Faydalı Paylaşımlar..

4 Aralık 2014 Perşembe

Yolsuzluk

12:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Talip efendi, bir tıp fakültesi hastahanesinde uzun yıllardan beri çalışıyordu. Canına tak etmişti gurbette çalışma. Memleketine, oradaki tıp fakültesine gitmeye karar verdi. Dilekçesini bugünden tezi yok yazmalıydı. Hizmetli kulübesine gitti. Bir hastadan aşırdığı kalemi aldı. Muhasebeden alıp kullanmak için orada bulundurduğu bir kâğıda dilekçesini karaladı, altına imza attı. Kalemi bir kenara fırlatarak hastahane müdürünün odasına yöneldi.
Yolda giderken birkaç arkadaşına takıldı. Onlara el şakası bile yapmayı düşündü ama nedense bunu yapmaktan vazgeçti. Neşeliydi... Oradan ayrılması ve yeni yere tayini için bütün şartlar hazırdı.

Müdürün kapısını kendinden emin bir şekilde tıklattı. İçeriden kalın ve emir verici bir 'gel!' sesiyle içeriye girdi. Müdür onu görünce tebessüm etti. O da müdürün karşısında olduğundan daha ciddi ve işbilir bir görünüm aldı. Elindeki dilekçeyi müdürün parlak, geniş masasına bırakırken, 'tayinimi istiyorum', diye yavaş bir sesle rahatsız edişinin sebebini açıkladı.

Müdür, 'İyiydik Talip efendi!' dedi öylesine. Bu o kadar belliydi ki yüzünde hiçbir ifade belirmemişti müdürün. Talip'in ne kadar menfaatçi biri olduğunu bilmekteydi. Başka personelden gelen şikâyet dilekçeleri bunun ispatıydı.

'Müdürüm memlekete gideyim, burada çoluk çocuk geçinemiyoruz' dedi Talip.

Müdür, 'Peki hemen işleme alacağım dilekçeni' dedi ve üzerine bir havale yazısı yazarak kaleme gönderdi dilekçeyi. Tayin işlemleri böylece başlamıştı.

Talip, zengin olma fikrini kafasından bir türlü atamıyordu. Bu dünyada çalışarak zengin olmak pek zordu, bundan dolayı zengin olmanın kolay bir yolunu bulmalıydı. Kahrolası oynadığı totolar, lotolar ve diğer şans oyunları hiçbiri para getirmemişti bu güne kadar. Dilekçeyi verdikten sonra hırsızlık plânları kurmaya başladı.

Beyin cerrahisi bölümündeki en pahalı bir âletin pazarlamasını yapıp geliriyle memlekette daha iyi yaşama şansını elde etmeyi düşündü. Hayâllerini gerçekleştirebilir miydi? Tayini çıktığından dolayı kimse ondan şüphelenmeyecek, gittikten sonra da mesele kapanıp gidecekti.

Akşam yemeğinde bu düşüncelerle karısıyla ve çocuklarıyla hiç konuşmamış, yemekten sonra yatak odasına çekilmişti. Giderken karısına, 'Tayinimiz çıkıyor evdeki eşyaları toplamaya başla!', diye bir emir vermeyi ihmâl etmedi.

Kadın sevinmişti bu duruma, fakat kocasının kafasında bir kurdun dolaştığını hissetmesine rağmen hiçbir şey dememişti. Her zaman böyle burnundan solumaya başladığında susar, onu kızdırmaya çalışırdı; bugün de aynı şey yaptı.

Ertesi gün elini yüzünü yıkadıktan sonra evdekilerle vedalaşmadan ayrıldı. Hastahaneye varınca önlüğünü giydi. Gereken işleri yapmaya başladı, fakat aklında hep tasarladığı şeyi nasıl yapabileceği vardı. Arkadaşları, 'Talip oğlum, yüzünden düşen bin parça, ne bu Allah aşkına? Tayinim çıkacak diye adam sevinir, sen ise, üzülüyor gibisin. Hadi çaylar hazır, birer bardak içelim de kurtulalım şu kasvetten.' demişlerdi.

Talip bu sözlerden sonra kendine geldi. Küçük odanın bir köşesinde alüminyum çaydanlıkta kaynayan çaydan bardaklara çayları bir taraftan koyuyor, diğer taraftan da plânlarını tazeliyordu. Çayların dumanı kâbuslu havayı biraz olsun dağıtmıştı. Gülüşmeler, şakalaşmalar sarmıştı odayı. Hâllerinden şikâyet ediyordu hepsi. Böyle sıkıntılı bir ortamda çalışmak zordu, ama yine kendilerine göre onlar fedakârlık edip çalışıyorlardı. Başka bir şanslarının olup olmadığını düşünmeden yapılan bu konuşmalar yakınmalardan öte gitmiyordu. Orada çalışmaktan başka çareleri de yoktu onların ama, yaşama standardı yüksek insanları kıskanma, onları daha hırslı hâle getirmişti. Kendilerinden daha aşağıda olanlara hiç bakmıyor, kendinden üstekilere haset ediyorlardı. Sahip olmak istediklerinin bir sınırı yoktu. Azına ve helâline bereket okuma gibi bir anlayışları da olmadığından, hep şikâyet ediyorlardı. Kendileriyle aynı statüde çalışan bir arkadaşları, onların bu durumlarını bilerek aralarına pek karışmazdı. İkinci çayları içerken de onun dedikodusunu yaptılar. İsteksiz bir çalışma başlamıştı her günkü gibi. Talip o gün nöbetçi kalacaktı hastahanede. Bir özel yerle yaptığı anlaşmayı o akşam gerçekleştirecek; o kıymetli âleti plânlayıp, görüştüğü gibi hastahaneden çıkaracaktı. Saat gecenin üçünü gösteriyordu. Bütün hazırlıklar tamamdı. Hastahaneden ve dışarıdan anlaştığı kişiler, bir hastayı dışarıya çıkarıyormuş gibi hazırlıklarını yapmışlardı. Onlar da kendilerine düşen payı alacaklardı. Âletin bulunduğu odaya girdiler. Binlerce kişinin vergisiyle alınan bu cihazlarda onların da hakkı vardı; ithâl edilirken çok zorluklara katlanılmıştı. Bu can kurtaran âletler ne kadar iyi düşüncelerle oralara kadar gelmişti.

Talip, depodan getirdiği bir battaniyeyle cihazı iyice sarıp sarmaladı. Hasta arabasının üzerine beraberce tutup koydular. Yerine de başka bir yerden buldukları bozuk bir âleti bıraktılar. Bir kere gözünü para kazanma hırsı bürümüştü; insan canının ne kadar değerli olduğunu düşünecek durumu yoktu. Kendi menfaatinden başkasını düşünmüyordu. Ahirette hesap verme şuuru zaten yoktu onun. İnanç konularına birtakım hurafeler diye bakardı. Bu yüzden gününü gün etme, dünyayı, sadece dünyayı düşünürdü.

Ertesi gün o da hastahaneden ayrılıp, birkaç gün içinde memleketine taşınacaktı. Zamanlama onun açısından çok mükemmeldi. Plân iyi yapılmış, başarıyla uygulanmıştı. Evde hazırlıklar daha önceden başlamıştı zaten. Şehirlerarası taşımacılık şirketi kapıya gelmiş, göreve başlamıştı bile. Talip’in içi içine sığmıyordu. Kazandığı parayla daha zengin olmanın yollarını bulacaktı. Şimdilik parayı bankaya yatıramazdı. Bankada parası olduğu öğrenilirse, cihazın onun tarafından çalındığı anlaşılabilirdi. Paranın faiziyle bile geçinse olurdu. Biricik kızı Feray’a iyi bir okul ve istikbâl hazırlamalıydı. Kendisi de dünya nimetlerinden yararlanmayı ihmâl etmemeliydi. Eşyalar taşınırken hep bunu düşünüyordu. Son defa arkadaşlarıyla oynayan üç yaşındaki kızına bakıyordu. Bir ara onun yukarıya su içmek için çıktığını gördü. Arkadaşlarına oradan sesleniyordu. Kız, onlardan ayrılmak istemiyordu. Fakat balkondan o kadar sarkmıştı ki dengesini koruyamadı. Bir çığlık duyuldu. Aşağıdaki babasının kucağını açıp onu tutmasını isteyen masum ve zavallı bir kızın feryadıydı bu.

Talip koştu ama yetişemedi. Küçük kız başının üzerine çakılmıştı. Annesi feryat ediyordu. Talip kızını kucakladı. Oradan geçen bir taksiyi durdurdu; 'çabuk hastahaneye!' dedi. Evi yakın olduğundan hemen ulaşıvermişlerdi. Kızı hemen ameliyata aldılar, Talip’in çalıştığı hastahanedeydiler. “Geçmiş olsun” diyenler vardı. Talip hiçkimseyi duyacak durumda değildi. Beyin cerrahi uzmanı Talip’in çaldığı âleti arıyordu. Hemşirelere, 'Buradaki cihaz nerede?' diye bağırıyordu.

'Bilmiyoruz!' diyorlardı hemşireler, şaşkın şaşkın. Akşam kendileri silip temizlemişlerdi; yerine yerleştirmişlerdi halbuki. Yerinden hiç hareket etmeyen bu cihaz nasıl kaybolurdu bir anda. Doktor, onu Talip’in çocuğu için kullanacak, beyindeki kanın pıhtılaşmasına engel olacaktı. Lâkin yoktu ortalıkta. Sihirle başka bir tarafa mı taşımışlardı. Doktorun, "Çabuk bulun bu âleti, çabuk bulun!" sesi koridorda çınlıyordu. Talip ne yapacağını şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Dili tutulmuştu sanki; gece başka bir hastahaneye yüksek ücret karşılığında sattığı cihaz aranıyordu. Boğazını tırmalar şekilde çıkan bir sesle: 'O cihazın yerini biliyorum. Cihazı akşam çalıp başka bir hastahaneye satmıştım. Gidip size onu getireyim!' dedi.

Cihazı sattığı hastahaneye gitmek üzere koşarak çıktı. Atladığı bir arabayla âleti binbir zahmetle ve izinle getirebilmişti, ancak çocuğuna anında müdahale edilememişti. Çocuk sakat kalmış; konuşamaz, yürüyemez, kendini bilemez olmuştu. Talip, kendi eliyle çocuğunun hayatını perişan etmiş, kendi hatasını ciğerpâresinin sakatlığıyla ödemişti. İki polis memuru, kelepçeyle kriz geçiren Talip’in ellerini birleştirmeye çalışırken, gözü yaşlı anne çocuğunun durumuna ağlıyor, hıçkırıklara boğuluyordu.

Talip, tutuklanarak polis memurlarının arasında cezaevine doğru yola çıkarılıyordu.

Kaynak: M. Mustafa Üftadeoğlu  / Hikaye - Kasım 2001 Sızıntı Dergisi

En Güzel Yer

10:57:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir baba ve anne iki çocuklarıyla birlikte, okyanusun ortasında ıssız bir adada yaşıyorlardı. Bir gemi kazasında kurtulup orada yaşamaya başlamışlardı. Karınlarını adadaki bitkileri, bir iki çeşit meyveyi, zar zor avladıkları balıkları yiyerek doyuruyorlar ve bir kayanın hem çok soğuk, hem de çok sert ovuğunda yaşıyorlardı.

Çocuklar, adaya çıktıkları zamanı hatırlamıyorlardı o zaman çok küçüklerdi. Ekmek, süt, çikolata ve bunlar gibi lezzetli yiyecekleri hiç görmemişlerdi. Yumuşak bir yatak, sıcak bir yorgan da bilmiyorlardı.

Bir gün dört adam, dikdörtgen şeklinde dar ve uzun bir kayıkla adaya geldiler. Aile onların geldiklerine sevindi ve adadan kurtulacaklarını sandılar.

Fakat o tuhaf kayık hepsini alacak kadar büyük değildi. Her seferinde sadece bir kişi binebilirdi kayığa.

İlk başta baba kayığa binmeyi kabul etti. Dört adam onu da alarak kayığa binip gittiler.

Anne ve çocukları ağlamaya başladılar fakat baba, “Merak etmeyin gideceğim yer buradan daha iyi olacaktır ve siz de yakında yanıma geleceksiniz” dedi.

Bir süre sonra kayık tekrar geldi ve bu sefer anne bindi. Çocuklar yine ağladılar. Fakat o da:

“Ağlamayın! Daha güzel bir yerde yine birlikte olacağız” dedi.

Bir süre sonra kayık tekrar geri geldi ve bu sefer iki çocuk birlikte bindiler. Önce adamlardan korkuyorlardı fakat karayı görünce korkuları bitti.

Anne ve babalarını sahilde gördüklerinde çok sevindiler. Gölgelik bir yerin altında önceden hiç görmedikleri yiyecekleri yiyorlardı.

“Buraya gelirken korkmamız ne kadar gereksizmiş. Bu kayıkçılar bizi almaya geldiklerinde hiç üzülmememiz gerekirdi” dediler.

“Sevgili çocuklarım” dedi baba. “Harap bir adadan güzel bir memlekete gelmemizin bizim için anlamı çok büyük.

Bu dünya kurtulduğumuz o adaya benzer. Ölüm ise geçtiğimiz fırtınalı denizdir. Küçük kayık ise tabut. Ben, anneniz ve siz bir gün gelecek bu dünyayı terkedeceğiz. O zaman hiç korkmayın. Allah’ı seven iyi insanlar için ölüm, harabe bir adadan güzel bir yere gitmek gibidir.”

Selim Gündüzalp Düşündüren Öyküler Zafer Dergisi Ağustos 2007