Faydalı Paylaşımlar..

9 Eylül 2013 Pazartesi

Dünya Kimseye Yâr ve Râm Olmamıştır

14:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Dünya, işvebaz bir kadın gibidir. Gönül kapıcıdır. Fakat hiç kimseye yar ve ram olmamıştır.

Malik bin Dinar’dan:

- Her kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa ondan mehir bedeli olarak, dininin tamamını ister.[1]

Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişlerdir.[2]

Kaynaklar:

[1]Mehmet Dikmen, İslâm Büyüklerinden Lâtifeler, Cihan Yayınları, İstanbul 1993, s. 108,42
[2]Mehmed Kırkıncı, Nükteler, Zafer Yayınları, İstanbul 2004, s.36

Dostun Eziyeti

14:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zünnun-i Mısrî'nin iç dünyasındaki mevcelenmelerden anlamayan insanlar onun bir kısım hallerinden ra­hatsız oldular ve onu tımarhaneye attırdılar. Bunu duyan dostları ziyaretine gitti. Zünnun onlara bağırarak:

- Siz kimsiniz? dedi.

- Bizler senin dostlarınız, dediler. Halini, hatırını sor­maya geldik.

Zünnun, gelenlere saldırmaya, üzerlerine taş toprak atmaya başladı. Hepsi kaçarak bir yana dağıldı. Zünnun bir kenara çekilmiş gülüyor ve şöyle diyordu:

- Neden böyle köşe bucak kaçıyorsunuz? Hani dostumdunuz? Dostun eziyeti dosta ağır gelmez. Dostluğun alâmeti, dosttan gelen zorluğa katlanmakla belli olur.

İnsanların, başlarına gelen bir musibet karşısında en ufak bir yanlış tavra girmemek için yürekleri titremeli, On­dan gelene "safa geldi, hoş geldi" demeye çalışmalıdırlar, insanın vazifesi naz değil, niyazdır. En ufak bir sıkıntıda dostuna mırın kırın etmek vefasızlık ve nankörlüktür. O, ba­zen dostunun dostluğunu deneyebilir. Arkasında büyük lü­tuf muradı olabilir. Sabır, sıkıntıya ilk uğranılan anda göste­rilen tavırdır.

Kim bilir bilmeden ne vefasızlıklara düşüyoruz.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Ufku, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 135

Belâ'nın Önünden Sapmasını Bilin!

14:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Okyanus adlı dev bir lügati Arapçadan Türkçeye çevrine Asım Efendi, bir öğrencilik hatırasını şöyle anlatmaktadır:

- Tahsilim zamanında bizim medreseye en yakın fırından ekmek alırdım.

Senelerce bu fırının müşterisi olmaya devam et­tim. Bir sabah yine âdetim üzere ekmek almak mak­sadıyla bu fırına geldiğimde, fırında çalışan bir işçi­nin, bir haksızlığına maruz kaldım. Herkese ekmek veriyor, sıram gelip geçtiği halde bir türlü beni gör­müyordu. Adamı şöyle ikaz ettim, böyle hatırlatma­da bulundum ise de, hep bana ters cevap veriyordu. Ön sırada beni görmezlikten gelip, hep arka sıralardakileri tercih ediyordu. Artık canım burnuma gelmişti, bu haksızlık karşısında. Fırının yanında, ayak altında duran bir taşı kaptığım gibi, adamın üzerine yürümeye karar verdim. Ama tam o sırada birden aklıma geldi:

- Bu adam bir belâya müstahak hale gelmişse, neden bunu benim elimden bulsun? Ben de onu be­lâya atan adam suçunu yükleneyim? Sabredeyim, mutlaka bunun içinde bir hayır vardır, dedim.

En nihayet herkes ekmeğini alıp gittikten sonra, bana da istediğimi verdi, dershaneme geri döndüm.

Bir gün sonra fırına gittiğimde ise, adamın yerin­de olmadığını gördüm. Sordum. Dediler ki:

- O işçi, dün aniden hastalandı, şu anda ölümle burun burunadır. Fakat bir türlü ölemiyor, can çeki­şip duruyor.

Hemen aklıma geldi, ona vurmayı niyet ettiğim taşı alıp, ziyaretine gittim. Taşı alnına değdirip yor­ganın üstüne koydum. Az sonra adam kolayca son nefesini veriverdi. Çünkü bu taşla onun eceli gele­cekti. Bununla ömrü bitecekti.

Fakat sabrım sebebiyle, o taşı ona vuran ben ol­maktan kurtulmuştum.

Bu olaydan alınacak ders şudur:

Siz de suçsuz yere bir sataşmaya uğrarsanız, işi kavga ve münakaşaya götûrmeyinizî Belânın önün­den sapmasını bilin ve:

"Bu adam bir musibete müstahaktır, fakat benden bulmasın, * diyerek çekilin.

O kişi neye lâyıksa onu bulacaktır. Yeter ki bu be­lâ sizin elinizle gelmesin, başınızı derde sokmasın...

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 133

Tito'dan Tarih'i İtiraflar

12:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İs­lâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.

Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar lide­rin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:

Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece kor­kunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; öl­mek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gi­diş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?

Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyo­rum:

Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir ses­leri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım;

Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...

Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulüm­ler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beyni­mizi ...

Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemi­yoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!

Kaynak:İbrahim Refik, Geçmişten Geleceğe Işıklar, Albatros Yayınları, İstanbul 2007, s. 38

Taş mı Sert, Kafa mı?

10:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Kavuklu hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya çalışırdı.

Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duy­mazdı. Arkadaşları onu geçmiş, okumayı ilerletmişlerdi. O ise hâlâ bir yıl öncesinin kitaplarını okuyordu.

Günlerden bir gün kararını verdi:

— Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu du­rumda okuyamam. İyisi mi köyüme dönüp tarla işlerine

Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı, ama girmeye korku­yordu.

İçerisinin serin olduğundan emindi. Çünkü güneş al­mıyordu, ama ya ayıya filan rastlarsa ne olacaktı?

Bunları düşündüğü için yüreği ürperiyor, içeri girme­ye bir türlü cesaret edemiyordu.

Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı. Ne olursa olsun mağaraya girecekti. Kararını verdi. Adımlarım ağır ağır attı.

Korktuğu şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Korkusu biraz olsun dağıldı. Bir köşeye büzüldü. Sonra uzanıverdi.

Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan su­ya takıldı. Yukarda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu.

Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?

Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su dam­laları senelerce aka aka sert taşlan deliyordu. Kendisi de ısrarla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını din­lerse zamanla kafasına bir şeyler girerdi.

— Benim kafam şu taştan daha sert değil ya, diye söy­lendi.

Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek.

Şu taş kadar sebat etmek, o zaman kitaplarda yazılı olanlarla hocaların anlattıkları, kalın da olsa, kafada izbırakırlardı.

Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı, arkadaşlarına yetişti. Hattâ zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki. kitapları hâlâ ellerde dola­şır, Bu yüzden "Taş oğlu" mânasına gelen "İbn-i Hacer" dendi adına.

Bunu anlattım ki, hiç biriniz herhangi bir konuyu an­lamadığım söylemesin. Dinledikten, direndikten ve çalış­tıktan sonra anlaşılmayacak konu yoktur.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 49