Faydalı Paylaşımlar..

25 Ekim 2014 Cumartesi

Dilenci Kim?

15:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Saltanatının sınırları geniş diyarlara uzanan bir hükümdardı.Kibrinin ve gururunun ise sınırı yoktu. Elinden gelse bütün dünyayı eline geçirmek ve mülküne dahil etmek istiyordu. Sürekli "daha, daha" diyordu. Hiç kimse ondan bir gün olsun "yeterli" veya "Buna da şükür" sözünü duymamıştı. Yeme-içmede, eğlenmede, hakarette, haksızlıkta hep dünden bir adım ileriye gidiyordu.Öyle bencildi ki, iyilik yaparken bile başkalarına ne kadar cömert olduğunu sergilemek isterdi.

İşte bu hükümdar, bir gün sarayının önündeki bahçede yürüyüşe çıkmış gezinirken, yanına başı önünde eğik, elinde dilenci kabı taşıyan bir adam yaklaştı. Muhafızlar, dilencinin hükümdarın yanına sokulmasının engellediler.

Hükümdar, adamlarına o ana dek hiç konuşmayan dilenciyi bırakmalarını emretti.

"Ne istiyorsun?" diye büyüklenerek sordu hükümdar. Adamın onun yanına dilenmek için geldiği besbelliydi, ama o bu soruyu yine de sordu, çünkü karşısındakinin kendisine yalvarmasını istiyordu. Bu hep böyle olurdu.

Fakirler, dilenciler birşeyler ister, o onlara fazlasıyla ihsanda bulunur, adamlar binbir teşekkürle ve minnetle yanından ayrılırken o "Var mı benim gibi cömert?" dercesine sağına soluna bakınır ve etraftaki yağcıların övgü dolu sözlerini kendinden geçerek dinlerdi.

Ama bu defa öyle olmadı!

Dilenci güldü ve başını kaldırıp hükümdarın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi:

"Sultan hazretleri yoksa benim arzumu yerine getirebileceklerini mi sanıyorlar?"

Böylesine küstahça bir söz karşısında önce ne yapacağını bilemedi hükümdar.İstese oracıkta dilencinin kafasını vurdurabilir ya da onu zindanlarda çürütebilirdi. Ama, bu dilenci kendisine meydan okumaya kalkmıştı ve bu söz ne kadar ağırına giderse gitsin, ona dersini başka bir şekilde vermeliydi. Evet, kararını vermişti: Onu cömertliğiyle ezecekti.

"Elbette ki senin arzunu yerine getirebilirim ey dilenci! Ne olduğunu söyle yeter."

"Çok basit," dedi dilenci ve dilenirken kullandığı kabı uzattı: "Bu kabı birşeyle doldurmanın istiyorum."

Bu kadar basit bir isteği duyunca rahatlayan hükümdar kahkahalarla güldü: "Bundan kolay ne var?"

Yanındaki vezirlerden birisine dönüp emretti: "Bu adamın kabını parayla doldurun."

Vezir saraya gitti, dönüşte getirdiği büyükçe bir kese altını dilencinin kabına boşalttı. Normalde kabı doldurup taşması gereken altınlar kaba dökülür dökülmez yok oldu ve dilencinin kabı biraz önceki gibi bomboş kaldı.

Hükümdar ve etrafındakiler gördüklerine inanamadılar. Dilencinin hiç de öyle büyücü bir görünümü yoktu, ama yine de ondan ürkmeye başladılar. Hükümdar, adamlarını daha fazla altın getirmeleri için saraya yolladı. Ancak, her gelen kesedeki altınlar aynı akıbete uğradı. Dilencinin kabına boşanır boşanmaz, uçup gittiler. Bu kap sanki kara delik gibi altınları yutuyordu. Önce saraydakiler, sonra da olup biteni duyan şehir ahalisi toplandı etraflarına.

Ne kadar altın ve gümüş boşaltırsa boşalsın, hükümdar dilencinin küçük kabını dolduramıyordu. Şanı, şöhreti, tibarı elden gitmek üzereydi. Ama o "Bütün hazinemi gözden çıkarırım da bu dilenci parçasına mağlup olmam" diye homurdanıyordu.

Gerçekten de, altınlar, gümüşler, elmaslar, yakutlar... hazinesinde ne varsa dilencinin kabına boşaltıldı. Ama sonuç değişmiyordu: Dilencinin uzattığı kap bomboştu. Saatler geçiyor, insanlar hayret ve şaşkınlıkla hükümdarın hazinesinin avuç avuç kabın içinde eriyişini seyrediyordu.

En sonunda, hükümdar dilencinin ayağına kapandı ve mağlubiyetini ilan etti: "Sen kazandın, ama gitmeden önce bana tek bir şey söyle. Bu kabın sırrı nedir?" Hırsıyla, kibriyle ün salan koca hükümdar, sıradan bir dilencinin önünde böyle yalvarıyordu.

Gerçekte, bir dilenci değildi karşısındaki. Ona ders vermek için gönderilen dilenci görünüşündeki bir melekti.

Melek "Bu kap" dedi, "insan hırsından yapılmıştır. Ve hiçbir şey onu dolduramaz. Hırsına mağlup olan insan, ister senin gibi sultan olsun ister köylü, kabı hiç dolmayan dilenciye benzer. Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en güzel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz. Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz. Elindeki kabı, dilenir durur."

Kaynak: Murat Çiftkaya, İlham Öyküleri, Timaş Yayınları, 2007.

Ne Kadar Fakir ?

14:31:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir gün zengin bir adam oğlunu kırsal kesime götürüp ona insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek istemişti.

Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gün bir gece geçirdiler. Şehre dönerken baba oğluna sordu:

-Yolculuğumuz nasıl buldun?

-Çok güzeldi babacığım diye cevap verdi oğlu.

İnsanların ne kadar fakir olabileceğini gördün, değil mi?

-Evet

-Peki ne öğrendin?

-Şunu gördüm dedi oğlu. Bizim evde bir köpeğimiz, onların dört köpeği var. Bizim evde bahçenin yarısına kadar gelen bir havuzumuz, onların kilometrelerce uzunluğunda dereleri var. Bizim bahçede ithal lambalarımız, onların yıldızları var. Bizim taraçamız ön bahçeye kadar, onların ki ise ufka kadar uzanıyor. Ufaklık konuşurken, babası şaşkınlıktan tek kelime bile edemedi. Ve çocuk ekledi:

-Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için, teşekkür ederim babacığım!.

Kaynak: Murat Çiftkaya, İlham Öyküleri, Timaş Yayınları, 2007.

Neyi dinliyorsunuz ?

14:14:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir gün bir Kızılderili ve beyaz arkadaşı New York şehrinin merkezinde yürüyordu.

O sırada öğle tatili vaktiydi ve caddeler insanlarla doluydu. Sürücüler kornalarını çalıyor, taksi şoförleri müşteri bulmak için köşelerde bağrışıyor, sirenler çalıyordu... Kısacası, şehrin gürültüsü kulağı sağır edecek derecede fazlaydı. Birden, Kızılderili durdu ve “Bir cırcır böceğinin sesini duyuyorum” dedi.

Arkadaşı “Ne? çıldırmış olmalısın. Bu gürültüde cırcır böceğini duymanın imkanı yok” diye karşı çıktı.

“Eminim” diye ısrar etti Kızılderili. “Bir cırcır böceği duydum.”

Kızılderili bir müddet dikkatle dinledi ve caddenin karşı tarafına geçip büyükçe bir çimento fabrikasına doğru yürüdü. Fabrikanın bahçesinde öbek öbek birkaç çalılık vardı. çalılıklara baktı. Gerçekten de dalların altında küçük bir cırcır böceği vardı.

“İnanılmaz!”dedi arkadaşı. “Sende insanüstü kulaklar var galiba.

“Hayır” diye cevapladı Kızılderili. “Benim kulaklarım seninkilerden farklı değil. Bütün mesele dinlediğin şeye bağlı.”

“Bu mümkün değil!”dedi arkadaşı. “Ben bu gürültüde asla bir cırcır böceğini duyamam.”

“Mümkün” karşılığını verdi. “Neyin senin için gerçekten önem taşıdığına bağlı bu. Dur sana göstereyim.”

Elini cebine sokup birkaç madeni para çıkardı ve onları yuvarlanacak şekilde kaldırımda yere attı. Kulaklarında hala kalabalık caddelerin gürültüsü yankılanırken, 8-10 metre mesafe içindeki bütün kafaların dönüp kaldırımda çınlayan paranın kendilerine ait olup olmadığına baktığını gördüler...

Kaynak: İlham Öyküleri, Murat Çiftkaya

Sultan Kim?

13:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir zamanlar, uzak diyarlardan birinde bilge bir sultan yaşardı. Her hükümdar gibi onun da etrafı onlarca yağcıyla doluydu. Sarayında hangi odaya girse iltifatların, övgülerin bini bir paraydı: 

'Siz gelmiş geçmiş en kudretli sultansınız, efendim!'

'Sultanım! Kimsenin, hiçbir şeyin gücü sizinkiyle boy ölçüşemez.'

'Sizin kudretinizin yetemeyeceği hiçbir şey olamaz,efendim.'

'Siz sultanların sultanısınız ey aziz hükümdar. Kimse size itaatsizlik etmeye cesaret edemez.'

Dediğimiz gibi, sultan aklı başında biriydi ve bu tür aptalca sözleri duymaktan bıkmış usanmıştı.

Bir gün deniz kenarında yürürken, her zamanki gibi kendisine övgüler yağdıran saray ahalisine ve adamlarına bir ders vermek istedi.

'Benim bu dünyadaki en büyük insan olduğumu söylüyorsunuz, öyle mi?' diye sormuş adamlarına.

'Sultanımız!' diye atıldı hepsi bir ağızdan. 'Sizin kadar kudretli, sizin kadar büyük hiç kimse gelmedi bu dünyaya.'

'Yani herşey bana itaat eder, diyorsunuz, öyle mi?' diye devam etti sorularına sultan.

'Kesinlikle efendimiz' diye karşılık verdi saraylılar.

'Dünya sizin önünüzde eğilir ve size ram olur.'

'Demek öyle,' dedi sultan. 'O zaman bana tahtımı getirin ve kıyıya koyun.'

'Derhal sultanımız.'

Ve tahtını hemen getirip kumların üzerine yerleştirdiler.

'Denize yaklaştırın,' diye seslendi sultan. 'Tam şuraya, kumsala koyun.'

Sonra tahtına oturdu ve önündeki denize bakmaya başladı. Biraz sonra adamlarına sordu:

'Bir dalganın gelmekte olduğunu görüyorum. Sizce ona emir versem durur mu?'

Sultanın adamları ne diyeceklerini bilemediler.

'Hayır' demeye de cesaret edemediler. Sonunda, 'Siz emredin dalga size itaat edecektir Sultanım' demek zorunda kaldılar.

'Pekala' dedi Sultan da. 'Ey dalga, sana emrediyorum:

Dur! Deniz, sana da emrediyorum: dalgalanmayı bırak!'

Daha sonra, sessizce bekledi sultan. O arada, küçücük bir dalga geldi, sahile vurdu. Dalga onun ayağını da ıslatmıştı.

'Bu ne cüret?' diye bağırdı ayağa kalkan sultan. 'Ey deniz! Derhal geri dön! Sana önümden çekilmeni emrediyorum. Bana itaat et!'

O daha bunları söylerken, bu defa daha büyük bir dalga gelip ayaklarını ıslattı. Uzaklardan geçen bir gemiden dolayı olsa gerek, dalgalar büyüdükçe büyüdü. Öyle ki, sultanın tahtı suların içinde kaldı. Sadece ayakları değil, elbisesinin etekleri de ıslandı. Bütün bu olup bitenleri hayretle izleyen saraylılar, fısıltıyla sultanlarının aklını kaçırıp kaçırmadığını soruyorlardı birbirlerine.

'Evet, dostlarım' dedi sultan adamlarına dönüp. 'Öyle görünüyor ki, sizin inandığınız kadar kudretli birisi değilim ben. Bakın şu küçücük dalgalara bile sözüm geçmiyor. Nerede kaldı, denizlere, dağlara, dünyaya hükmedebileyim...

'Bu size ders olsun. Bundan böyle tek bir Sultan olduğunu, sadece Onun kudretinin herşeye yeteceğini, denize onun hükmettiğini, bütün denizlerin onun kudret elinde bulunduğunu hatırlarsınız umarım. Sultan da olsam, ben Onun aciz bir kuluyum. Dolayısıyla, bana yönelttiğiniz övgülerin ve iltifatların gerçek adresi ancak O olabilir.'

Kaynak: İlham Öyküleri, Murat Çiftkaya

BESMELENİN FAZİLETİ

09:19:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillâhirrahmânirrahîm " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.

Bir gün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :

" Suna bir oyun çevireyim de görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :

- Bunu iyi sakla !!! diye tembih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocası da onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve:

- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,

" Bismillâhirrahmânirrahîm " diyerek elini uzattı.

Tam o anda, Cenâb-ı Hakkın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.

Sonra karısına ;

- Sana çok zulmettim,çok canini yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep söyle derdi ;

- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkiyle şükretmekten acizdim,beni affet Allah'ım...
O saliha kadın ise ;

- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı Salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişler ki ; " Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır."

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin,"Dini Hikayeler" adlı kitabı.
Sayfa : 6
Çeviren : Hüseyin Erdoğan.

24 Ekim 2014 Cuma

Derman Kimdedir?

13:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adam amansız bir derde tutulmuştu. Günden güne eriyip tükenmekte, artık Azrail Aleyhisselam'ın yolunu gözlemekteydi. 

Gittiği bütün tabiplerden eli boş dönmüş, çaldığı her kapı yüzüne kapanmıştı. Yemeden içmeden kesilmiş, bir deri bir kemik kalmış, gözleri günlerdir uyku görmemişti. Bir tek, filan yerde bir hekim daha var, dedikleri vakit dizlerine biraz derman geliyor, son bir ümitle gidiyor ama oradan da bir çare bulamıyordu. Bütün hekimler ağız birliği etmişti sanki. Bu hastalığın çaresi yok, diyorlar, başka bir şey demiyorlardı.

Boynunu büküp kaderine razı olmaya çalıştığı sırada Lokman Hekim'i duydu. Kimsenin derdine çare bulamadığı hastalar onun elinden şifa buluyor, ölümün pençesinde kıvrananlar onun ilaçlarıyla yeniden doğmuş gibi oluyorlardı. O hekimlerin hekimiydi.

Adamın ne nefes almaya mecali vardı, ne de yürümeye takati. Dağların ardındaydı Lokman Hekim. Ama ne yapıp-edip, ölüm gelmeden bir de ona gitmeliydi.

Yol azığını, asasını, dostlarının dualarını aldı yola koyuldu. Mecali kalmayıp yere yığıldığı zamanlarda Lokman’ın şifalı elleriyle iyileşeceğini düşünerek tekrar kalktı. Her adımda dermana biraz daha yaklaştığını hissederek güç-kuvvet buldu. Yaklaştıkça ümidi arttı Lokman Hekim'e dualar etti, o olmasaydı ne yapardım diye düşündü, gülümsedi, yürüdü dağlar boyunca.

Lokman Hekim'in kapısına geldiğinde yolculuğunun yedinci günü bitmek üzereydi. Son bir gayretle kapının eşiğine geldi, oracığa yığıldı kaldı. Lokman Hekim onu içeri aldı, dinlenmesi için yer gösterdi. Adam kurtarıcısının yüzüne güldü, solgun dudaklarını kıpırdatıp, fısıltıyla dualar etti.

Hekimlerin Hekimi adamı muayene etti, sorular sordu, ne olduğunu anlamadığı bir şeyler yaptı. Sabaha doğru hastasını incelemeyi bırakıp alnındaki teri sildi, bir köşeye oturdu, düşünceye daldı. Adam gözlerini aralayıp yalvararak kurtarıcısına baktı. Bir güzel söz bekledi, bir ümit kırıntısı, yaşayacağına dair bir tek söz, bir tebessüm hiç olmazsa...

Oturduğu yerden yavaşça doğruldu Lokman Hekim, hastasının elini tuttu, gözlerini gözlerine dikti. Adam yalvarırcasına bakmaya devam ediyor, gözleri yaşlı, nefesini tutmuş bekliyordu.

— Evlat, dedi Hekimlerin Hocası, senin derdinin dermanı bende yok!

O anda zaman durdu sanki, hasta adam bir ah çekti, boynu yan tarafa düştü.

Öğleye doğru kendine geldi, zorlukla ayağa kalktı hiçbir şey söylemeden asasına dayanarak kapıdan çıkıp gitti. Nereye gittiğini bilmiyordu, nereye kadar gidebileceğini de... Burada, son ümidini de yok eden bu adamın yanında kalmak istemiyordu, o kadar. Ölüme gidiyordu adam.

Akşamüstüne kadar hiç durmadan yürüdü. Dizlerinde derman tükenince bir ağaca doğru sürünerek ilerledi, sırtını ağaca yasladı. O anda uyku hücum etti gözlerine, direndi. Gözleri kapanırsa bir daha açılmayacak gibi geliyordu. Biraz ilerideki koyun sürüsünü izlemeye başladı. Kuzulara baktı, annesinin etrafında oynaşan kuzulara. Gözünün önüne çocukları geldi, gözlerini aralamaya çalıştı. Peh, dedi, Lokman Hekim'miş, güya hocaların hocası!..

Kuzuları seyretmeye koyuldu tekrar. Göz kapaklarını ellerinin yardımıyla açık tutmaya çalışıyordu ki, o da ne, simsiyah bir yılan kuzularla beraber kara bir koyunun memelerinden süt emiyordu. Gözlerini ovuşturdu, daha dikkatli bakmaya çalıştı, evet öyleydi. Adam şaşkınlık ve merakla seyrederken, karayılan kara koyunun memelerinden emeceği kadar emdi, kıvrıla kıvrıla sürüden uzaklaştı, sonra ak bir taşın üstüne emdiği bütün sütü kustu.

Düşündü adam. Bu bir işaret miydi? Belki... Ölümü beklemek, ölüme gitmekten daha zordu. Sürünerek ak taşın yanına vardı, kararını verdi, yılanın kustuğu sütü içip ölecekti. Taşın üstündeki siyahlaşmış süt birikintisine baktı, bir an durakladı, sonra içiverdi. Lokman'mış, dedi, Lokman!.. Bir daha içti. Gözleri kapanıyordu, engel olmadı gözlerine, kuzulara baktı son kez, başı dönüyordu. Ak taşın üstüne yığılıp kaldı adam.

Güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açtı, etrafına bakındı. Akşam neler olmuştu? Ak taşa ilişti gözü, hatırlamaya çalıştı. Ölmeyi bile becerememişti.

Ağaca doğru yürüdü, eğilip asasını aldı, dönüp bir ak taşa, bir asaya baktı. Ama ağaca kadar asasına dayanmadan nasıl yürüyebilmişti? Nasıl olurdu bu? Kendini şöyle bir kontrol etti, nefes alıp verdi, bir başkalık vardı vücudunda, iyi hissediyordu kendini.

Köyüne doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe açıldı, açıldıkça kendine geldi, asayı attı. Eskisi gibiydi. Sanki dün akşam sürünerek ölüme giden adam kendisi değildi. Elindeki çıkını fırlatıp attı, sevinç içinde köyüne, çocuklarına doğru koşmaya başladı.

O anda Lokman Hekim aklına gelince durdu, dönüp geldiği yola baktı, kararını verdi, geri dönüp onu görecekti. Hani benim derdimin dermanı yoktu, hani sen hekimlerin hocasıydın, bak işte sapasağlamım diyecekti. Sen de tabipsin öyle mi, hadi canım!.. Bak bir yılanın zehri... Yok yok, söylemeyecekti nasıl iyileştiğini, bilmesin di o kendini hekim zanneden adam. Lokman Hekim'le nasıl alay edeceğini düşündükçe dizleri daha bir kuvvetleniyor, adımları hızlanıyor, vücudu biraz daha canlanıyordu.

Lokman Hekim'in evinin önüne gelip durdu. Bu defa başkaydı, eşiğe baktı, kahkaha attı, var gücüyle kapıyı çalmaya başladı. Lokman'mış, dedi bir kez daha, daha hızlı çaldı kapıyı. Lokman kapıyı açtı nihayet, içeriye buyur etti. Adam kapıyı omuzlarcasına girdi içeri.

— Bak, diyordu vücudunu göstererek, oradan oraya zıplıyor, yerinde duramıyor, hey Lokman Hekim, diyordu, bütün dertlerin dermanı varmış sende! Bir de beni muayene etsen, hocaların hocası, hah hah ha...

Lokman Hekim adama yaklaştı, omuzlarından tuttu, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, tane tane konuşmaya başladı:

—Ah evlat ah, senin derdinin dermanı bende yok dedim, ben nereden bulaydım karayılanı, kara koyunu, kendi rızasıyla nasıl emzirseydim, ak taşın üstüne nasıl kustursaydım...

Adam şaşırmıştı, gözlerini yerden kaldıramıyordu, ellerine sarıldı Lokman Hekim'in, af diledi yüreği yanarak.

Dermanın sahibini bilmişti adam. Gerçek derdi bilmişti...

Kaynak: Serdar Tuncer - Satır Arası Hikâyeler

23 Ekim 2014 Perşembe

İlmi Diyanet Mi? İlmi Siyaset Mi?

15:06:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Eski günlerin birinde, çok meşhur bir hoca varmış. Bilgisiyle, tecrübesiyle, yetiştirdiği kişiler ile ülkede bilmeyeni yokmuş. Yükselmek, büyük adam olmak isteyen herkes muhakkak bu meşhur hocaya gelip ondan ders alırmış. Onun ilminden yararlanırmış.

Devlet adamı olup büyük mevkilere gelmek isteyen bir genç köy delikanlısı bu hocanın ismini duymuş. Onun ilminden faydalanmak, ondan ders alabilmek için köyünü terk etmiş. Düşmüş yollara. Aylar sonra hocaya ulaşmış.

'Hocam ne olur beni kabul edin. Beni yetiştirin' demiş. Hoca 'İlmi diyanet mi, yoksa ilmi siyaset mi öğrenmek istersin' diye sormuş. Genç köylü. 'Bana ilmi diyanet öğretin hocam' demiş. Eğitim başlamış...

Aylar geçmiş. Genç köylü ilmi diyanet konusunda iyice yetişmiş, pişmiş. Hocası 'Artık tamamsın. Şimdi de ilmi siyaset öğrenmek istermisin' diye sormuş. Köylü, 'Hocam, ilmi diyanet bana yeter. Ben köyüme dönmek istiyorum' demiş.

Genç köyüne dönmüş. Akrabaları kendisini büyük bir ilgiyle karşılamış. Diyanet konusunda çok derin bilgi sahibi olduğu için, köyün camisine gidip hocanın vaazlarını dinlemek istemiş. Camiye gitmiş. Hocayı dinlemiş. Duyduklarına inanamamış. Hocanın söylediklerinden hiç memnun olmamış. Tam tersine, hocanın söylediği yanlış, uydurma şeyler nedeniyle sinirlenmiş. Bir ara kendini tutamayıp cemaatin içinden yüksek sesle bağırmaya başlamış.

'Söylediklerinin hepsi yanlış. Uydurma. Ne biçim hocasın. İnsanları kandırıyorsun' . İşte bu sözler üzerine camide bir sessizlik olmuş. Herkes dönüp bu cümlenin geldiği yere bakmış. Hoca da gence dönüp kaşlarını çatmış. İtibarı zedelenmesin diye bu sesi susturmak için hoca cemaate dönüp bağırmış

'Ey cemaat, işte size bahsettiğim münafıklardan bir tanesi de burada, aramızda. Allah'a inanmayan, camiye hakaret eden, hocaya baş kaldıran cehennemlik bir kafir içimizde oturuyor. Tutun onu. Gereken dersi verin. Atın dışarı' demiş...

Cemaat genci yakalamış. Tekme tokat ve küfürlerle caminin dışına atmışlar. Her yeri yara bere içinde kalan genç inliye inliye evine dönmüş.

Aradan birkaç hafta geçtikten sonra genç köylü karar vermiş. Meşhur hocaya geri gidip 'ilmi siyaset' öğrenmek gerektiğine inanmış. Yeniden yollara düşmüş. Meşhur hocaya ulaşmış. 'Hocam, ben geri geldim. Şimdi bana ilmi siyaset öğretmenizi istiyorum' demiş.

Aylar geçmiş. Gencin ilmi siyaset eğitimi tamamlanmış. Genç, hocasının elini öpüp köyüne geri dönmüş. Hemen eskiden dayak yediği camiye gitmiş. Aynı hoca duruyormuş. Eski tas, eski hamam. Aynı hoca yine saçma sapan şeyler söylemiş. Cemaati yanıltan, kandıran ifadeler kullanmış.

İlmi diyanet'ten sonra ilmi siyaset eğitimini de almış genç köylü, cemaat içinde ayağa kalkmış. Hoca kaşlarını yine çatıp gence bakmış. Cemaat kafalarını çevirip ayaktaki gence dönmüş. Sessizlik olmuş. Genç köylü yüksek sesle cemaate seslenmiş:

'Ey cemaat. Bu Hoca efendi çok doğru söylüyor. Bu Hoca efendi ne mübarek bir hocadır. Ne yüce bir hocadır. Ey cemaat, her kim ki bu hoca efendinin bir kılını kopara ve ala, o kişi hiç şüphe yoktur ki cennetin kapısını aralaya.... '

İşte bu sözlerden sonra cemaat bir anda ayağa kalkıp, hoca efendinin üstüne çullanmış. Hocadan bir kıl koparmak isteyen onlarca insanın altında kalan hoca, bir daha o köyde hocalık yapamayacak hale gelmiş. Genç köylü de, ilmi siyasetin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlamış....

Kaynak:Anonim

İpin Hesabı

11:56:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş.

"Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,

-Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş.

Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar.

-O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?"

Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.

- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

- Aman, demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?

Hayatını ve hayatın içerisinde istifade edilen lütufların hesabını vermek hafife alıncak şey değildir.

Kaynak: Mehmet Akar, Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 156

Her İşte Bir Hayır Vardır

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. 
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
-Bunda da bir hayır var!

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.

Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:

-Bunda da bir hayır var!

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:

-Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?' Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.


Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.


Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.


-Haklıymışsın!' dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi.

-Hayır, diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var.

-Ne diyorsun Allah aşkına?diye hayretle bağırdı kral. Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir?
-Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene.

Kaynak: İlham Öyküleri, Murat Çiftkaya

22 Ekim 2014 Çarşamba

Sanki Yedim Cami

23:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Sanki Yedim Camii, Osmanlı döneminde 18. yüzyılda yaptırıldığı tahmin edilen küçük bir mahalle camiidir. İstanbul’un Fatih ilçesinde Zeyrek mahallesinin Kırbacı sokağında bulunmaktadır. Yapılış tarihi ve kim tarafından yaptırıldığı hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte çeşitli rivayetler günümüze ulaşmıştır.

Keçecizade Hayreddin Efendi adında dar gelirli bir esnaf (bir başka rivayete göre Adanalı Şakir Efendi’dir) “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı gereği üzere kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar imâr eder. İşte bunların doğru yolda olup başarıya ulaşacakları umulur.” (1) âyetindeki müjdeyi duyunca bir cami yaptırma arzusu duyar. Nefsinin arzularını dinlemeyip para biriktirmeye başlar. Ne zaman ki canı bir şey istese: ‘Sanki yedim (var say ki yedin)!’ der ve parasını bir kenara koyar. (2) 20 yıl sonra biriktirdiği paralar küçük bir cami yaptıracak miktara ulaşınca Kırbacı sokağındaki mütevazı camiyi yaptırır. Yaptırılan cami halk arasında ‘Sanki Yedim Camii’ olarak anılmaya başlar.

Mimarî özelliğe sahip olmamakla birlikte fevkani ve betonarme olarak yapılan mabedin bir büyük ve dört çeyrek kubbesi olup, kurşunla kaplıdır. Caminin arka kısmında mahfili olup, minaresi tek şerefeli ve betonarme olarak yapılmıştır. Cami, konumu itibariyle apartmanların arasına sıkışmış bir durumdadır. İç alanı 100 m2, dış kısmı ile birlikte 130 m2’dir. Yaklaşık 200 kişi aynı anda ibadet edebilmektedir

Cami Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce Fatih-Unkapanı civarında çıkan yangında ağır bir tahribata uğramıştır. 1959-1960 yıllarına kadar metruk halde kalan camii bir süre marangozhane olarak kullanılmıştır. Eski mimarî özelliğinden bugün eser (kalmayan cami, mahalle sakinlerinin ve hayırseverlerin yardımlarıyla tekrar yaptırılmıştır. Çevresi ev ve apartmanlarla çevrilidir. Bediüzzaman Said Nursî, Sanki Yedim Mescidi’nden Sözler adlı eserinde şöyle bahsetmektedir:

“Lezâiz çağırdıkça, “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim”i düstur yapan Sankiyedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.” (3)
Sanki Yedim Camii bugün bir imam-hatip ve bir müezziniyle ibadete açıktır.


Dipnotlar:
1. Tevbe, 9/8.
2. Yeni Asya Neşriyat, Sözler / Lemeât - s. 332.
3. Yeni Asya Neşriyat, Sözler – s. 664.

Musa (a.s) ve Cennetteki Arkadaşı

13:29:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Hz. Musa Aleyhisselâm, bir gün münacatları esnasında «Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir, bana göster.» diye iltica eder. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri:

- Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şemail ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler.

Hz. Musa Aleyhisselâm hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek ahvaline vâkıf olmak üzere oturur. Görür ki gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Sattığını hep eksik tartmaktadır. Hz. Musa’nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir, her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir. Tam o esnada Hz. Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir.

Hz. Musa Aleyhisselâm akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa: «Ya kasap, beni misafir kabul eder misin? diye sorar. Kasap da «Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim.» der ve beraberce giderler. Hemen Hz. Musa Aleyhisselâmm önüne yemekler koyar ve «Ey mübarek zat isterseniz siz yeyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz lâzım gelecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsâdenizle onu yerine getireyim.» der. Ve getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembıM aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O’nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa Aleyhisselâmın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar.

Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuş. Bu hali Hz. Musa Aleyhisselâm farketmiş olduğu için o kimseye:

- Ey kişi, bu senin annen midir?

-Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim.

- Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı?

- Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda «Ya Rabbî, bu oğlumu cennette Musa’ya arkadaş eyle.» diye dua eder.

- Ey kimse! Sana müjdeler olsun kî, annenin duası dergah-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler.

O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tevbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar.

Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile, salihler zümresine dahil olur.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Bir Lokma Ekmek Karşılığında Yüzyirmidörtbin Peygamberin Aracılığını Temin Etmek Mümkün Mü?

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Büyük erenlerden Cüneydi Bağdadi ölünce onun postuna Muhammed Harirî oturmuştur. Muhammed Harirî bir yıl Mekke'de Kabe'de de kalmış, çoğu zamanlar hiç iftar etmeden oruç tutmuş, hiç uyumadan geceleri ibadet ederek geçirmiş, çoğu kere yorgun düştüğü halde sırtını duvara, ayaklarını ileriye uzatma ihtiyacını bile duymamış seçkin Allah erenlerinden biridir. Ömrünün altmış yılı bu şekilde geçen Muhammed Harirî evliyalıkta kutupluk makamına yükselmiştir.

İşte bu Allah dostuna yakınlarından biri bir gün başından geçen ilginç bir hadiseyi anlatmasını rica eder o da şu olayı nakleder:
Bir gün tekkede otururken yalın ayak, başı kabak, saçları darmadağın solgun ve üzgün yüzlü genç bir fakir çıkageldi. Abdestini aldı, iki rekat namaz kıldıktan sonra ceketiyle başını örterek uykuya daldı. Akşam ezanı okununca yeniden abdestini alarak bizimle birlikte namazını kıldı.

Tesadüf ya bu. O gece bizi Bağdat valisi yemeğe davet etmişti. Ben ve diğer dervişler sohbet toplantısı yapacaktık. Davete giderken fakiri de çağırdım. Böyle bir davete ihtiyacı olmadığını, fakat kendisine bir kase sıcak çorba verirsem çok makbule geçeceğini ifade etti. Kendi kendime, "Adam koskoca davete gelmiyor da benden bir kase sıcak çorba istiyor, çattık." diye düşünerek çekip gittim. Çorba da vermedim.

Davetten dönüp tekkeye geldiğimde genci bir köşede büzülmüş uyurken gördüm. Ben de yatağıma uzanıp uykuya daldım. O gece bir rüya gördüm. Rüyada Peygamberimiz (sav), sağında Hz. İbrahim (a.s), solunda Hz. Musa (a.s) arkasında da yüzyirmidörtbin peygamber yer almışlar, karşısında duruyorlar. Hepsinin yüzleri ayın ondördü gibi parlamakta ve etrafı nurdan bir ışık halesi sarmaktadır.

Sevinç içinde sevgili Peygamberimizin elini öpmek için huzuruna koştum. Fakat bana yüz çevirdi. Aynı hareketi üç defa yaptım. Bir türlü elini vermiyordu, her seferinde benden yüzünü gizliyordu. Acaba sebebi neydi? Neden bana elini vermiyordu? Büyük bir üzüntüye düştüm. İçim içime sığmıyordu. Sebebini öğrenmeli ve hatamı düzeltmeliydim.

Dayanamayıp sordum; "Ey Allah'ın elçisi!.. Neden benden yüzünü çeviriyorsun? Sana karşı ne gibi bir kusur işledim?" Sevgili Peygamberimiz (sav) yüzünü bana döndü. Öfkesinden yüzü kırmızı yakut gibi kızarmıştı. Dedi ki: Ey Muhammed!.. Bu gece büyük bir kusur işledin. Fakirlerimizden biri senden bir kase sıcak çorba istedi de vermedin. Üstelik de aç bırakarak valinin davetine gittin. Hangi yüzle sana bakabilirim, söyler misin?"

Sabah olup uyandığımda her tarafımı korku kaplamış, tir tir titriyordum. Gerçekten büyük bir suç işlemiştim. Gözlerimle hemen genci aradım. Fakat yoktu. Hızla tekkeden çıkarak yola düştüm. Baktım ki genç gidiyordu. "Ey genç Allah aşkına bir dakika dur!.." diye seslendim. Durdu. "Şimdi sana çorba getiriyorum" deyince, gülümseyen nazarlarla beni süzdü ve ardından da, "Üstadım!" dedi. "Senden bir lokma ekmek bir kase sıcak çorba alabilmek için yüzyirmidörtbin peygamberin aracılığına ihtiyaç var. Herkes bunları nereden bulsun?" Bunları söyledikten sonra da gözlerden kaybolup gitti. Dona kaldım.

Yüce Allah (cc), cümlemizi fakirlere yardım elini uzatan ve kimsesizleri kollayan kullarından eylesin, amin...
- Müşkat-ül Envar -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 28-31

21 Ekim 2014 Salı

Sana Bir Kaz Yollasam Yolar Mısın?

03:32:00 Posted by Mücahid Reis No comments
     


Padişahın biri veziriyle birlikte tebdil-i kıyafet gezintiye çıkmış. Tebaası nasıl yaşıyor, nasıl geçiniyor, sıkıntıları neler görmek istemiş. Gezi sırasında bir köye gelmişler. Küçük, şirin bir evin önünde oturmuş, örgü ören bir genç kız görmüşler. Padişah kızın yanına yaklaşıp sormuş:

- Merhaba kızım. Baban evde mi?

Kız: - Babam evde yok! Azı çok etmeye gitti.

Padişah: - Annen evde mi?

Kız: - Annem de evde yok! O da biri iki etmeye gitti.

Padişah: - Kızım eviniz çok güzel ama bacası eğri.

Kız: - Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter.

Padişah: - Sana bir kaz yollasam yolar mısın?

Kız: - İzninizle en ince tüylerine kadar yolarım!

Padişah kıza "Öyleyse selametle kal!" deyip, veziriyle tekrar yola koyulmuş. Saraya varınca padişah vezirine sormuş:

- Kız ile ne konuştuğumuzu anladın mı?

Vezir:

- Doğruyu söylemek gerekirse anlamadım padişahım, demiş.

Padişah:

- O halde tez vakitte git öğren! Yoksa seni vezirlikten azlederim! demiş.

Vezir telaşla fırlamış. "Nasıl öğrenirim?" diye düşünürken, en iyisi ilk ağızdan bilgi almak deyip, gitmiş padişahın konuştuğu kızı bulmuş. Vezir:

- Aman kız, hanım kız!... Biz bir gün yanımda biriyle senin yanına gelmiştik. Yanımdaki kişi senle sohbet etmişti. O sohbette konuştuklarınız ne anlama geliyordu? Onları bana bir deyiver. Dile benden ne dilersen.

Kız:

- Konuştuklarımızı açıklarım ama her cevap için on altın isterim, demiş.

Vezir kabul etmiş. Kız anlatmaya başlamış:

- O amca bana babamı sorduğunda "Azı çok etmeye gitti" demekle; babamın çiftçi olduğunu, tarlaya tohum ekmeye gittiğini anlatmak istedim.

Vezir on altını vermiş, kız devam etmiş:

- O amca annemi sorduğunda "Annem biri iki etmeye gitti" demekle; annemin ebe olduğunu, doğum yaptırmaya gittiğini anlatmak istedim.

Kız vezirden on altın daha alıp devam etmiş:

- Amca "Eviniz çok güzel ama bacası eğri" demekle; benim güzel olduğumu ama gözelerimin şaşı olduğunu söyledi. Ben de "Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter" diyerek; şaşıyım ama gözlerim iyi görür demek istedim.

Vezir kıza on altınını verip hemen atılmış:

- Peki ya "Sana bir kaz yollasam yolar mısın?" ne demek?

Kız tebessüm edip açıklamış:

- O kaz da sizsiniz, demiş. Bunları öğrenmek için bana onlarca altın verdiniz!...

Kaynak:Anonim

20 Ekim 2014 Pazartesi

Define

10:22:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Delikanlı, babalarının miras olarak bıraktığı arsaya bir ev yapmayı plânlıyordu. Fakat arsa, sadece bir ev yapabilecek genişlikteydi ve en büyük erkek çocuk olmasından ötürü burası ona yakışırdı. Delikanlı, "Allah vergisi" dediği açık gözlülüğü ile kısa bir süre sonra bütün işleri halletti ve diğer kardeşlerinin saflığından faydalanarak arsayı üzerine geçirdi. Ancak her zamanki parasızlığı ile evi nasıl tamamlayacağını kara kara düşünüyordu.

Sonunda ona da bir çözüm buldu. Arsayı olduğu gibi evi de bedavaya getirecek, yakınlarından alacağı ödünç paraları inşaat malzemesine yatıracaktı. Enflasyon canavarı, nasıl olsa borçlarını bir kaç yıl içinde silip süpürür ve kendisini bedavadan ev sahibi yapardı.

Delikanlı, hangi arkadaşlarını daha kolay aldatabileceğini düşünürken, evin temel kazısını da bedavaya halletmenin yollarını arıyordu. Çünkü arsa, yer yer kayalık bir zemine sahipti ve kazma işi çok para tutacaktı.O halde, buna da bir çözüm gerekiyordu. Sonunda, dede~|~sinden kalan el yazması Kur'ân'ın arkasındaki boş sayfayı kopartarak oraya bir define haritası çizmeye başladı.

Evi düşündüğü yer, arsadaki dört büyük ağacın tam ortasıydı. Çizeceği haritada, köyün tarihî çeşmesine bitişik olan arsasını tarif edecek ve ağaçların arasında müthiş bir hazine bulunduğunu belirtecekti. Kendini bildiği günden beri babasıyla birlikte define aramaya gittiği ve kazmadık yer bırakmadığı için, bu tür haritaların inceliklerini gayet iyi hatırlıyor, çizgi ve işaretlerle donatılan yıpranmış bir haritanın, köy kahvesindeki acemi definecileri çılgına çevireceğini adı gibi biliyordu. İşini büyük bir itinayla tamamladıktan sonra, haritayı kahvehane masalarından birinin altına koyup oradan uzaklaştı.

Delikanlı, iki gece sonra arsasına gittiğinde, tahmin ettiği manzara ile karşılaştı. Uzaktan görebildiği kadarıyla üç?dört adam, gecenin soğuğuna ve inceden inceye yağan yağmura aldırmadan harıl harıl çalışıyor ve haritada tarif edilen ağaçların arasını kazıyordu. Delikanlı, daha sonraki gecelerde de tekrarlanan bu operasyonu uzaktaki bir ağacın altına kaykılmış vaziyette seyrederken, bütün mal varlıklarını eriten definecilikten ilk defa birşeyler kazanmanın sevinciyle türküler mırıldanıyordu.

Delikanlı, tamamlanmak üzere olan temel kazısını görmek için arsasına gittiğinde, daha da keyiflendi. Haritada tarif ettiği yer, sanki bir iş makinasıyla kazılmış ve arsayı bir kanser gibi saran büyük kayalar, tam istediği gibi parçalanarak arsa kenarına istiflenmişti. Böylelikle temel duvarları için gerekli olan malzeme de hazırlanmış oluyordu. Bir sigara tüttürmek için o kayalardan birine oturduğunda, sağa sola atılan kırık küpleri ve adamların gözünden kaçan tek bir altını görerek bulunduğu yere yığıldı.

O gün bütün şehir, dört ağaç arasından çıkartılan küpler dolusu define haberiyle çalkalanıyordu.

Kaynak:Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikayeler Zafer Dergisi 2002

18 Ekim 2014 Cumartesi

Kırk Gün Bekledi

12:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş meyveler olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı.

Efendisi;

"Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı.

Mübârek;

"Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi.
Bağ sâhibi;

"Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye çıkıştı.

Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu.
Efendisi;

"Niçin onlardan yemedin?" deyince;

"Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.

Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:

"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç."

Bunun üzerine efendisi:

"Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.

O ise kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi.

Eve varınca hanımına;

"Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı;

"Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi.

Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı;

"Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine kâdı;

"Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:

"Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.

Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi. İşte bu Abdullah, Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, evliyanın meşhurlarından Abdullah bin Mübârek’tir.

Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları

Ben Burada Yatacağım

12:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments

26 yaşında bir ölüm Türkiye’yi sarstı.

Çünkü bir akşamüstü evinde kalp krizi geçiren kişi, her yıl sağlık kontrolünden geçen ve mesleği gereği her gün saatlerce spor yapan bir futbolcuydu.

***

Merhum futbolcunun babası Bosna’dan Bursa’ya göç ettiğinde, dil bilmediği için bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamış.
Anne, üç çocuğunun en küçüğü, en güzeli, en yakışıklısı olan ve yıllarca beş kuruş kazanmadan top koşturan oğlunun çamurlu kramponlarını her akşam yıkamış, eline üç kuruş para geçtiğinde, oğlu güçlensin diye et almış. O da annesine söz vermiş, “Göreceksin, ilerde saraylarda yaşatacağım sizi.”

16 yaşında ilk parasını aldığında tomar halinde annesine teslim ederken, “Dolabı donat anne” demiş… Anne ise dolabı sırf onun için donatmış aslında; “Bizim yememiz önemli değil, onun kuvvetli olması lazım” diye.

Oğlu Bursa dışına transfer olduğunda anne istememiş. “Sensiz duramam” demiş… Onunla birlikte giden iki arkadaşı dayanamayıp dönmüşler. O ise ailesini “yaşatmak” için direnmiş. Geceleri yorganın altında ağlar, kimselere belli etmezmiş.

Yıllar sonra iyi para kazanmaya başladığında aldığı ev, restoran, ne varsa annesinin üzerine yaptırmış (Porsche spor arabasını bile!).
Tam “Ailesini saraylarda yaşatmaya” başlamış ki…

***

Hikâyenin buraya kadar olan kısmını zaten biliyorsunuz. Çünkü daha senesi dolmadı. Bundan sonrasında küçük bir ayrıntı var, onu paylaşmak için yazdım.

Genç futbolcu Ramazan Bayramında Eskişehir’den Bursa’daki ailesinin yanına geldiğinde ağabeyi Engin ile birlikte dedelerinin mezarını ziyaretine gittiler. Tam dönerken bir mezar taşı dikkatini çekti futbolcunun; şöyle yazıyordu:

“Dün ben de sizin gibiydim, yarın siz de benim gibi olacaksınız.”
Durdu, mezarın yanına oturdu. Dalıp gitti. Çok etkilenmişti. Kalkarken, hemen o mezarın yanındaki boşluğu ağabeyine gösterip:

– Ben de burada yatacağım, dedi.
Sonrasını ağabeyi Engin anlatıyor:

– Bu olaydan sadece on beş gün sonra kardeşimin şok ölümü gerçekleşti… Mezarlıklar müdürlüğünden yer alıp kabristana gittiğimizde, rahmetli kardeşimin on beş gün önce “Burada yatacağım” dediği yeri vermişlerdi bize… Oraya defnettik. “Dün ben de sizin gibiydim, yarın siz de benim gibi olacaksınız” yazan mezar taşına komşu oldu.

Yazar:Sadık SÖZTUTAN

Sobadaki Hikmet

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet, bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakında ki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz ayrılır. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 m. kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.

Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış”;

Fizikçi: “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş”;

Jeolog: “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış”;

Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış”;

Antropolog: “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarı kurmuş.” der.

Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarda olmasının nedenini sorarlar. Adam cevap verir:

“Boru yetmedi de efendim!”

Kaynak:İsmail Tongar (Dört Dörtlük Hikayeler-Nesil Yayınları)

17 Ekim 2014 Cuma

Acıları Kuma,İyilikleri Taşa Yazmalı

13:22:00 Posted by Mücahid Reis No comments


iki arkadaş çölde yürümektedirler.
Yolculuğun bir noktasında bir tartışma olur ve biri diğerine tokat atar.

Tokadı yiyenin canı acır ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazar:

“ BU GÜN EN İYİ ARKADAŞIM BENİ TOKATLADI”

Bir vahaya gelene kadar yürümeye devam ederler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen bataklığa saplanır ve boğulmak üzereyken arkadaşı onu kurtarır. Kurtulan kişi, kurtulduktan hemen sonra bir taşa şöyle yazar:

“BUGÜN EN İYİ ARKADAŞIM HAYATIMI KURTARDI”

Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar:

“Canını acıttığımda kuma yazdın, neden şimdi taşa yazıyorsun?

Diğeri cevaplar:

“Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki rüzgar onu silip götürsün. Ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiçbir rüzgar onu silemesin.”

ACILARI KUMA, İYİLİKLERİ TAŞA YAZMAYI ÖĞRENMEK LAZIM…

Kaynak: Gökkuşağı Öyküleri, Murat Çiftkaya

16 Ekim 2014 Perşembe

Huzur

12:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Halkı tarafından sevilen bir kral, bir gün huzuru en güzel resmeden sanatçıya büyük bir ödül vereceğini duyurdu.

Yarışmaya çok sayıda sanatçı katıldı. Kral sadece iki tabloyu beğendi.

Tablonun birinde bir göl vardı. Göl bir ayna gibi yüksek dağların görüntüsünü yansıtmaktaydı. Üst tarafını pamuk beyazı bulutlar süslüyordu.

Resme kim baksa mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.

Diğer tabloda dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Gökyüzünde yağmur yağıyor, şimşek çakıyordu. Dağın eteğinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu.

Resim hiç de huzurlu görünmüyordu.

Kral resimde şelalenin altındaki kayalıklarda mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üzerinde ise bir kuş yuvası vardı. Yuvada anne serçe yavrularını besliyordu.

Ödülü ikinci resim kazandı. Kral sebebini şöyle açıkladı:

-Huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur zorluklara rağmen yüreğimizin huzur bulmasıdır.

Yazar:Sema Maraşlı

Bir Gün Mutlaka

11:04:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir gün, çocuğum doğdu. O dünyaya geldiğinde, yetişmem gereken uçaklar ve ödenmesi gereken faturalarla meşguldüm.

Ben uzaklardayken yürümeyi öğrendi. Konuşmayı da öyle.

Ve biraz büyüdüğünde, “Senin gibi olmak istiyorum baba” demeye başladı. “Ben de büyüyünce senin gibi olacağım.”

İşyerine telefon açıp, “Baba, eve ne zaman geleceksin?” diye sorardı ikide bir.

“Ne zaman geleceğimi bilmiyorum oğlum. Ama geldiğimde birlikte güzel bir vakit geçireceğimizden emin olabilirsin.”

Yıllar öylece geçip gitti.

Oğlum on yaşına geldi.

Ona güzel bir top aldım.

“Top için teşekkürler baba!” dedi, “Haydi oynayalım.”

“Bu hafta sonu tamamlamam gereken işler var” dedim. “Bugün olmaz, haftaya, tamam mı?”

“Tamam” dedi, fakat yüzündeki gülümseme eksilmedi.

“Büyüyünce baba” dedi, “ben de senin gibi olmak istiyorum.”

Yıllar öylece geçip gitti.

Oğlum önce ilkokuldan, sonra liseden, sonra üniversiteden mezun oldu.

Bu durumda, başka birçok baba gibi, benim de söylemem gereken birşeyler vardı.

“Seninle gurur duyuyorum” oğlum dedim. “Gel, şöyle biraz oturalım; sana diyeceklerim var.”

Başını salladı ve gülümseyerek:

“Arkadaşlara sözüm var baba” dedi. “Sen arabanın anahtarlarını verebilir misin bana? Sonra görüşürüz, oldu mu?”

Yıllar öylece geçip gitti.

Emekli oldum. Artık bol bol vaktim vardı. Oğlum ise başka bir şehirde iyi bir iş bulmuştu, orada yaşıyordu.

Bir gün ona telefon ettim. “Eğer sence de uygunsa, hafta sonu buraya gel de hasret giderelim” dedim.

“Sevinirim baba” dedi. “Bir bakayım, müsait bir vakit bulabilirsem, gelirim. Ama şu sıralar işlerim çok yoğun. Fakat seninle görüşmeyi ben de istiyorum, baba.”

“Peki, ne zaman gelirsin oğlum?”

“Ne zaman olur bilmiyorum, baba. Şimdi bir iş görüşmem var, ona yetişmem gerek. Sonra ararım seni. Geldiğimde birlikte güzel vakit geçireceğimizden emin olabilirsin.”

Ve telefonu kapattığımda, oğlumun çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini anladım.

Çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini...

Örnek aldığı babasına benzediğini... Büyüyünce tıpkı babası gibi olduğunu...

Kaynak:Yaşanmış Öyküler Kitabı / Zafer Yayınları
(İngilizceden Tercüme: Emine Aydın)

ANNE GÜVERCİN

06:27:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Güzel bir yaz günüydü. Batur elinde sapan evlerinin yakınındaki ağaçlıkta kuş avına çıkmıştı. Gözleri radar gibi dikkatle çevreyi tarıyordu. Birden arkasında bir ses duydu: ’Vurma kuşları.’ Döndü, baktı. Seslenen yabancı değildi. Mahalle arkadaşı Sarper’di: “ Ne istersin şu küçük yaratıklardan bilmem ki? Ne zararı var onların sana? Bırak ötsünler, uçsunlar, kanat çırpsınlar. “ Batur: “ Sarper yine mi sen? Bu kaçıncı? İşime karışma demedim mi ben sana? Bak kuşları ürküttün, kaçıp gittiler. Kuş vurmak yasak mı yani? “ Sarper: “ Yasak tabii. Şu sıralar kuş yavrularının büyüme zamanı. Batur: “ Amma yaptın ha.. Yasakmış.. Yasaksa yasak. Kim bilecek benim kuş vurduğumu? Çevrede bir yığın kuş var. Bir kuş vursam kuş kıtlığına kıran girmez ya, kuş nesli tükenmez ya. Bana bak Sarper, sen iyi bir arkadaşsın, fakat şu kuş işine karışma “ dedi ve ses çıkarmamaya dikkat ederek usul usul ilerlemeye başladı. Yirmi metre kadar gittikten sonra bir ağacın altında durdu. Sapanını yukarıya doğru kaldırdı. İyice nişan aldıktan sonra sapanındaki taşı fırlattı. Taş hedefini bulmuştu. Kuş yere düşerken aynı anda havalanan bir başka kuşun kanat sesleri duyuldu. Batur az ötesinde yere düşen kuşu aldı. Kuş can çekişmekteydi. Hemen kuşun kafasını kopardı. Kendisine doğru yürümekte olan Sarper’e dönerek: “ Nasıldım ama? Tek atışta hedef on ikiden. Tık kafa gitti. Tüylerini yoldum mu, küçük bir ateş yakarım. Cız bız. Sonra deyme keyfime “ dedi.

Arkadaşının sözlerine aldırış etmemesine içerleyen Sarper: “ Ne desem, ne söylesem boşuna. Başkalarının senden daha iyi düşünebileceğini hiçbir zaman kabul etmezsin zaten. Vurduğun bir yabani güvercin yavrusu. Yirmi gram et ya çıkar, ya çıkmaz. Hem düşünmediğin bir şey var. Bu yere düşerken kanat sesleri duymuştuk. Herhalde anne güvercindi uçan. Yabani güvercinler bildiğim kadarıyla kin tutarlar. Yavrusunu vurmakla hiç iyi yapmadın “ dedikten sonra geriye dönerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Batur daha sonra ağaçlığın kenarında küçük bir ateş yaktı. Buraya gelirken yavru güvercinin tüylerini yolmuş ve iç organlarını temizlemişti. Kuşu pişirmeye başladı. Fakat arka tarafındaki ağaçlardan birinde üzgün ve yaşlı bir çift gözün kendisini izlediğinin farkında bile değildi.

Anne güvercin bir taraftan yavrusunu vuran çocuğu seyrederken, bir taraftan da düşünüyordu: “ Aslında elinde bir çocuğun bize doğru yaklaştığını görmesek, duymasak bile hissederiz. Fakat biz kuşlar, ağaç dalları üzerinde otururken dalar gideriz. Geçmişi düşünürüz. Hatıralar gözlerimiz önünde canlanır. Doğrularımız, yanlışlarımız aklımıza gelir. Çoğu zaman da hayaller kurarız. Bunlar genellikle tadını damağımızda hissedeceğimiz hayallerdir. Yani gerçek olmasını istediğimiz. İşte bu gibi durumlarda bir sapanın veya bir tüfeğin bize doğru nişanlandığını görmemiz yahut yaklaşan birinin hışırtısını, ayak seslerini duymamız mümkün değildir. Biricik yavruma uçmayı öğretiyordum. Yavrum çok yorulmuştu. Bir ağacın dalına konduk, dinleniyorduk. Etraftaki ağaçlar kuş doluydu ve sanırım çoğu da benim gibi hayallere dalmıştı. Küt diye bir ses duydum ve yavrumun feryadı ile kendime geldim. Baktım yavrum vurulmuş düşüyordu. Kanatlarımı çırptım ve uçtum. Havada geniş bir daire çizdikten sonra olayın olduğu yere döndüm. Çevrede kuş yoktu, hepsi kaçıp gitmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu kuşlardan sorar, öğrenirim. Neyse bırakayım şimdi bunları düşünmeyi. Yavrumu vuran çocuk kalktı, gidiyor. Gözden kaybetmeden takip edeyim şunu. Evinin nerede olduğunu öğrenirim hiç olmazsa. “

Batur yolda gördüğü bir arkadaşıyla konuştuktan sonra oturdukları apartmanın kapısından içeriye girdi. Oturdukları daire 4. kattaydı. Anne güvercin karşı sokaktaki bir apartmanın çatısında saatlerce bekledi. Akşam olunca odaların, salonların ışıkları yanmaya başladı. Yavrusunu vuran çocuğun girdiği binanın oda ve salonlarını kontrol etmeye başladı. Örtülmeyen veya aralık bırakılan perdelerin arkasından içeri bakıyordu. 4. kattaki balkonun korkuluk demirlerinin üzerine kondu. Şöyle bir etrafına bakındı, bir tehlike var mı diye. Sonra ağır ağır başını pencere tarafına doğru çevirdi. Perdesi kapatılmamış pencereden içerisi rahatlıkla görünüyordu. Ve onu gördü…tam karşıda oturmuş, yanındaki birkaç kişiye bir şeyler anlatıyordu. El-kol hareketleri yapıyor, kahkahalarla gülüyor, etrafındakileri güldürüyordu. Onun son derece neşeli hali içini sızlattı. Bu sahneyi daha fazla görmeye dayanamadı, kanatlarını çırptı ve simsiyah gökyüzüne doğru uçup gitti. Daha sonraki günlerde Batur evlerinin yakınındaki ağaçlıkta sık sık kuş avına çıktı. Fakat hayret!..Her zaman pek çok kuşun bulunduğu bu ağaçlıkta bir tek kuşa rastlayamıyordu.

Batur, yine bir gün elinde sapanıyla buraya geldi. Çevreden çıt çıkmıyordu, etrafta hiç kuş yoktu. Tam yavru güvercini vurduğu ağacın altına gelmişti ki, aniden kanat sesleri duydu. Şaşırmıştı. Üzerine doğru dalışa geçen kuşu son anda fark etti. Elleriyle yüzünü kapatması onu yaralanmaktan kurtardı. Kuş çığlıklar atarak hemen ikinci defa saldırıya geçti. Bu saldırı birincisinden çok daha şiddetli oldu. Kuşun kanat vuruşları birer tokat gibi yüzüne gelen Batur, sırtüstü yere yuvarlanırken eliyle kuşa sert bir darbe indirdi. Kuşun ilerdeki çalılıkların arasına düştüğünü gören Batur, arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Batur o gece hiç uyuyamadı. Yatağında devamlı olarak bir o yana, bir bu yana döndü, durdu. Sabaha karşı şafak sökerken o kuşun kim olduğunu ve kendisine neden saldırdığını anlamıştı. O kuş, birkaç gün önce vurduğu yavru güvercini annesiydi. Demek ki anne güvercin yavrusunu vuranı unutmamış, devamlı olarak takip etmişti. Kuş vurmak için ağaçlığa gelirken orada bulunan kuşların kaçıp gitmesini sağlamıştı. Bu birkaç gündür ağaçlıkta hiç kuş görememesinin nedenini ortaya çıkarıyordu. Korkunç bir takip altındaydı. Eğer kuş vurmaya devam ederse anne güvercinin felaketine neden olacağını anladı. Zararın neresinden dönülürse kardı. Bir daha kuş avına çıkmazsam anne güvercin belki peşimi bırakır diye düşündü. Zaten sapanını anne güvercin ile boğuşurken düşürmüştü. Bundan sonra kuş vurmayacağına söz verdi.

Anne güvercin ise, Batur ile yaptığı mücadeleden sonra yerde bulduğu sapanı gagasının arasına kıstırıp uçup gitmiş, uzaklara, çok uzaklara, kimsenin onu bulup bir daha kuş vurmasına imkan bulamayacağı kadar uzaklara giderek oralarda bulduğu bir çukura sapanı atmış ve üzerine toprak, yaprak ne bulduysa doldurarak gömmüştü. Anne güvercin daha sonraki günlerde ağaçlığın kenarında nöbet tutmaya devam etti. Birisi buraya gelmeye kalksa hemen ağaçlar üzerinde dinlenen, uyuklayan veya hayal kurmakta olan kuşları uyaracak ve bu ağaçlıkta kimsenin kuş vurmasına izin vermeyecekti. Böylece aradan haftalar geçti. Sonbaharın gelmesiyle havalar soğumaya başladı. Bütün göçmen kuşlar gibi anne güvercin de grubuyla birlikte kışı geçirmek için sıcak ülkelere göç etti. Ertesi yıl nisan ayında anne güvercin grubuyla birlikte tekrar bu ağaçlığa geldi. Günler çok sakin ve olaysız geçiyordu. Anne güvercin fırsattan istifade ederek üç tane yumurta yumurtladı. Bu yumurtaların üzerinde günlerce kuluçkaya yattı. Sonunda yumurtalar çatladı ve üç tane minimini yavru sahibi oldu. Yaz mevsimi boyunca yavrularını büyüttü, onlara uçmayı öğretti. Hayatta kendilerine yönelebilecek tehlikelere karşı daima uyanık durumda bulunmayı öğütledi. Batur verdiği sözü tuttu. Bir daha onu kuş vururken gören olmadı.

Aslında kuş neslinin bir iki türü dışında bilinçsizce avlanması doğal olarak yasak olmalıydı. Çocuklara, özellikle ilköğretim çağlarında, bu durum tüm çıplaklığıyla anlatılmalıydı. Onlar işin önemini kavradıkları takdirde kuş avlama işine kendiliklerinden karşı çıkacaklardı. Kuşların da canı vardı. Onlar da can taşıyorlardı. Bir de kalpleri vardı, sevgi dolu, sevecen, başkaları için, kötülük düşünmeyen. Canları sıkılınca gökyüzüne yükselirler, özgürce uçarlar, yoruluncaya kadar kanat çırparlardı. Kuşlar, zararlı böceklerin, sineklerin hızla çoğalmasını önleyerek doğadaki hassas dengenin bozulmasına engel olurlardı. İnsanlığa, insan yaşamına değer veren herkesten uymalarını istediğim bir kural var: Vurmayın kuşları.

Yazan: Serdar Yıldırım

15 Ekim 2014 Çarşamba

Oh bee!

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


ANLATILIR Kİ, bir zat devesini satmak üzere pazara ge­tirmiş ve yüksek bir fiyat talebinde bulunmuş. Demişler:


"Niçin fazla fiyat istiyorsun, bu deve bu kadar yapmaz?"



Demiş:



"Benim devem, sıradan bir deve değil. 'Oh' deyince yürür. 'Oh, oh' deyince koşar ve 'Amin' deyince de durur."





Oradakilerden biri bunu çok ilginç bularak "Devenizi de­nemek istiyorum. Eğer anlattığınız gibiyse alabilirim" demiş.





Devenin üzerine oturduğunda, "Oh," demiş, deve yürü­müş, "Oh, oh" demiş, deve koşmaya başlamış. Adamın keyfi­ne diyecek yokmuş.





Ama bu arada heyecandan deveyi durduracak kelimeyi unutmuş. O sırada bir uçurumun kenarına gelmişler, deve bir adım daha atsa uçuruma yuvarlanacaklar.





Allah'tan, tam o sırada adam "Amin" demiş ve deve dur­muş. Adam kurtulmanın sevinciyle "Oh" dediğinde deve yo­luna devam etmiş, uçuruma yuvarlanmışlar.





Temsildeki deve gibi, nefis dahi insana "Oh" dedirtmez. Bir insan "Oh, artık bu nefisten kurtuldum" dediği anda ken­disini manen uçuruma atmış olur.

Kaynak: Doç. Dr. Şadi Eren

14 Ekim 2014 Salı

Çalınan Rüyalar

23:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Sınıf öğretmeni, rüya konusunda bir araştırma yapıyordu. Bu yüzden de çocuklarla sohbet ediyor, ara sıra sorular soruyordu. İnsanın ruhunu dinlendiren rüyalar, özellikle küçükler için önemliydi. 

Bir ara gülümseyip: 

— Söyleyin bakalım, dedi. Bu gece ne gördünüz?

Çocuklara eğlenceli bir iş çıkmıştı. Hepsi bu işe hevesli görünüyordu. Oturdukları yerden, rüyalarını anlatmaya başladılar.
O haftaki rüyaların önemli bir bölümü, birçok kişinin öldüğü feci bir uçak kazasıyla ilgiliydi. Bir de bunalım geçiren emekli bir polisin, aile fertlerini, yol ortasında tabancayla vurmasıyla...

Öğretmen, en arkada oturan bir öğrenciye yaklaşıp:

— Ders boyunca elini kaldırmadın, dedi. Yoksa sen rüya falan görmez misin?

Küçük çocuk, biraz utangaç tavırlıydı.

Yanakları elma gibi pembeleşirken:

— Görüyorum öğretmenim, diye tebessüm etti. Ama benim rüyalarım birazcık farklı.

— Ne gördüysen onu anlat, dedi öğretmen. Aynı şeyleri görmen gerekmiyor.

Küçük çocuk, derince bir nefes alarak:

— Dün gece rüyamda dedemi gördüm, dedi. Köyümüzün yanındaki derede idik ve kocaman bir balık tutup eve götürdük.

Öğretmen, yaptığı çalışmayı, bir sonraki dersinde de sürdürdü. O hafta görülen birçok rüyada, petrol zengini bir ülkenin bombalanmasıyla ölen onlarca çocuk vardı. Diğer rüyalar ise, meşhur bir şarkıcının vurulması ve milli maçta bıçaklanan adamla ilgiliydi.

Öğretmen, çocukların ruhlarında fırtınalar estiren; onların saf ve temiz dünyasını, uyurken bile karartan bu korkunç rüyaları, büyük bir sabırla dinlemeye çalıştı. Daha sonra da, arkadaki öğrencinin yanına gidip, aynı şeyi bu sefer ona sordu.

Küçük çocuk, dışarıdaki karlı dağlara bakıp:

— Geçen hafta yirmi tane kuzumuz doğdu, dedi. Dün akşamki rüyamda, dağın yamacındaki pınardaydım. Kuzuları orada dolaştırdım. Bu arada çiçeklerle konuşup, gökyüzündeki kuşlarla yarıştım. Onlar gibi uçuyordum havada.

Öğretmen, bu farklı rüyalara hem şaşırmış hem de çok sevinmişti. Öğrencisiyle biraz daha konuşunca; çocuğun annesiyle babasının, diğer kardeşlerinin, hatta dedesinin bile aynı türde rüyalardan gördüğünü öğrendi.

Sonunda merak edip:

— Hep bu türden rüyalar görmeniz harika, dedi. Her biri bir film gibi âdeta... Bunları görmek için, yoksa gizli bir formül mü buldunuz?

Küçük çocuk, yine gülümseyerek:

— Dedem bunun formülünü söyledi, dedi. Evde televizyonumuz olmadığından, Allah bize bu güzel filmleri gösteriyor.

Cüneyd Suavi Hayatın İçinden

Yetim Sofrası

23:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Genç adam, büyükçe bir eczanenin kalfası idi. İstenilen ilaçları jet gibi hazırlarken, bir yandan da müşteriyle sohbet ederdi. Gelen kişiler, ya kendileri ya da sevdikleri hasta olduğu için, genellikle keyifsiz insanlardı. Fakat kalfa onlarla bir ortak nokta buluyor, hepsinin gönlünü fethediyordu.

Eczanenin sahibi, yetmiş yaşın üstünde bir adamcağızdı. Bütün ikazlara rağmen elli yıllık usulleri uygular, bu yüzden de hesaplarda açık verirdi. Allah'tan ki kalfası çok becerikliydi. Eğer o da olmasa, herhalde bu işi yürütemezdi.

Genç kalfa, gerçekten de becerikliydi. Patronun saflığını fark edince, en pahalı ilaçlardan aşırmaya başladı. Bunları el altından pazarlıyor, maaşının üç katını kazanıyordu.

Kalfanın evi, gecekondu mahallesinde idi. Çok geçmeden eve bir kat daha çıkıldı, pencere ve kapılar yenilendi, çatısına uydu anten takıldı. Fakat hepsi bir yana, evden sık sık yükselen ızgara kokuları, dikkatleri çok fazla çekiyordu. Mahallenin bayramdan bayrama et gören insanları, duydukları kokular hakkında tahmin yürütür;

bazıları buna köfte kokusu derken, diğerleri pirzolada ısrar ederdi. Kokular akşama doğru iyice arttığında, çevre gecekonduların pencereleri, özellikle çocukların imrenmemesi için, birer birer kapatılıp perdeler çekilirdi.

Kalfanın eşi, bu durumu geç de olsa fark etmiş, komşuları daha fazla zora sokmamak için, kocasını ikaz etmeye başlamıştı. Fakat kalfa ona aldırmıyordu. Zaten çok inatçıydı. Biraz da insafsız biri tabi ki...

Komşu gecekonduda, garip bir kadıncağız ve çocukları yaşardı. Babaları genç yaşta vefat ettiğinden, geriye ne bir emekli maaşı, ne de başka bir gelir bırakmıştı. Bu yüzden ailesi perişandı. Kalfanın eşi, onlara yardım etmek istese de, kocasını ikna edemiyordu. Kalfa elbette ki "devlet baba" değildi, herkese bakamazdı. Yetimlere bayram harçlığı vermesi yeterdi. Kızlarına dar gelen, ya da artık dudak büktüğü için komşulara dağıtılan elbiseler de, bu yardımın bir parçası sayılmalıydı. Herkes o kadar verse, memlekette fakir diye bir şey kalmazdı.

Evin hanımı, arada bir de olsa, yetimlerin annesine yemek gönderiyordu. Fakat kalfa, et vermeyi yasaklamıştı. Çünkü etin tadını alırlarsa, başka yemekleri beğenmezlerdi.

Kalfanın kızı, gün aşırı et yemekten bıktığı için, “orası biraz yağlı, burası kemikli” dediği pirzola ve bifteklere bir ısırık atıp bırakıyordu. Ona göre bu etler, komşu bahçede toplanan kedi ve köpekler için nefis bir ziyafetti. Oysaki kalfa, köpek milletinden nefret ederdi. Bu yüzden de etlerin o bahçeye atılmasını istememiş; fakat sonunda, şımarık kızına boyun eğmişti. Köpeklerin havlaması, özellikle geceleri onu çıldırtıyordu. Bu sesleri duyar duymaz balkona çıkar, eline ne geçerse fırlatırdı. Yetimlerin annesi de hep bahçede olurdu. Anlaşılan köpekler, onu da çok rahatsız ediyordu.

Uyanık kalfa, yan bahçeyi mekân tutan köpekler için, zabıtaya defalarca telefon etti. Buna rağmen bir sonuç çıkmayınca, problemi tek başına çözmeye karar verdi. Bunun için de, pirzola ve bifteklerden geriye kalanları, eczaneden getirdiği etkili bir haşere ilacıyla zehirleyip bahçeye attı.

Ondan günah gitmişti. Böylelikle kesin çözüm sağlanacaktı.
Ertesi gün, yetimlerin öldüğünü duydular.

Otopsi yapmak zorunda kalan doktorlar, anneleri asla kabul etmese bile, çocukların haşere ilacı içtiklerini söylüyorlardı.

Cüneyd Suavi Hayatın İçinden

13 Ekim 2014 Pazartesi

Güzelliğinde imtihanı var

23:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Süleyman bin Yesâr, bir arkadaşıyla “Ebva” denen yerde konaklamışlardı. Arkadaşı yakındaki alışveriş yerinden bir şeyler almak üzere çadırdan ayrıldığı sırada Süleyman’ı geriden gözetleyen bir bedevi kadını hemen çadırın kapısına gelerek:

– Buraya kadar gelir misin? diye seslendi.

Süleyman, serili sofradan yiyecek isteyeceğini düşünerek bazı şeyleri alıp da kadına doğru yürürken kadının ikazı farklı oldu:

– Ben yiyecek falan istemiyorum, seni istiyorum seni. Yakışıklılığın hoşuma gitti. Karşı çadıra gel. Kimsecikler yok yanımda! Süleyman, bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek bağırmaya başladı:

– Defol buradan şeytanın elçisi. Şimdi arkadaşım gelir, İkimiz de rezil oluruz!

Kadın, beklemediği bu karşılıktan ürkerek peçesini yüzüne kapayıp çadırına dönerken, Süleyman da içeriye girip ağlamaya başladı. Bu sırada çarşıdan aldığı şeylerle gelen arkadaşı Süleyman’dan yaşadığı durumu dinleyince o da ağlamaya başladı. Süleyman şaşırmıştı.

– Sen niçin ağlıyorsun? diye sordu. Aldığı cevap şöyle oldu:

– Kardeşim, sen gerçekten de bir iffet abidesiymişsin. İyi ki ben muhatap olmadım böyle bir imtihana. Muhtemeldir ki kaybedebilirdim. Allah sana senin güzelliğin kadar iman kuvveti lütfeylemiş demek ki.

Süleyman oradan kalkıp Medine’ye varır, o gece rüyasında Yusuf aleyhisselamı görür. Karşıdan kucağını açarak gelen Hazret-i Yusuf ona şöyle hitap eder:

– Gel seni kucaklayayım iffet abidesi kardeşim. Güzelliğin de kendine göre imtihanı vardır. Sen de benim gibi bu konuda imtihanlara tabi tutuldun, ama kazandın. Tebrik ederim seni.

Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

Kucağındaki Hazine

23:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Kadının biri, cömert olduğu söylenen yaşlı bir bilgeye gidip: “Bu şehirde benden fakir insan yok!. Bana biraz yardım eder misiniz?” demiş.

Bilge adam, kadının kucağındaki bebeğin bir ipeği andıran yanaklarını okşayıp öptükten sonra: “Demek fakirsin!” demiş. “Hem de çok fakir. Ama karşılıksız yardım yapmak, âdetim değil!. Eğer yardım istiyorsan, çocuğunun parmağını satman gerekir.”

Kadın, önce deli olduğunu sanmış bilgenin. Daha sonra da, kötü bir şaka yaptığını. Ama adam ciddî görünüyormuş. Kadına bir kese altın uzatıp: “Ayak parmağına da razıyım!” demiş. “Zaten cerrah olduğumdan, ona acı çektirmem.”

Kadın, bütün kanını donduran bu teklif üzerine kaçmayı düşünürken, adam: “Sadece tırnağını söksem de olur!” diye devam etmiş. “Biliyorsun zamanla yenisi çıkar.”

Kadın, bu ruh hastasına daha fazla dayanamamış. Ve kapıyı çarpıp uzaklaşırken, adam onun arkasından: “Nasıl bir fakir olduğunu anlayamadım!” diye bağırmış. “Kucağındaki hazinenin tırnak kadar bir parçasını, bir kese altına değişmiyorsun.”

(Hayatın İçinden Hikayeler / Cüneyd Suavi)