Faydalı Paylaşımlar..

27 Ağustos 2015 Perşembe

Kaderden Kaçmak

10:55:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir gün adamın birisi koşarak Hz. Süleyman'ın (a. s) huzuruna girdi. Adam tir tir titriyordu. Yüzü sararmış, dudakları morarmıştı. Hz. Süleyman:

- Ne oldu sana, bu halin nedir? dedi. Adam soluk soluğa cevap verdi:

- Azrail bana çok tuhaf bir nazarla, hatta hışımla baktı. îçime tarifsiz bir korku düştü. Sizin adaletinize sığındım, de­di.

- Peki, benden ne istiyorsun? dedi Süleyman (a.s).

- Ey adil padişah. Rüzgara emret, beni Hindistan'da bir aday a bıraksın. Belki orada Azrail'in hışmından canımı kur­tarırım, dedi adam.

Hz. Süleyman rüzgara emretti ve rüzgar da adamı Hin­distan'da bir aday a götürdü.

Ertesi gün Hz. Süleyman divan vaktinde halkı kabul eder­ken Azrail çıkageldi. Hz. Süleyman, bir gün evvelki hadise­yi, adama niçin hışımla baktığım sordu. Azrail:

- Ey Allah'ın şanı yüce peygamberi. Ben o adama hışım­la bakmadım, onu görünce şaşırdım. Çünkü Cenab-ı Rabb-ül Alemin, bana: "Git, falan kulumun canım Hindistan'da al!" buyurdu. "Bu adamın yüz tane kanadı olsa yine de Hindistan'a gidemez." diye düşündüm. Hindistan'a gidince ada­mı orada buldum ve canım aldım, dedi.

İnsanın kendi cüz'i iradesine bakan meselelerde eli-den bir şey gelse de, iradesine bağlı olmayan meseleler­de yapabileceği bir şey yoktur Kadere rıza gösterilmeli­dir. "Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı, / Elindeyse beyazdan gel de sıyır beyazı."

Kaynak: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s.78

16 Ağustos 2015 Pazar

Toprağın Altı Var

13:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İhtiyarlar için "bir ayağı çukurda" denir ama, şu dünyada sadece olgun başaklar değil, gök ekinler de biçilmektedir. Esasen hepimizin bir ayağı çukurdadır ve o çukura yuvarlanmak değişmez kaderimizdir. Öyleyse orada neler olup bittiğini öğrenmek ve ona göre davranmak gerekir. Her şeyi bu dünyadan ibaret zannedenler, toprağın altında bir başka âlemin var olduğunu görecek, kabir denen durağın ölümsüz bir hayatın ilk istasyonu olduğunu farkedecek, Allah'ın ve Resûlullah'ın haber verdiği bir başka hayatın gerçek olduğunu anlayacak ve "Hayatım eyvâh!" diyerek dövüneceklerdir.

Ölümle kucaklaşmak üzereyken başlayan bu sır dolu yolculuğun birinci durağında acaba insanın başına neler gelmektedir? Ölüm nasıl bir olaydır? Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm pek az bilgi vermekte, merakımızı giderecek daha geniş bilgiler hadîs-i şeriflerde bulunmaktadır. Öyleyse bize o görünmeyen âlemden haberler getiren Peygamber Efendimiz'e kulak verelim ve yakında tanışacağımız ölümü şimdiden tanımaya çalışalım.

Can Bedenden Ayrılırken

Bir gün Peygamber Efendimiz vefât eden sahâbîsini defnetmek üzere ashâbıyla birlikte kabristana gitmişti. Onlara kabir azâbından Allah'a sığınmalarını tavsiye ederek ölüm hâdisesini anlatmaya başladı. Önce bir mü'minin can verişindeki güzelliği ve kolaylığı şöyle tasvir etti:

Bir mü'min dünyaya vedâ etmek üzereyken gökten yüzleri güneş gibi parlayan melekler, ellerindeki cennet kefeniyle ve cennet kokularıyla yere inerler ve o kimsenin görebileceği bir yere otururlar. Sonra ölüm meleği kalkıp onun başucuna gelir ve "Ey güzel can! Allah'ın affına ve rızâsına kavuşmak üzere artık çık!" der. O kulun canı, testinin ağzından sızan bir damlacık su gibi akıverir. Melek onu alır, cennetten getirilen kefene sarar ve ona güzel kokular sürer. Melekler o burcu burcu kokan canı alıp göklere yükselirken, yanlarından geçtikleri diğer melekler bu güzel kokunun ne olduğunu sorarlar, onlar da "Dünyada kendisinden şu güzel vasıflarla söz edilen falan oğlu falandır" derler. Dünya semasından başlayıp yedinci kat göğe çıkıncaya kadar her semânın önde gelen melekleri o kimseyi uğurlar. Nihayet Allah Teâlâ'nın huzuruna varınca, Cenâb-ı Mevlâ "Bu kulumu cennetin en yüce yerine kaydedin! Şimdi onu tekrar yeryüzüne götürün. Ben insanı topraktan yarattım, yine oraya döndüreceğim ve tekrar oradan çıkaracağım" buyurur. O güzel insanın ruhu tekrar cesedine iade edilir. Cesedi kabre konunca yanına iki melek gelerek onu oturturlar. Sonra aralarında şu konuşma geçer:

- Rabbin kim?

- Allah.

- Hangi dindensin?

- İslâm dininden.

- Size peygamber gönderilen şu zât kimdir?

- O Allah'ın Resûlü'dür.

- Onun hakkında ne biliyorsun?

- Allah'ın kitabını okudum; Resûlullah'a iman ettim ve onun peygamberliğini kabul ettim. İşte o zaman Allah Teâlâ'nın:

- "Kulum doğru söyledi. Ona cennette bir yer hazırlayın! Cennet elbiseleri giydirin ve kabrinden cennete bakan bir kapı açın!" buyurduğu bildirilir. Bunun üzerine cennet rüzgârları o kimsenin kabrine cennet kokuları getirir. Kabri ufuklar boyunca genişletilir. Derken güzel yüzlü, iyi giyimli, hoş kokulu bir adam ona yaklaşır ve:

- Bu mutlu gününde seni tebrik ederim. Bütün bu olaylar daha dünyada iken haber verilmişti, der. Mü'min ona:

- Anlaşılan sen çok şey biliyorsun. Kimsin? diye sorar. O da:

- Dünyada iken yaptığın iyilik ve ibadetlerin benim, der. O zaman mü'min:

- Rabbim! Artık kıyameti kopar da âileme ve bana ait olan şeylere kavuşayım, der.

İmansızın Ölümü

Bir mü'min için ölümün bu kadar güzel, rahat ve kolay olduğunu bildiren Resûl-i Ekrem Efendimiz Allah'a inanmayanların ve münafıkların feci şekilde can vereceklerini de anlatmıştır. Ölmek üzere olan bir inançsızın yanına simsiyah yüzlü meleklerin kıldan yapılma sert kefenlerle gelip "Ey pis ve habis can! Allah'ın öfke ve gazabına uğramak üzere çık!" diyerek onun pis kokulu ruhunu şiddetli bir şekilde söküp alacaklarını, kendisine çok kötü davranacaklarını, ilâhî huzura kabul edilmeyen o ruhu yere fırlatacaklarını, o kimsenin Münker ve Nekir meleklerine cevap veremeyeceğini, onu kabrinin korkunç şekilde sıkacağını ve daracık kabrine cehennemden açılan bir kapıdan pis kokular geleceğini, bu tüyler ürperten manzara içinde kıyamete kadar azâb edileceğini haber vermiştir (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 237-288).

İki türlü ölüm hâdisesini tasvir eden bu hadîs-i şerif gibi, berzah âlemi dediğimiz kabir hayatını iyi ve kötü manzarasıyla anlatan ve müstakbel hayatımız hakkında bizi aydınlatan pek çok hadis vardır. Bu hadislerden öğrendiğimiz bazı bilgileri soru cevap halinde kısaca aktaralım:

* Ölen kimse kabrinin başında söylenenleri duyar mı?

Evet. Peygamber Efendimiz kabre konan kimsenin, orayı birer birer terkeden yakınlarının ayak seslerini duyduğunu söylemiştir (Buhârî, Cenâiz 86). Bir de Bedir savaşında öldürülen bazı İslâm düşmanlarına adlarıyla hitap ederek "Rabbinizin size haber verdiği şeylerin gerçek olduğunu şimdi gördünüz, değil mi?" diye seslenmiş, "Onlar seni duyar mı, yâ Resûlallah!" diye soranlara da, "Evet, tıpkı sizin gibi duyarlar" buyurmuştur (Müslim, Cennet 77).

* Ölü, kendini ziyaret edeni tanır, okuduğu duayı işitir mi?

Evet, tanır ve işitir. Nitekim Peygamber aleyhisselâm kabristana gittiği zaman ölülere hitâben "Selâm size, ey bu diyârın mü'min ve müslim halkı! İnşallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allah'ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim" (Müslim, Cenâiz 104) diye selâm verir, bizim de böyle selâm vermemizi tavsiye ederdi.

* Kabir başında veya başka yerde ölünün ruhu için okunan Kur'an ona fayda verir mi?

Evet, fayda verir. Hele Kur'an okuyan sâlih bir kimse ise, onun okuduğu Kur'an ölünün ruhuna ulaşır. Zira Kur'an zikirlerin en değerlisidir. Kabir başında Fâtiha ve İhlâs sûrelerinin, hatta Muavvizeteyn dediğimiz Kul eûzü'lerin ve âmenerresûlü'nün okunması, sonra da "Allahım, eğer benim okuduklarımı kabul buyurdunsa sevabını falanın ruhuna ilet" denmesi uygun bulunmuştur.

* Ölen kimsenin ruhu nerede bulunur?

Bu konudaki muhtelif hadislere bakarak İslâm âlimleri farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Anlaşılan herkesin ruhu mânevî derecesine uygun yerlerde bulunacaktır. Meselâ şehidlerin ruhları bir kuş gibi cennette uçup gezecek, yiyip içecektir (Müslim, İmâre 121). Peygamber Efendimizin kabristanda ölülere selâm vermesine bakarak diğer insanların ruhlarının kabirleri civarında bulunduğu da söylenmiştir. Ruhlar nerede bulunursa bulunsun kabirleriyle yakın ilgileri bulunduğu anlaşılmaktadır.

* Bir kimse âhirette hesabını verdikten, cezası varsa çektikten sonra sevdikleriyle buluşacak mıdır?

Cennetlikler tıpkı dünyada olduğu gibi bahçelerde, pınar başlarında birbiriyle buluşacak, karşılıklı koltuklara kurulacak cennet nimetlerini yiyip içerek sohbet edeceklerdir. Allah'a ve Resûlullah'a gönülden bağlı mü'minlerin hali Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır: "Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır" [Nisâ sûresi (4), 69].

* Ölen kimse cennetlik veya cehennemlik olduğunu bilir mi?

Evet, bilir. Zira ona sabah akşam cennetteki veya cehennemdeki yeri gösterilerek hesap gününden sonra oraya gideceği söylenir (Müslim, Cennet 65, 66).

Her şeyin bu dünyadan ibaret olduğunu zannedenler ölümü ve toprağın altını düşünmezler. Kendilerine ölümü hatırlatanları sevmezler. Hayata gözlerini kapatınca her şeyin biteceğine inandıkları için ölümü anmak onlara hüzün verir. Halbuki Resul-i Ekrem Efendimiz "Zevkleri bıçak gibi kesen ölümü" sık sık hatırlamamızı tavsiye buyurmuştur. Zira ölümü hatırlayanlar Allah hakkını çiğnemekten, kul hakkını yemekten sakınırlar. İnsanlara insan gibi davranır, onların dokunulmaz haklarını çiğnemezler. Rabbimizin ve Peygamberimizin ebedî hayata dair verdiği bilgiler, şu toprağın altının mü'minler için toprağın üstünden çok daha güzel olduğunu ortaya koymaktadır. Öyleyse biz kendimize bakalım; Allah'ın ve Resulullah'ın gösterdiği yolda yürümeye gayret edelim. Ölümden korkmayalım; ölüm duygusuna alışalım ve Yüce Rabbimizden canımızı bir mü'min olarak almasını niyâz edelim.

Kaynak: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir
1999 - Haziran, Sayı: 160, Sayfa: 024 Altınoluk Dergisi

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Her Durumda Allah’a Teslim Olmak

12:19:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Sahrada oturan bir adam vardı. Adamın, kendisini sabah namazına kaldıran bir horozu, kendisini ve eşyalarını hırsızlardan koruyan bir köpeği ve suyunu, çadırını yüklediği bir merkebi vardı.

Bir gün yakınında bulunan kasabalıların yanına,onlarla konuşmak için gitti. Onlarla birlikte kahvelerinde otururken, kendisine, horozunu tilkinin yediğini bildirirler. Adam bu haberi duyunca ;

- Hayırdır inşallah, der.

Bir müddet sonra, köpeğinin de ölüm haberi gelir ve adam yine;

- Hayırdır inşallah, der.

Yine bir müddet sonra, kurdun, eşeğinin karnını yardığı haberi gelir, bu sefer de adam;

- Ümit edilir ki, bu işte de bir hayır vardır, der.

Gece olunca çadırına gider ve uyur. Sabahleyin, o kasabada yaşayan insanların düşmanlarının geceleyin kasabaya baskın yaptıklarını, horozların öttüğü, köpeklerin havladığı ve merkeplerin anırdığı evlerin yerini keşfedip bütün mallarını yağma ettiklerini görür. Kasabada sadece kendisinin mallarına bir zarar gelmez. Bu olaydan sonra hayvanlarının niçin öldüğünü anlar ve Allah'a şükür eder.

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin,"Dini Hikayeler" adlı kitabı.

Sayfa : 124

Çeviren : Hüseyin Erdoğan.

9 Ağustos 2015 Pazar

ANTİKACI

13:37:00 Posted by Mücahid Reis


Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu'nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat, bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:

- Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım," dedi. "Meğer seni bulmak için iyileşmişim.

      Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken

- Bugün soba yakamadım evladım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.

            Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?

            Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgarın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allah'ım! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu. İhtiyar kurt, herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak:

- İliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.

Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken

-İskemle dediğin, dünya malı be evladım, dedi. Biz misafirimizi üşütür müyüz?

(Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden)

8 Ağustos 2015 Cumartesi

OYUNCAK

18:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbrahim , cephe cephe savaşmaktan yorulmuştu. Komutanı Halit yüzbaşıya bakarken, duymasından korkar gibi mırıldandı; “Hey gidi Deli Halit komutanım, kurbanın olam !”

Çölde Osmanlı askerleri zor durumdaydı. Üstün silahlara sahip İtalyanlar, direniş karşısında çekiliyor, sonra tekrar saldırıyordu. Bu kısa süreli aralarda nefeslenen Osmanlı askeri arasındaydı Çankırılı İbrahim. yüzbaşısına hayranlıkla bakıyordu; “Yorulmaz mı bu adam..”. Yanında topraklara el sürüp, abdes alan arkadaşlarına baktı, sonra da kanayan yarasına. “Bu yara kanarken abdes tutar mı ?”

İbrahim düşünceler içinde dinlenmeye çalışırken, silah sesleri tekrar başlamıştı. Birkaç kurşunu kalan tabancasını kavradı, kılıcını kontrol etti, elinde sıkıca tuttuğu oğlunun resmini son defa öpüp kanlı gömleğinin arasına adeta tıkıştırdı. “Yettim !”

Gözünde doğumdan sonra çok kısa süre görebildiği oğlu, elinde tabancası ileri atıldı. Kendilerinde kurşun sıkıntısı vardı ama düşman makineli tüfekle saldırıyordu. Yerlere gök ekin misali saçılan arkadaşlarına bakarken, bacağındaki sıcaklığı hissetti. Yarası derindi, yere yığılırken gelen ikinci kurşunla başından yaralanıp kendinden geçti.
*** *** ***
İbrahim kendine geldiğinde, sağ kalan arkadaşlarının epey geriye çekildiğini gördü. Cephanelerinin tükendiğini biliyordu. Halit komutanı gözünde canlandı, düşmana amansız, askerine şefkatli komutanı saygıyla hayal etti. Halit paşa, vatan için, namus için düşmana karşı kullandığı silaha ‘Namuslu’ adını vermişti. İbrahim, komutanının kaçan askerlere de özel silah kullandığını biliyordu. O silahının ismini de ‘Namussuz’ koymuştu. İbrahim, savaşın en şiddetli anında, “Allah’ım canımı al, namussuzlarla bir koyma beni” diye dua ediyordu.

Başını kaldırdı, ileri baktı. Hayal mi gerçek mi seçemiyordu ama Türk’lerin cephesini görür gibi oldu. İşte komutanı dimdik ayaktaydı, emirler yağdırıyordu. Gittikçe uzaklaşan Türk birliğine baktı; “Mühimmat tükendi, düşmanı içeri çekiyor” diye düşündü.

Birden bu kadar düşüncenin aklından ne hızlı geçtiğine şaşırdı.Vakti kısaymış, çok acelesi varmış gibi geldi. Bu çok garip gelmişti. O anda kendine bakmak aklına geldi. Anladı, tükenmişti. Yaraları berbat haldeydi. Böyle kanamalardan sonra ölen arkadaşları aklına geldi. “Ayağa kalkmam imkansız.” Diye düşünürken, şahit olduğu ölümlerden çıkardığı sonucu kendine itiraf etti; “Kurtuluş yok, öleceğim.”

İbrahim, ilerde gördüğü İtalyanlara baktı, silahını kontrol etti. Bir kurşun bile kalmamıştı işte. Acıyla hatırladı; yere düşmeden son kurşunu harcamış ve kılıcını çekmişti. Telaşla kılıcını aradı, kıpırdamaya çalışarak çevreye bakındı. Hem kılıcını görememiş, hem de artık çok az bir hareketin bile zorlaştığını anlamıştı. “İtalyanlar görmeden, şu gölgeye gireyim, son duamı edeyim” diye son gayretiyle süründü. Gölge dediği çalılıkta da bir kaç Osmanlı askeri vurulup, düşmüştü.

Arazinin şekline göre yer değiştirmişti savaş merkezi. Türkler geri çekildikçe, toparlanıp toparlanıp saldıran İtalyanlar da mevzi değiştirmiş gibiydi. İbrahim’in bulunduğu yerde şehitler ve düşman ölüleri kalmıştı yalnızca.

Duaya başlamadan önce, “Bir yudum su içeyim” diye niyetlendi. Matarasında az su kalmıştı, sevindi. Matarasını açtı ama yanındaki Türk’lerden birinin yaşadığını inleyişinden anladı; “Su…su.. ” dayanamadı, matarayı ağır yaralı gencin ağzına dayadı. Her ikisi de konuşamayacak haldeydi. Yaralı asker suyu yudumlarken son nefesini verdi, başı yana düştü. İbrahim alışmıştı artık, dudakları kıpırdayamasa da içinden ona da dua etti. Matarada kalan çok az suyu dudaklarına götürdü. En çok ettiği duayı ümitsizce tekrarladı içinden; “Allah’ım anadan yetim yavrum, babadan da öksüz kalacak. Bir kez daha görmeyi nasip et.”

Dakikalar ilerledikçe ettiği acıdan, dermansızlıktan gözleri kapanmıştı. Birisi yanına gelse, belki de yaşadığını anlamazdı. Birden titredi. Allah’ın 99 ismini düşündü, az önce ümitsizce mırıldandığı duayı bu kez ümitle söyledi. Kimsenin duyamayacağı, anlayamayacağı bir ses çıktı kuru dudaklarından; “Allah’ım senin her şeye gücün yeter. Sen dilersen, sen ol dersen olur. Bana da yavrumu göster”

Dua ettikçe, gözleri kapalı olduğu halde önünde yeni dünyalar açıldığını gördü. Daha önceki cephelerden birinde, yerli halktan aldığı ‘Osmanlı Askeri’ şeklinde yapılmış oyuncak aklına geldi, hayatı film gibi gözlerinin önünden geçerken, o hep yavrusuyla ilgili görüntülerde kalıyordu. “Oyuncak yavruma ulaştı mı?” diye düşündü.

Oyuncağı almış, Kastamonu vilayetine bağlı, Çankırı’ya nasıl gönderebileceğini sormuştu. Kendi de fakir olan ihtiyar, “Bağdat’a gidecek kervana ulaştırırım” demişti. Doğrusu gideceğinden emin değildi ama çaresizce vermişti. Üstelik ihtiyar, aldığı parayı da geri vermeye çalışmıştı, kabul etmemişti. Bu görüntüler gözünde canlanınca, oğlunu askerle oynarken hayal etmeye başladı.

Gözünü kapattı, ne kadar zaman geçti bilemedi ama açtığında bambaşka bir yerdeydi. Yıllardır ilk defa gördüğü halde, karşısındaki hayalin çocuğu olduğunu anlamıştı. “Dualarım gerçek oldu, hayal de olsa çocuğumu görebiliyorum” diye düşündü. Bu hayal olmalıydı, çünkü çocuğu karşısındaydı, oyuncaklarla oynuyordu ama kendisi kıpırdayamıyor, uzanıp saçlarını bile okşayamıyordu.
*** *** ***
Çankırı’da halk yokluk içindeydi. Fakat yıllardır savaşın acılarını yaşayan, her cephede askeri olan halk yokluklara karşı dualar içindeydi. Kimin kocası, kimin oğlu hatta gönüllü olarak cepheye gitmiş yaşlı babası olanlar vardı. Çoğu da biliyordu ki, gidenlerden çok azı dönecekti. Çoğunun künyesi bile gelmeyecek, öldü mü kaldı mı haberini bile alamayacaklardı.

Oğlu İbrahim’in en son çöllerde savaştığını bilmeyen Hasan dede ile hanımı Hatice nine de onlardan biriydi işte. Komşulardan bir kısmı gidenlerinin şehit haberini almış, bir kısmı ise tüm çabasına rağmen en ufak bir bilgiye bile ulaşamamıştı. Askerlerin kaç cephede savaştığı bile hesaplanmıyordu artık. En son duyduğu, Osmanlı’nın zayıflığından çok cephede savaşmasından ümitlenen Bulgar’larda saldırıya geçmişti. Bulgarların üzerine gönderilmek için toparlanan askerlerin bir kısmı Yemendeki, Libya çöllerindeki birliklerden çekilecekti. Oğlunun güney cephelerinde olduğunu epey önce haber alan Hasan dede bir an sevinmişti, “Geçerken komutanı izin verirse uğrar” diye. Sonra acı acı gülmüştü, bunun imkansız olduğunu düşünerek. Epeydir sıklıkla yaptığı gibi, hanımından ve torunundan uzaklaşıp, uzaklara bakar gibi gözlerini silmişti.
*** *** ***
Hasan dede, torununun seslenmesiyle ayaklandı, yanına gitti;
-Ne oldu Salih’im.

Babaannesi de gelmişti yanlarına. İbrahim’in özlemiyle Salih’e gözü gibi bakıyorlardı. En ufak sesini duysalar koşturuyorlardı. Önce şımartmaktan korkuyorlardı ama artık o kadar ölçülü, düşünceli davranamayacaklarını biliyorlardı. O evin küçük sultanıydı. Annesi doğumda ölmüş, babası da o bebekken cepheye gitmişti. Üzülmesin diye üzerine titriyorlardı.
Salih;
-Dede, bu askerin tüfeği kırılmış, tamir etsene.
Babaannesi;
-Dedesi yavrumu üzmesene, bakıversene.

Dedesi oğlunun cepheden gönderdiği oyuncağa baktı. İstanbul’a giden askeri birliğinden izin alıp, tüm zorluklara rağmen yolunu uzatıp kapılarına kadar, - tanımadığı bir nur yüzlü askerin- getirdiği oyuncak Osmanlı Askerine sevgiyle baktı. Oğlunun son hatırasına.

Oyuncak askerin tüfeğinin kırılması içini yaralamıştı, sesinin titremesinden korkarak, bir süre cevap vermedi. Torunu, “Hadi dede ya!..” diye bağırıp, oyuncağı yere doğru atınca, sesine bir kızgınlık katmaya çalışarak;
-Ama böyle yaramazlık yaparsan…
Hasan dede öfkeli görüntü verdiğinde Hatice nine endişelendi, o esnada yerdeki oyuncağın da titrer gibi sallandığını gördü. Rüzgârdandır, diye düşünüp canı sıkılırken, Hasan dedenin kulağına fısıldadı;
-Bir oyuncak için torunumu dövecek misin, kalbini mi kıracaksın ?
Döver miyim hiç, o bize yavrumuzun, İbrahim’in emaneti.
Torununu yanına çağırdı, saçlarını okşarken az önceki cümlesine devam etti
-Böyle yaparsan, çok üzersin beni. Sonra ağlarım bak.
Salih neşeyle;
-Ağlasana dede.
İhtiyar adam, yalnızken çok ağlamıştı ama torununun karşısında yalandan ağlamayı bile beceremiyordu;
-Sen de hiç ağlayamıyorsun dede. Bak böyle ağlayacaksın, ‘Üh hüü, ühhü !’
-Allah seni ağlatırsa ancak mutluluktan ağlatsın yavrum.
Hasan dede, alet kutusunun olduğu kilere doğru yürürken, Hatice nine oyuncağı yerden aldı, “Nerden su gelmiş buna “ diye söylenerek oyuncağın gözlerindeki ıslaklığı sildi.
*** *** ***
Dedesi yatsı namazına hazırlanırken, Salih babaannesine koşuyordu. Torununun koştuğunu görünce, merakla durakladı;
-Babaanne babaanne !...
-Ne koşuyorsun, hani uyuyacaktın ?
-Babaanne, asker benimle konuştu.
-Konuştu mu ? Çok yaramaz olduğunu mu söyledi ?
-Yok bana ‘canım oğlum’ dedi.
Hasan dedenin de, Hatice ninenin de içi cız etmişti. Hasan dede oyuncağı eline aldı, oyuncağın kıyafetlerine bakarak gözünde asker oğlunu canlandırdı. “Babası asker olduğundan, Salih de bu oyuncakta onu hayal etmeye başladı demek ki” diye hüzünle düşündü.
Hatice nine uzanıp oyuncağı aldı;
-Salih, sen buna su mu döktün ?
-Yoo..
-Dün ıslaktı silmiştim, bak yine gözleri ıslanmış.
Hasan dede, oyuncağa da, torununa da daha fazla bakamadı. Aceleyle dışarı çıktı, gözyaşlarını saklamalıydı.

Hasan dede geç saatte eve gelmişti. Hatice nine bir köşede namaz kılıyordu. Gözleri hemen Salih’i aradı. Oyuncağı kucağında sedirde uyuyakalmış. Salih’i kucakladı, yanaklarından sevgiyle, şefkatle öptü yatağına götürüp, üstünü örttü. Oyuncak askeri de alıp pencere kenarına koydu. Oyuncağın gözündeki parlaklığın yavaş yavaş söndüğünü kimse fark etmedi.
*** *** ***
Birkaç gün sonraydı, Hasan dede bahçede oynayan torununu seyrediyor, Hatice nine de içerde bazlama pişiriyordu. Avlunun kapısı çalınınca Hasan dede heyecanla kapıya seğirtirken, Hatice nine de avluya çıktı.

Kapıda bir grup asker vardı. En öndeki asker birkaç eşyayı uzatırken, “Allah rahmet eylesin, oğlunuz şehit düştü” dediğinde, Hasan dede başka diyarlara dalmıştı bile. Hatice nine de uzun süredir bu habere almaya beklediği halde, dermanının kesildiğini hissetti, yavaşça bir köşeye oturdu. Bekliyordu, bekliyordu… öyleyse bu kadar acı niyeydi.

Salih dedesinin elindeki eşyalara uzandı;
-Dede bu benim olsun mu?
-Dedesinin cevabını beklemeden künyeyi alıp boynuna takmış, ninesine doğru koşmaya başlamıştı bile. Hasan dede kızar gibi bir yüzle arkasından baktı, sonra hanımının halini gördü. “Ağlama” der gibi kaşlarını çattı. Hanımı ister istemez büktüğü başını kaldırdı, hemen pişirdiği bazlamaları kapıp metanetli bir görüntüyle yanlarına geldi.

-Evlatlarım, gelin bir lokma yemek yiyelim.
-Sağ ol anacığım, az önce uğradığımız evde yedik bir şeyler.
Hatice ana askerleri dolaşarak, çantalarına bazlamaları sıkıştırdı.
-Olsun, yine acıkırsınız, sonra yersiniz. Gelin ayran hazırlayım.
-Öndeki asker, arkadaşlarının taşıdığı emanetleri gösterdi;
-Uğrayacak çok yer var ana. Hadi Allah’a emanet olun.
Hatice nineyle, Hasan dedenin ellerini öptüler. Hasan dede onlar uzaklaşana kadar zorlukla, sallana sallana ayakta durdu.

Yazar: Ahmet Ünal ÇAM

6 Ağustos 2015 Perşembe

AFFET BABACIĞIM

09:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Babasını yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti . Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu; "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Oğlu sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve
torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti,
içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu.Oğlu ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın
vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de
kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve oğlunun elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler.

Oğlunu yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Bir süre sonra Oğlu: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...

Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
"Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."

(Tavuk Suyuna Çorba Kitabından)

Bir Bardak Süt



HOWARD, okuldan arta kalan zamanında kapı kapı dolaşarak birşeyler satan fakir bir çocuktu. Bir gün, kapı kapı dolaşmasına rağmen, bir şey satmayı başaramamış; bu arada, karnı çok acıkmıştı. Cebindeki on sent, birşeyler almak için yeterli değildi.

Bir evden yiyecek istemeye karar verdi. Fakat, kapıyı açan genç kızdan utanıp, yemek yerine sadece su isteyebildi. Kız onun aç olduğunu anlamıştı. Ona su yerine bir bardak süt getirdi. Sütü yavaşça içti ve:

“Borcum ne kadar” diye sordu.

Genç kız:

“Borcunuz yok” diye cevap verdi. “Annem, yapılan bir iyilik için para alınmaması gerektiğini söyler.”

Çocuk:

“Bütün kalbimle çok teşekkür ederim” dedi ve oradan ayrıldı.

Yıllar yılları kovaladı. Howard önce ilköğretim okulunu, ardından liseyi, sonra üniversiteyi bitirdi.

Yıllar geçip gitmeye devam etti.

Bir gün, ünlü Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesinin Dr.Howard Kelly’nin kurucu başkanı olduğu Jinekolojik Onkoloji Bölümüne, ağır bir hasta getirildi. Yerel hastanelerdeki doktorlar, hastalığını değil tedavi etmek, teşhisini bile koyamamışlardı.

Dr.Kelly, hastanın naklinin yapıldığı bölgeyi öğrenince, çocukluk yıllarını yaşadığı belde hafızasında canlandı. Muayene için odaya girdiğinde ise, hastayı hemen tanıdı. Bu kadın, uzun seneler önce kendisine su yerine süt veren genç kızdan başkası değildi.

Kendisine yıllar önce yapılmış bu iyiliği hatırlayan Dr.Kelly, hasta için elinden gelen herşeyi yaptı. Sonunda, Allah şifa verdi ve kadın ağır hastalığından kurtuldu.

Kadının taburcu olacağı gün, kadının ameliyat dahil bütün muayene masraflarının kayıtlı olduğu fatura, imzalanması için Dr. Kelly’ye iletildi. Faturaya bakan doktor, üzerine birşeyler yazdı ve kadının odasına gönderdi. Kadın korkarak faturayı açtı. Bu tür tedavilerin çok pahalıya patladığını biliyordu. Yüksek bir miktar ile karşılaşacağını düşünüyordu.

Nitekim, faturada, onbinlerce dolarlık bir rakam, kenarda ise Dr.Kelly imzalı bir not vardı:

“Bir bardak süt ile ödenmiştir.”

(İngilizceden Tercüme: Emine Aydın)
Yaşanmış Öyküler Kitabı / Zafer Yayınları

4 Ağustos 2015 Salı

Hakimin Dört Suçu

16:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Hazreti Ömer Radıyallahü Anh, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hazreti Ömer'e arzettiler. Hazreti Ömer (R.A.) gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak ta'yin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin malî durumunu sordu. Onlar:

- Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Çünkü rüşvet olacağı korkusundan, en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor, dediler. Bu sözler Halife Ömer'in hoşuna gitmişti:

- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da vardır herhalde... Dedi. Onlar: Hakimlerinden şikâyetlerinin de olduğunu ve bazı hallerinden memnun olmadıklarını söyleyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:

1 - Hakimimiz vazifesine her zaman sabah namazından sonra başlaması lâzım geldiği halde kuşluk vakti vazifesinin başına gelir.

2 - Hakimimizi hiç bir gece aramızda görmüyoruz. O hep kendi başına evine çekilir halkla münasebet kurmaz.

3 - Hele haftada birgün, evinden dışarı bile çıkmaz, kapısını arkasından sürgüleyip içerden ses bile vermiyor.

4 - O'nun şahid olduğu bir hadise vardır. O hadise aklına geldiği zaman baygınlık gelir ve üzüntüsünden hastalanır. O hadise ise Eshaptan Hubeyb'in öldürülmesidir, dediler.

Hımıslıların şikâyetlerini sonuna kadar dinleyen Hazreti Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de kusurlarının sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

Hakim, Hazreti Ömer'in huzuruna geldiğinde, Halife O'na Hımıslıların bazı şikâyetleri olduğunu söyleyerek dört kusurunun sebebini sordu. O, bu dört hatasını şöyle izah etti:

Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum, ikincisi ise; gündüzleri halk için vazife gören bir kimsenin gece olunca Hak için vazife görmesine müsaade edersiniz her halde. Ben akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

Üçüncüsü ise; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada birgün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

Hubeyb'in şehid edilmesini hatırlayınca bayıldığım ise doğrudur. Çünkü müşrikler Hubeyb'i asarlarken ben yanlarında idim. Belki mani olabilirdim, ama o zaman İslâmla müşerref olmamıştım, sadece hadiseye seyirci kaldım. İşte bu hadise aklıma geldikçe kendimi tutamıyor mes'uliy etinden korktuğum için bayılıyorum, hastalanıyorum, diye sayarak dört kusurunu da Halife Ömer'e izah etti.

Sa'd bin Amir'in (R.A.) bu izahatı karşısında göz yaşlarını tutamayan Halife çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça ağlar «Ah Sa'd ah Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş» der onunla iftihar ederdi.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

İyiliğin Karşılığı

11:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Devesine binmiş olarak çölü aşmaya çalışan bir bedevî,yolda dudakları susuzluktan kurumuş yaya bir adama rastlamış.Yaya adam bedevîyi görünce ondan su istemiş. Bedevî de insanlık edip devesinden inmiş ve ona su vermiş.Kana kana su içen adam susuzluğunu giderdikten sonra,birden bedevîyi itmiş ve deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.Bu duruma hayret eden bedevî,arkasından şöyle seslenmiş:

-“Hey yolcu!Tamam deveyi al git,ama senden bir ricam var.Sakın bu olayı başkasına anlatma!”Bu isteği tuhaf bulan hırsız adam biraz duraklamış ve nedenini sormuş. Bedevînin verdiği cevap ilginçmiş.Şunu söylemiş:

-“Eğer bunu başkasına anlatırsan,bu her yerde duyulur ve insanlar bir daha çölde susuz kalmış birini gördüklerinde ona yardım etmezler.”

*İyiliğe karşı iyilik,herkesten beklenen doğal bir davranıştır.İyiliğe karşı kötülük,insanlıkla bağdaşmayan ahlak dışı bir tutumdur.Kötülüğe karşı iyilik ise,sadece seçkin ve erdemli insanların işidir.

Kaynak:Temel Dini Bilgiler(İstanbul Müftülüğü)

Işığı Yanan Evler

09:15:00 Posted by Mücahid Reis No comments
Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya’ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
Gittiğim ilk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye sıkılarak: “Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?” dedim.
Hacı anne:”Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz” dedi. Merak ettim, tekrar sordum: “Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?”
Hacı anne: “Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, “ışığı yanan bir ev” bulsun diye bekliyoruz.”
Konya Ovası’nda, yada bir başka yerinde Türkiye’nin, trenden inen yabancılar için “Işığı yanan evler” yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şâir öyle diyordu: “Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler.” Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?
Kaynak: Prof. Dr. Saffet Solak’ın bir hatırası

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Hz. Ömer'in Kabir Suali

14:06:00 Posted by Mücahid Reis
Hz. Ömer vefat ettiği zaman, bütün dinî muamelesi yapıldıktan sonra, her fani gibi onu da getirip kabre koydular. Vazifeli şahıs, telkinini de yapıp cemaat dağıldıktan sonra, Hz. Ali Kerremellahü veçhe, bakalım Ömer, sual meleklerine ne cevap verecek diye merak ederek, kabrin bir kenarına, kimse görmeden çömelmiş neticeyi beklemekte idi. Biraz sonra beklenen melekler gelip dünyadan gelen herkese sordukları soruları Ömer'e de sormaya başladılar.

Meleklerden biri:

— Rabbin kimdir? Nebin kim? diye sormaya başladı. Meleklerin bu sualleri karşısında hiddete gelen büyük halife, kendisi başladı:

— Siz kimsiniz, Buraya nereden ve niçin geldiniz- Sizin derdiniz ne de, beni gelir gelmez suale çekiyorsunuz? diye sormaya başlayınca melekler, onun diğer insanlar gibi olmadığını anladılar ve sorularına cevap vermeye başladılar:

— «Biz yedi kat semadan, buraya sana soru sormak için geldik. Bizi bu vazife ile Allah vazifelendirdi, biz münker ve nekir melekleriyiz ve herkese aynı soruları sormak bizim vazifemizdir» dediler.

Melekleri sonuna kadar dinleyen Hazreti Ömer, sorularına devam etti:

— Siz yedi kat semadan geldiğiniz halde, Allah'ı unutmadınız mı? diye sorunca, melekler, kendilerinin vazifelerinin Allah'a ibadet etmek olduğunu ve unutmadıklarını söylediler.

Melekler bu cevabı verince, Hazreti Ömer daha da kızdı ve şunları söyledi:

— Siz o kadar uzak yerden geldiğiniz halde Allah'ı unutmadınız da, ben iki karış toprağın altına girmekle mi Allah'ı unutacağım. Bir daha ümmeti Muhammed'e, böyle çirkin surette gelmeyeceksiniz ve böyle yakışıksız sualler sormayacaksınız. Bakın, şu anda sizi geri gönderiyorum, sakın bundan sonra söylediklerimi unutmayın.

Ömer-ül Faruk hazretlerinden bu nasihatleri dinleyen melekler, bir daha ümmeti Muhammed'e kötü surette gelmeyeceklerine ve onların memnun olması için ellerinden geleni yapacaklarına dair söz verip, daha fazla üstelemeden Allah'a ısmarladık, deyip çekip gittiler.

Meleklerle Hazreti Ömer arasındaki bu hadiseye şahit olan Allah'ın Arslanı, göz yaşlarını tutamaz ve:

— Ya Ömer! Hakikaten sen Ömer-i Adilsin. Hayatın da, mematın da, ümmete rahmet senin, der ve ağlayarak kabri terkeder.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi