Faydalı Paylaşımlar..

3 Kasım 2014 Pazartesi

Bir Günah Destanı: Rahip Barsîsâ

13:36:00 Posted by Mücahid Reis No comments

"Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o, bizim bu­günkü halimizdir" [1] 

diyen büyük İslâm arifi Mevlânâ Celaled-din Muhammed, gerçekten bugünkü halimiz olan bir hikâye­yi "Mecâlis-i Sab'a" adlı eserinde anlatmaktadır. [2]

Zahid Barsîsâ'nın başından geçen bu hikayeyi Mevlânâ'nın üstün belağatıyla nakletmek istiyoruz. Bu motifi iyice kavra­dıktan sonra niçin bizim hikayemiz olduğu üzerinde duraca­ğı şimdi bu hikmetli hikayeyi okuyalım:

"İsrailoğulları içinde Barsîsâ denen bir ibadet ehli vardı. Zahidliğinin ünü doğuya ve batıya ulaşmıştı. Nerede bir hasta varsa, ona su yollardı. O da suya okur-üflerdi. Hasta o suyu içince hemen şifa bulurdu. Herkes de bilir ve anlardı ki bu, onun nefesinin eseridir. Çok geçmedi ki halk, "Bu sağlık ve esenlik, falan ilaçtan meydana gelir mi ki!" diye ilaçların tesi­rinde şüpheye düştü.

Barsîsâ öyle bir şöhret kazandı ki, o zamanın hekimleri işsiz-güçsüz kaldılar. O lanetlenmiş şeytan, o pusuda gizlenmiş eski düşman, o bel kıran mel'un, demir geveliyor; fakat bir ça­re bulamıyordu.

Bir gece lanetlenmiş şeytan, yüzünü oğullarına döndü ve dedi ki:

“Sizden hiç kimse yok mu ki, beni bu tasadan kurtarsın, bu tek eri tuzağa düşürsün?

Oğullarından biri:

“Bu işi benim adıma yaz, benden iste. Senin gönlünü dertten ben kurtaracağım, diye böbürlendi.

Şeytan:

“En gerçek oğlum sen olursun. Bu işi başarırsan, kör gö­zümü aydınlatırsın, dedi.

Şeytanın o oğlu, mel'un aklına şöyle bir plan danıştı:

“Halkı genç ve güzel kadınlardan daha iyi avlayacak hiç­bir tuzak olamaz, dedi.

Çünkü altın isteği ve lokma dileği tek taraflıdır. Sen altı­na âşık olursun ama onun canı yoktur ki, sana âşık olsun. Lokmanın canı yoktur ki, seni arasın, seninle konuşsun. Fa­kat genç kadınların sevgisi, iki yandan olur. Sen onu sever, is­tersin; o da seni sever ve ister. Sen ona ermek için çırpınır du­rursun; o da aynı çırpınmayı senin için ister. Duvarı bir yan­dan delmeye çalışırsan çabuk delinmez. Fakat biri bu yanda, diğeri diğer yanda duvarı delmeye başladığı zaman, duvarı delen aletler birbirine çabuk kavuşurlar.

Şimdi, senin ile o kadının arasında bulunan perde yani düşmanların korkusu, yabancıların sınayış perdesi korkusu, bir duvara benzer. Bu duvar, onunla senin arandadır. Sen bu taraftan o kadının sevgisiyle duvarda bir gedik açmak için ça­lışırsın; o kadın da diğer tarafta aynı gediği açmak için çalışır. Bu çatışmalar sonucu iki gedik tezce birbirine kavuşur.

Bir hırsız, geceleyin dışarıdan kapıyı açmak için çabalar. Elbette bu onun için çok zor olur. Fakat o hırsızın evde bir eşi veya ortağı olursa, ya da bir halayıkcağız içeriden kapıyı açar­sa, bu, hırsızın dışarıdan para çalmasına uğraşmasına benzer mi hiç? Altın yahut sandık kalkıp kapıyı açamaz ki!

Şeytanın oğlu da bütün dünyayı dolaştı Güzel, akıllı, soylu-soplu, alımlı, işveli bir kadın arıyordu. Zahidi avlamak için böyle bir dilbere ihtiyaç vardı. Şeytanlık hasedinin kuvvetiyle pezevenklik ayıbını, kara yüzlülük haysiyetini unutmuş; ev ev, şehir şehir gezip dolaşıyordu.
Çok aradı. Arayan bulur. Ne mutlu o kişiye ki, aradığı şey, aramaya değer. Domuz avlayışına benzemez. O avda insan hem atını yorar, hem kendisini, hem de zamanını boşuna ve­rir, kaybeder. Güzelim avları, domuz avı uğruna yele verir. So­nunda da hiçbir yarar sağlamadığı domuzu da atar, gider. Ne postu, ne dişi, ne eti, ne de kılının faydasını görür. Sonra ya­zıklanır:

“Böyle nesne için ömrümü yele verdim, oklarımı boşa harcadım, der.
Bari yük, eşeğin kirasına değseydi,

Bari dost, gönlümün gamına değseydi.

O lanetlenmiş düşman, o pusudaki şeytan, çok arayıp gez­dikten sonra o ülkenin padişahının kızını seçti. Çünkü o kı­zın güzelliği son dereceydi. Onun güzelliği dillere destandı. Şeytan, o kızın beynine girdi, onu deli divane etti. Onu kor­kunç bir hastalığa attı. Padişah, doktorları ve hikmet ehli olan bütün bilginleri topladı. Bunların tümü o kızı iyileştirmede, ona ilâç tertip etmede aciz kaldılar.

Şeytan, bir zâhid elbisesine bürünüp padişahın huzuruna çıktı:
“Eğer bu kızın hastalıktan kurtulmasını istiyorsanız onu Barsîsâ'ya götürün. O, okuyup üflesin; kız hastalıktan kurtu­lur, dedi.

Onlar da başka çâre bulamadılar ve şeytanın sözünü dinle­yip kızı Barsîsâ'ya götürdüler. Barsîsâ, dua etti. Şeytan da kızı bıraktı. Kız, iyileşti. Böylece şeytan, padişahın güvenin kazan­mış oldu. O lanetlenmişin niyeti daha başkaydı.

Kız, iyileşince sevindi. Fakat şeytan, bir zaman sonra onu tekrar çıldırttı. Padişah, doktorlar ve hikmet ehli olanlar kızı iyileştirmede yine aciz kaldılar.

Şeytan, yine bir zâhid kıyafetine bürünüp padişahın huzu­runa çıkıp kendilerine şöyle söyledi:

“Bunu yine Barsîsâ'ya götürün; ama bu sefer geri getirme­yin. O, size iyileştim, deyinceye kadar Barsîsâ'nın yanında kal­sın.

O, size sağlık haberini verinceye dek orada bekletin.

O son derece güzel olan kızı, Barsîsâ'nın yanına götürüp Barsîsâ'nın yanına bıraktılar. Olayı Barsîsâ'ya nakledip geri döndüler.

Kız, Barsîsâ ve şeytan o ibadet yurdunda kaldılar. Barsîsâ, zahiddi ama bilgin değildi. İbadet ehliydi ama ilimden yoksun­du. Eğer bilgin olsaydı, o ibadet yurdunda kız ile yalnız kalma­ya asla razı olmazdı.

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:

"Bir ka­dın, bir evde bir erkekle beraber kaldı mı; onların üçüncüsü şeytandır.” [3]

Bir kadın, bir yerde bir erkekle yalnız kalınca şey­tan, onların aracısı olur.

Nitekim padişahın kızı, Barsîsâ'nın yanında uzun bir za­man kaldı. Bu zaman içinde zâhid Barsîsâ, bu güzel kıza, göre göre, baka baka, konuşa konuşa âşık oldu. Ona gönlünü kaptırdı. Yıllardır Allah'a ibadet eden bir zâhid nefs-i emmaresinin tuzağına düştü. Nefs-i emmaresi ve şehveti ona galebe çaldı. Kız ile buluştu ve kız hamile kaldı. Bu olaydan sonra pişman olan Barsîsâ, bu hatasından ve günahından dolayı binlerce gam ve kedere daldı.

Lanetlenmiş şeytan, bir insan şekline bürünüp Barsîsâ'nın yanına geldi. Onu çok kederli ve düşünceli buldu.

“Neden düşüncelisin?, dedi.

Barsîsâ, ona hikayeyi anlattıktan sonra:

“Kız hamile kaldı, dedi. Şeytan:

“Kızı öldürmekten başka çare yoktur. Öldürür, sorarlarsa iyileşmedi, hastalığından dolayı öldü, ben de onu gömdüm dersin, dedi.

Yaptıklarından dolayı şaşkına dönen Barsîsâ başka çare bu­lamadı. Kızı öldürdü. Şeytanın dediğini yapıp onu gömdü.

Öte yanda şeytan, insan şeklinde padişaha gidip şu haberi verdi:
“Kız iyileşti, gidip getirin, dedi.

Padişahla hizmetçileri Barsîsâ'nın yanına gidip kızı istedi­ler.
Barsîsâ:

“Kız, iyileşmedi öldü. Ben de onu gömdüm, deyince ona inandılar ve geri dönüp kızın yasını tutmaya koyuldular.

Şeytan, yeni bir kılığa bürünerek padişaha geldi:

“Kız nerede? Diye sordu Padişah:

“Barsîsâ'nın yanına götürdük, orada öldü, dedi. Şeytan:

“Kim söyledi? Diye sordu. Padişah:

“Barsîsâ söyledi, deyince, şeytan:

“Yalan söylüyor. Barsîsâ onunla buluştu, kız hamile kaldı, sonra kızı öldürdü. Falan yere gömdü. İnanmıyorsanız orayı kazdırın, söylediklerimin doğru olduğunu görürsünüz, dedi.

Padişah, tam yedi defa yerinden kalktı, bir başka yere oturdu; sonra yine yerine geldi. Şaşkına döndü, hali değişti. Kızdı ve sonra bir toplulukla atına binip Barsîsâ'nın ibadet yur­duna gitti. İçeri girip:

“Kızım nerede, diye sordu. Barsîsâ:

“Kızınız öldü, ben de onu gömdüm, dedi. Padişah:

“Peki bize niye haber vermedin? Barsîsâ:

“Evradla meşguldüm. Evradımdan kalırım, diye korktum. Padişah:
“Bu sözünün tersi çıkarsa ne yapayım? Diyence Barsîsâ kızdı ve ileri geri söylenmeye başladı.

Padişah, şeytanın bildirdiği yeri kazdırdı. Kızı çıkardılar ve öldürülmüş olduğunu gördüler. Barsîsâ'yı yakaladılar. Ellerini bağladılar ve boynuna ip taktılar. Bu olayı seyretmek ve ibret almak için toplanan halkı gören Barsîsâ, kendi kendine:

“Ey kutsuz nefs, duan kabul oluyor diye seviniyordun. Halkın gönlüne, gözüne üstün ve büyük görünüyorsun diye seviniyordun. Halkın inancı azalır diye de korkuyordun değil mi? Gerçekten bunların hepsi yılandı, akrepti. Evet, halkın be­ğenişi, zehirlerle dolu bir yılandı, diyordu. İçten içe ah ediyor­du ama bu ahların hiçbir faydası yoktu.
Onu yüce bir darağacının dibine getirdiler. Merdiven daya­dılar ve boynuna halkasını taktılar. O anda şeytan bir insan şekline bürünüp kendisine göründü.

Barsîsâ'ya:

“Bunların hepsini sana ben yaptım. Hâlâ da gücüm var; çaren benim elimde. Bana secde et, seni kurtarayım, dedi.

Barsîsâ:

“Nasıl secde edeyim, boynumda ip var, deyince, şeytan:
“Secde niyetiyle başınla işaret et. Akıllıya işaret de yeter, dedi.
Can tatlıdır ya, Barsîsâ can korkusuyla secde etmeye ni­yetlendi. Fakat başını eğince ip boynunu daha çok sıkmaya başladı.

Bu hal karşısında şeytan:

"Gerçek şu ki, ben senden uzağım" [4] dedi.

Şanı ululandıkça ululansın Allah buyuruyor ki:

“Ey insanlar, ey inananlar sizi kötü bir dost tutar da kötü­lüğe çağırırsa; bu iş, sizin faydanızadır derse, kötü dostlar si­ze, sen yaşarken de bizimsin, öldükten sonra da bizim, biz de seniniz diye vaadde bulunursa inanmayın. Onlar bu tuzakla, kendileri gibi sizi de bozmak; bozguna uğratmak, kötülemek ve kötülüğe çekmek isterler. Sizi pis bir hale getirdiler mi, ne dostunuz kalır artık ne de eşiniz. Sizden bezerler. Onların hali, anlatılan şeytanın haline benzer." [5]

Mevlânâ'nın anlattığı hikaye bu kadar. Şimdi gelelim bu hikaye ile bugünkü halimizin ilişkisine. Niçin bu hikaye bu­günkü halimizdir? Niçin Barsîsâ demek, biz demektir? Bu hi­kayedeki olayla bizim ne ilgimiz vardır?

Hikayede işlenen bir kaç konu var:

1) İlimsiz bir zahid.

2) Şeytanın inananlara bitmez düşmanlığı.

3) İnsan fıtratından habersiz ve Allah'ın hükmünü kulak ardı eden yönetici yani padişah.

4) Kızına dolayısıyla nesline yeterince sahip olamayan ve­liler.
Bugünün müslümanı yüzlerce bahane ve sebepten dolayı İslâm'ı bilmiyor, öğrenemiyor ve ilimsiz kalıyor. Yaptığı ibadet­ler ilimsiz olduğu için kendisini en umulmadık yerde yarı yol­da bırakabiliyor. Şeytanın tuzakları, şeytanî güçlerin yani tağutîlerin tuzakları, ancak ilimle, feraset ve basiretle bilinir. İlmi, feraset ve basireti olmayanlar, bu tuzaklara kolayca düşebilir­ler. Cehaletinden dolayı tağuta "kabul" demesi, kendisinin alt­mış yıllık ibadetini sıfıra düşürdüğü gibi, imanından da eder. Fakat onun bundan haberi bile yoktur. Çünkü İslâm'ı tanımı­yor ve bilmiyor.

İnsan fıtratını bilemeyen babalar, yönetici durumunda olanlar nesillere yeterince sahip çıkamıyor ve bozulmalarını sağlıyorlar. İslâm, fıtrat dinidir. Herhangi bir insanı İslam'dan alıkoymak, onu fıtrattan uzaklaştırmak demektir. Fıtrattan uzaklaşanlar, insanlık mertebesinden aşağıların aşağısına dü­şerler. Dolayısıyla herbiri bir canavar ve elleri kanlı birer katil, birer anarşist olurlar. Toplumda büyük bir anarşi meydana ge­lir. Toplumun bütün huzuru ve yapısı alt-üst olur.

Bugünün müslümanlarının çoğu İslâm'dan, onun hakika­tinden mahrum oldukları için birçok hareketlerinde İslâm'dan adım adım uzaklaşmaktadırlar. Kimisi heva ve hevesini ilâh edinirken, diğeri üstadını, efendisini, hocasını ilâhlık mertebe­sine çıkarmakta; bilmeden onun kendisinin rabbi olduğunu savunmaktadır. Kimi tağutu kabul etmekle İslâm'dan çıktığın­dan habersizken, kimi de tağutlara hayır duaları etmektedir.

İslâm dünyasında, işgal edilmiş ülkelerde yaşayan müslümanlar, mustazaftır, mazlumdur ve bilgiden yana kısır döngü­nün içindedir. Tağutun hakimiyeti ve denetiminde tağutîlere hiçbir zarar vermeyen sözde ibadetlerine devam edenler, İs­lâm'ı bu yaptıkları hareketler olarak değerlendirmektedirler. Gözlerini kapatmış ve Ağustos gündüzünü kendilerine gece yapmış, "Güneş nerede?" diye sormaktadırlar. Bunlar günde beş vakit namaz kılmalarının yanı sıra geceleri bile yüzlerce re­kat namaz kılar, sabaha kadar teşbih çekerler. Gece yarılarına kadar "Halka-i Zikir" ve Hatm-i Hace" ile uğraşırlar. Bu kadar temiz niyetle ve en samimi şekilde Allah için yaptıkları zikir­leri, ibadetleri bir tek hareketleriyle yok olup gitmekle karşı karşıyadır.

Barsîsâ'nın şeytana secde niyetiyle başını eğmesi ve bütün ibadetleriyle imanının yok olup gitmesi gibi; bu âbid ve zahid müslümanım diyenlerin, bir cefaya mahsus tağutu kabul et­meleriyle bütün ibadetleri, zikirleri, inançları yok olup gider. Onların bu korkunç akıbetinin tek sehebi, ilimsizliktir. İslâm'ı bütünüyle bilmemek ve tatbik etmemektir, İslâm'ın akide ve amele ait hükümlerinden gafil olmak, insanı her an için küfür tuzağına düşürür.[6]

Müslümanları cahil bırakmak ise; emperyalist güçlerin ve tağutun tuzaklarında biridir. Müstekbirler, bütün baskı yolla­rıyla, zulümle, işkenceyle İslâmi ilimleri ortadan kaldırmış ve o ilimlere giden bütün yolları kapatmışlardır. Ve müslümanları bir kısır döngüye mahkum etmişlerdir.

"Koskoca İslâmiyet'ten sadece teşbih, namaz ve ibadeti al­makla yetinmişiz ki, bunda ne ruh, ne de hayat vardır." [7] diye feryat eden İslâm alimi Taha Abdülbaki Sürür, şöyle devam et­mektedir:

"Zekat vermek farzdır. Hacca gitmek farzdır. Zorbalarla sa­vaşmak da kutsal bir görevdir. Yeri geldiğinde doğru sözü söy­lemek de kesinleşmiş bir farzdır. Emperyalistlerle sömürücüle­re boyun eğenlere ve onlara zemin hazırlayanlara, zekat farz değildir. Âsîlere boyun eğip itaat edenlere, Hacc farz değildir. Allah'ın koymuş olduğu sınırların çiğnendiğini görüp de sesi­ni çıkarmayan; eliyle, koluyla engelleyici hiçbir faaliyette bu­lunmayan kişilerin de yapmış oldukları ibadetlerin zerre kadar önemi yoktur." [8]

Bugün müslümanların ayaklarının kaydığı tehlikeli du­rumlara gelmesinin tek sebebi İslâm'dan gafil oluşlarıdır. İs­lâm, müslümandan ne istemekte ve müslüman hasıl hareket etmektedir? Kime, nasıl ve hangi ölçüde itaat edilir, boyun bü­külür? İbadet ne demektir? Nasıl ve hangi ölçülerde yapılır?

Allah şöyle buyurur:

"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka velilere (dostlara, koruyucu ve yardımcılara) uymayın. Ne de az öğüt alı­yorsunuz." [9]
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de... " [10]

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)'ın rivayetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"Onlardan (yani başınızdakilerden) kim size Allah'a isyan etmeyi emrederse, sakın (bu hususta) o kimseye itaat etmeyın.” [11]

Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan:

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

"...(Müslüman) Bir günah işlemekle emrolunduğu zaman (hiç bir âmiri) dinlemez ve itaat etmez." [12]

İşte inanan mü'min için eldeki yegâne ölçü. Bunun dışın­da başka bir ölçü ve yol yoktur. Eğer müslüman cahil değilse veyahut cahil bırakılmamışsa kesinlikle bu ölçüleri anlayacak ve uygulayacaktır. Fakat ne yazık ki, bugün yüzbinlerce müs­lüman, müstekbirler tarafından saptırılmış olduğundan ve em­peryalistlerin tuzaklarına düştüğünden, neyin ne olduğundan habersizdir.

Bu konuya değinen ve çağımızın firavunları tarafından şe­hit edilen Abdülkadir Udeh şunları söylüyor:

"İslam'ın varmış olduğu bu durumdan, müslüman kitleler elbette ki sorumludur. Çünkü İslâm bu duruma, ancak bu kit­lelerin İslâm'ı bilmemesi ve bu kalabalıkların azar azar İslâm'dan uzaklaşması sonucunda ulaşmıştır. Öyle ki bu kitleler, her şeyleriyle İslâm'dan uzaklaşmış olmakla birlikte, böyle bir uzaklaşmadan haberdar bile değildirler.

İslâm toplumları, fıska, küfre ve ilhada alışmış görünüyor. Bu toplumlar artık bunları gördüğü halde, bunların İslâm'a ay­kırı olmadıklarını veya İslam'ın fasıklıkla, kâfirlikle ve ilhad ile savaşmaya önem vermediğini ve bunların İslâm açısından her­hangi bir önem taşımadığını sanır olmuşlardır.

Oysa İslâm, müslümanlara İslâm'ı öğrenmeyi, onda fakih olmayı (derinliğine bilmeyi), bilenlerin bilmeyenlere öğretme­lerini farz kılmıştır." [13]

Diplomalı, yüksek tahsilli fakat gerçek mânâda bilgisiz bı­rakılan gençliğin durumuna daha sonra eğileceğiz. Şimdi hika­yemizde işlenen diğer bir motife gelelim:

Kadın Şeytan, bilgi­siz fakat ibadet ehli olan zahid Barsîsâ'yı ancak kadın ile aldat­mış ve saptırmıştı. Müslümanlar, âlim olurlarsa ve cehaletten kurtulurlarsa şeytanın hiçbir tuzağına düşmezler. İslâm, ceha­letin zıddıdır. Cehalet, İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdır.
Zafere ermek için düşmanı yenmek ve ezmek gerekir.

Evet, lanetlenmiş şeytan, niçin başka bir tuzak seçmedi de kadını seçti?.

Kaynaklar

[1] Mevlana, Mesnevi, C. 1, B. 35.
[2] Mevlana Celateddin, Mecalis-i Sab'a (Yedi Meclis) Çev. Abdûlbaki Gölpınarlı, Kon­ya, 1965, Sh.31.
Ebü'1-Leys Semerkandî, Tenbîhü'l-gafilîn, Çev Salih Uçan, İst., 1990, Sh. 604, Vd. Kurtubî, XVIIl/37, 41 ve Hakim, Müstedrek, 11/484'den. Mustafa Kasadar, Delilleriyle Kadın İlmihali, İst., 1998, Sh. 490-491.
[3] Haşr: 59/16. Ayetin tamamnın meali şudur: "Şeytanın da durumu gibi; çünkü insa­na: Küfret!" dedi. O da küfre sapınca: "Gerçek şu ki, ben senden uzağım. Doğrusu ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." dedi." Sünen-i Tirmizî, Kitabü’l-Fiten, B.7, Hds. 2254. (İbn Ömer (r.a.)'dan). Haşr: 59/16 ayetin tefsirinde). Taberâni, Mu'cemüs-sağîr Tercümesi ve Şerhi, Çev. İsmail Mutlu, İst., 1996, C. 1, Sh. 256, Hds.168.
[4] Haşr: 59/16. Ayetin tamamın meâlen şudur: "Şeytanın da durumu gibi; çünkü insa­na: "Küfret!" dedi, O da küfre sapınca: "Gerçek şu ki, ben senden uzağım. Doğrusu ben, alenilerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" dedi."
[5] Kur'an-ı Kerim'in 59. sûresi olan Haşr sûresinin 16. ayetinin tefsirinde, İsrailogullarından olan ve kendisini kulluğa vermiş bulunan (Barsîsâ adlı) bu adamın hika­yesi İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. (Macma'a'l-Bayan, C. 9, Sh. 264-265; Safına, 1, Sh.71). Mecalis-i Sab'a'yı çevirenin notu, Sh.117.
Ebü'1-Leys Semerkandî, Tefcîrü'l-Kur'an, Sadeleştiren: Mehmet Karadeniz, İst. 1996, C.6, sh.183, İbn Abbas'tan.
[6] Bizim bu değerlendirmelerimiz birer genellemedir. Hiçbir zaman zaman özel ola­rak anlaşılmamalıdır. Şüphesiz özel de bir çok istisnalar mevcuttur. Geniş bilgi için bkz. Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim.
[7] Taha Abdülbaki Sürür, Kur'an Devleti, Çev. Mehmet Keskin, İst. 1977, Sh.79.
[8] T.A. Sûrur, A.g.e. Sh. 49.
[9] A'raf: 7/3.
[10] Nisa: 4/59.
[11] Sünen-i İbn Mâce, Kitabü'l-Cihad, B.40, Hds. 2863. Aynca bkz. Sahih-i Buhâri, Kitabü'l-Ahkam, B. 4, Hds.9. Sahih-i Müslim, Kitabü'l-İmare, B.8, Hds.39-40. Sünen-i Neseî, Kitabü'l-Bey'at, B. 34, Hds. 4187.
Sûnen-i Ebû Davûd, Kitabû'l-Cihad, B.87, Hds. 2625.12) İbn Mâce, Hadis No. 2864.
[12] Sahih-i Buhârî, Kitabü'l-Ahkam, B. 4, Hds. 8. Sahih-i Müslim, Kitabû'l-İmare, B. 8, Hds. 38. Sünen-i Tirmizî, Kitabü'l-Cihad, B.29, Hds. 1759. Sünen-i Ebû Davûd, Kitabü'l-Cihad, B. 87, Hds. 2626 Sünen-i Neseî, Kitabü'l-Beyat, B. 34, Hds. 4188. Sünen-i İbn Mâce, Kitabü'l-Cihad, B. 40, Hds. 2864.
[13] Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasi Durumumuz, Çev. Beşir Eryarsoy, İst. 1984, Sh.281. İlimsiz ibadet edenlerin durumu için bkz. Said Havva, Ruh Terbiyemiz ve Tartışmalar, adlı eserler.

0 yorum:

Yorum Gönder