geçmişlerime hiçbir hediyem olmadı. Şimdi dükkânı kapayıp evime gidiyorum. Ölmüşlerim de böyle­ce bu cuma mahzun bekliyorlar. Ne yapayım?

Hoca Efendi, önce düşündü, sonra şu tavsiyeyi yaptı:

— Şimdi yaz mevsimidir, şurada burada kavun kar­puz kabuklan atılmış vaziyette görünmektedir. Sen bun­ları topla, hiç olmazsa aç kalmış hayvanlara ver, onların karınlarını doyur. Bu saatten sonra yapacak başka hayır bilmiyorum.

Genç, Hoca Efendinin tavsiyesine uydu, topladığı kavun, karpuz kabuklanın sokaklarda, boş arsalarda geze­rek karnını doyuramayan hayvanlara verdi, evine bun­dan sonra gitti.

O gece rüyasında vefat etmiş akraba ve dostlarını gör­dü. Her biri kendisine sevgi ve hürmetle baktıkları halde, kendisi onlara utancından bakamıyor ve şöyle diyordu:

— Kusuruma bakmayın, bu cuma sizlere hediye gön­deremedim.

Hepsi birden cevap verdiler:

— Biz senin hediyeni aldık. Hem de en çok ihtiyacımız olan hediyeydi gönderdiğin.

Şaşırdı:

— Nasıl bir hediye aldınız ki?

— Kavun, karpuz göndermişsin. Sıcaktan bunaldığı­mız bir zamanda, dilimiz, damağımız kurumuş halde iken bize kavunlar, karpuzlar verdiler. Biz de iştiha ile yedik, hem serinledik, hem de susuzluğumuz gitti. Sağ ol. Anlaşılan, kavun karpuz kabuklan, kavun karpuzun kendisini vermiş gibi sevaba vesile olmuş, makbûliyet kazanmıştı.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 135

Bu salâ kime?

02:00:00 Posted by Mücahid Reis

Yıllar önce, köyün birine bir imam görevlendirilmişti. İmam gençti ve yeni evliydi. Gayretli ve çalışkandı. İnsanları namazla buluşturmak için çaba sarf eden samimi bir insandı. Fakat ne kadar çabalasa da köyün erkeklerini camiye, cemaate çekmeyi başaramamıştı.
Belki de yazın yoğun dönemi olduğu için Cuma haricinde insanlar gitmiyordu. Kapı kapı dolaştı, olmadı. İşlerinde yardımcı olmayı teklif etti, olmadı. Namazın hikmetlerinden bahsetti, yine olmadı. Bir sabah köy, salâ sesiyle uyandı.
Herkes merakla kimin öldüğünü soruyor; ama kimse bilmiyordu. Tarlaya, bağa, bahçeye gitmeye hazırlanan köylü, soluğu camide aldı.
Herkes imamın salâyı bitirip çıkmasını bekliyordu. Nihayet imam gözüktü. Biri atıldı hemen:
- Hoca! Kim öldü Allah aşkına? Kimsenin haberi yok, ismini de söylemedin. O zamana kadar cemaati kapıda göremeyen imam, öfkeyle bağırdı:
- Kim olacak! Sizin ruhunuz ölmüş, onun için okudum salâyı. Şayet ölmemiş olsaydı, dört aydır buradayım, sabah namazına bir tek Allah’ın kulu gelip de saf tutmadı. Ruhunuza Fatihâ okuyun, ruhunuza!
Kimseye bakmadan geçti gitti imam. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Köy halkı, bu hâdiseden çok etkilendi. Sabah namazına da, diğer vakit namazlarına da devam edenler yavaş yavaş çoğaldı.
Kaynak: Anonim

14 Ekim 2015 Çarşamba

On Birinci Gün

12:25:00 Posted by Mücahid Reis No comments


YAŞLI ADAM, son demlerini yaşıyordu. İhtiyarlık derdine, bir de ağır hastalık eklenmişti. Kendisiyle ilgilenen kişiler, ona iyi olduğunu söylüyorlardı ama, ciğerleri parça parça dağılıyordu sanki, her öksürüşte.

Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.

İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.

Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını.

Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan.

Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:

— Günahların için tövbe ettin mi?

— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar boyu af diledim Allah’tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.

— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.

Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.

Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler.

Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah’tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü. — Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.

On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru.

Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı.

Peki ya daha sonra?

Küçüklüğünden beri, “Allah Kerim!.” diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi.

Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi.

Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü.

Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!.

Kaynak: Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikayeler Zafer Dergisi Mart 2007

13 Ekim 2015 Salı

Besmele Çekmenin Faydaları

13:45:00 Posted by Mücahid Reis
Birbiriyle dost olan iki şeytan, aradan uzun za­man geçtikten sonra, bir gün ansızın karşılaşmışlar. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakarak bîri diğerine şu su­âli sormuş: 

—"Arkadaş, ben seni tanıyamadım, nedir bu halin, çok zayıflamışsın, eskiden bu kadar zayıf de­ğildin, bir derdin mi var?" demiş. Zayıf şeytan:

-"Hiç sorma arkadaş! Öyle bir derde düştüm ki, sorma. Bir adamın peşine takıldım. Bu adamdan ya­kamı bir türlü kurtaramadım. Bu adam, her işinde "BESMELE" çekiyor."

—Yemesinde, içmesinde, yatmasında, kalkmasında hep "Bismilâhirahmânirrahim" diyerek "BESMELE" çekiyor.

-"Günlerdir açım. Tam onun sofrasına geliyo­rum. Yemek yiyeceğim. Adam "BESMELE" çekip ye­meğe başlıyor. Ben artık oradan bir lokma alamadan kalkıyor aç kalıyorum."

—"İşte bunun için eridim. Bittim. Günlerdir açım" dedi. "Başka birinin peşine de gidemedim bu adamdan ayrılarak."

—"Sen, ya sen nasıl bu kadar şişmanlamışsın? Az kalsın seni tanıyamayacaktım! Bu şişmanlığın sebebi nedir?" dedi. Şişman şeytan şu cevabı verdi:

-"Arkadaş! Ben de, senin tam tersine bir adama düştüm ki, herif ne haram diyor, ne helâl diyor. Öyle bir haramzâdeki hak, hukuk nedir bilmiyor. Midesini hep haramla doldurmuş. Ben de bu herifin peşine ta­kıldım. Herif "Besmele" nedir bilmiyor."

- Aklına hiç bir zaman "Besmele" çekmek gel­mediği gibi, herif zâten "Besmele" nasıl çekilir (oku­nur) bilmiyor bile!..

— "Ben de bol bol adamın yemeklerinden yiyip, rahat rahat göbek şişirmekte ve ense yapmaktayım. Ensemin kilise direği gibi oluşu, göbeğimin davul gibi şişişinin sebebi budur..." demiş. [1]

Cânü Gönülden "Bismillah" Desen Deniz Yol Olur.

Vaktiyle Eminönü civarında ayakkabı tamirciliği (eskici) yapan fakir (çok az gelirli) kanaatkar bir zât varmış. Bu zât günlük kazancıyla geçinir ve son dere­ce helâl kazançla evine yiyecek-içecek götürürmüş.

Bir gün bu zât, Eminönü'ndeki Yeni Câmi'de na­mazdan sonra vaaz dinler. Kürsüde vaaz veren hoca efendi, va'zında "Her kim cân-ü gönülden, inanarak (Bismilâhirahmânirrahim) dese ve deniz üzerin­den yürüse deniz yol olur. Allâhü Teâlâ kuvvet ve kudret sahibidir. Kendisine kalbden bağlı olanlara yardım eder. Lutf ve ihsanda bulunur" der.

Bu vaazı kendinden geçerek, cân-ü gönülden din­leyen eskici zât akşam olunca kulübesini kapatır. Evine gitmek üzere Sarayburnu'na gelir. Evi de Üskü­dar'da imiş. Üsküdar'da otururmuş. Ve " Bismilâhirahmânirrahim " diyerek adımını denize atmış. Yürüyerek evine varmış. Kapıyı çalmış. Hanımı kapıyı açmış. Karşısında kocasını görünce: Hayrola efen­di. Bugün erken geldin der. Adam olanları anlatır.

—"Aman efendi" der. O hoca efendiyi yarın evi­mize davet et. Akşam üzeri hoca efendiyle beraber gelin. Sakın ha unutma diye rica eder.

Ayakkabı tamirciliği yapan zât, ertesi gün hoca efendinin vâzunasihatını dinledikten sonra hoca­nın elini öper. Ve hocam sizden bir ricam olacak, ka­bul buyurulur mu? der. Hoca efendi: "Hay hay evlâd başımın üstüne" der. Sağlam inançlı, işi (ameli) temiz saf Müslüman eskici zât:

—Efendim, bu akşam yemeğini bizim fakir-hâ-nede lütfeder misiniz? Refikam (hanımım) çok rica istirham etti. "Mutlaka Hoca efendiyi bu akşam getir bir fakir çorbası içirelim. Elini öpüp duasını alalım" dedi der.

Hoca efendi ile beraber Sarayburnu'na (Gülhane parkının köşesine) gelirler. Haydi bakalım hoca efen­di; " Bismilâhirahmânirrahim " der adımını denize atar. Ayakkabı tamircisi hiç sağına soluna bakmadan hem yürür, hem de: Hocam Allah sizden razı (hoşnut) olsun. Bu duayı öğrettiniz de kolayca evime gidip gelebiliyorum. Ayrıca Üsküdar'a geçerken kayığa verdi­ğim para da bize kalıyor diyerek hocaya dua ve teşek­kür ederek denizden Kızkulesine doğru yaklaşır. Ho­ca efendiden ses gelmeyince, arkasına dönüp bakar. Bir de ne görsün; hoca efendi sahilde bekliyor. Ayak­kabı tamircisi zât: Aman hocam! Niye bekliyorsu­nuz? Buyursanıza. Hoca efendi Ayakkabı tamircisine el ederek: Gel gel der. Adamcağız geri gelir. Acaba hoca efendi gitmekten vaz mı geçti? diye korkarak:

—Aman hocam elini ayağını öpeyim! Neden bu­yur muyorsunuz? Bu duayı dün siz söylediniz. Sizden öğrendim: "Besmelenin faziletini" Siz dediniz. Kim ki, kalpten inanarak: " Bismilâhirahmânirrahim " dese deniz yol olur demiştiniz der. Hoca efendi;

— Evet, evlâd! Ben dedim. Ve hem de dediğim gibi­dir. Fakat buraya gelince mel'un şeytan beni aldattı. Ansızın: Acaba?., dedim. Acaba demeden adımımı atıp seninle yürüseydim, seninle gelirdim. Ama artık sen­deki sağlam imân bende yok. Bir kere şüphe (kuşku) girdi içime. Acaba dedim. Artık gelemem batarım dedi. [2]

Kaynak:[1] Yusuf Tavaslı "Dini Hikayeler" s:170 [2] Yusuf Tavaslı "Dini Hikayeler" s:172