Faydalı Paylaşımlar..

29 Kasım 2014 Cumartesi

Kuşun Üç Öğüdü

11:27:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir zavallı kuş tuzağa düşmüş, hile ile yakalanmıştı. Kuş kendisini yakalayan avcıya, ‘Ey efendi, sen hayatında birçok defa koyun ve sığır yemişsin, pek çok kere de develer kurban etmişsindir. Sen onların etleriyle bile doymamışken benimle hiç doymazsın. Beni serbest bırakırsan sana üç öğüt veririm.


Bu üç öğütten birincisini senin elinde iken, ikincisini şu çatının üzerinde, üçüncüsünü de şu ağacın üzerine konduğumda söyleyeceğim. Sen bu üç öğüdü işitmekten inan bana çok mutlu olacaksın.” Avcı merakından kuşun teklifini kabul etti. Kuşu kafesten çıkardı ve henüz elindeyken, kuş ilk öğüdünü söyledi :

”Olmayacak sözü kim söylerse söylesin inanma.”

Öğüt hoşuna gidince devamını işitmek için avcı kuşu bıraktı. O da uçup evin çatısına kondu ve ikinci öğüdünü söyledi.
"Elinden kaçmış bir fırsat için üzülme.”

Kuş ikinci öğüdünü verdikten sonra uçup ağacın dalına kondu ve üçüncü öğüdünü söylemeden önce, ”Karnımda 10 dirhem ağırlığında çok kıymetli bir inci vardı. O inci, seni de çoluk çocuğunu da zengin ederdi. Ne yazık ki kısmetin değilmiş” dedi.

Avcı, kuşun bu söylediklerini duyunca hamile kadının doğururken bağırması gibi feryat edip bağırmaya başladı. Kuş:
”Ben sana sakın elinden kaçan bir şeye üzülme demedim mi? Mademki elinden inci gitti, ne diye dövünüp duruyorsun? Sana verdiğim öğütleri anlamadın mı? Ben sana olmayacak bir şeyi kim söylerse söylesin inanma demiştim. Benim bütün ağırlığım üç dirhem gelmez. Karnımda nasıl 10 dirhemlik inci olabilir?” Bu sözler üzerine adam biraz kendine gelir gibi oldu.

”Peki şimdi üçüncü öğüdünü söyle bakalım” dedi.

Kuş, ”Sana verdiğim iki öğüdü sanki tuttun da, benden üçüncü öğüdü istiyorsun. Uykuya dalmış bir kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum ekmekten farksızdır. Aptallık ve cahillik yırtığı yama tutmaz diyerek” uçup gitti...

Kaynak: (Mesneviden Hikâyeler) Mevlana Mesnevî 4 / 2245

17 Kasım 2014 Pazartesi

Namaz

13:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments

ADAM, bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, terminalin yarı aydınlık koridorlarını arşınlıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki mescide yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:

— Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur.

Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:

— Sen herhalde görevlisin, diye diklendi. Ne iş yaparsın burda?

Delikanlı, köşedeki süpürgeye işaret ederek:

— Temizlikçiyim efendim, diye kekeledi. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum.

Adam, onu alaycı gözlerle süzerken:

— Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım, diye sırıttı. Bu iş size öyle yakışıyor ki…

Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat namaza karşı yapılan saygısızlık, canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih ederek işine döndü.

Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını da ilk defa farkediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini hâlsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında âniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü. Allah’tan ki kolundaki palto ondan önce yere serilmiş ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat, başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için başını yerden kaldırıp sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selâmlarken:

— Allah kabul etsin bey amca, dedi. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu.

Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikayeler Zafer Dergisi Şubat 2002

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Yanlış Abdesti Düzeltmeleri

12:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Mevlana (kuddise sırruhu), irşadında o kadar hassastır ki hiç kimsenin incinmesini, kırılmasını ve rencide olmasını istemez. Bu nedenle Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgili torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (radıyallâhu anhum) hakkında nakledilen, yanlış abdest alan bir kimseye abdest almayı öğretişleri hem şekil hem de metot açısından onun hayran kaldığı bir davranıştır.

Hikaye ederler; Allah (Celle Celâlühü) ikisinden de razı olsun..

Hasan’la Hüseyin çocukken, birinin yanlış abdest aldığını gördüler; adamın abdesti şeriata sığmıyordu. Ona en güzel şekilde abdest almayı öğretmek istediler.

Adamın yanına gittiler. Biri, ‘ Bu, bana yanlış abdest alıyorsun diyor’ dedi, İkimiz de huzurunda abdest alalım; bak, bakalım; ikimizden hangimizin abdesti şeriata uygun.

İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam da; “çocuklar” dedi, “sizin abdestiniz şeriata tam uygun, doğru, güzel; bu yoksulun abdesti yanlışmış” diyerek kendi yanlışının farkına varır ve düzeltme imkanı bulur..

Mevlana / Fihi ma Fih, S,135
Prof.Dr. Abdulaziz Hatip / Aşıkların Namazı

16 Kasım 2014 Pazar

Ortak Noktalar

13:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


   Zengin sanayici, ihracat bağlantısı için gittiği bir Uzak Doğu ülkesinin en lüks lokantasında yemek yerken, kulağına çarpan sesle irkildi. Biraz ilerde oturan şişman bir adam, yarım yamalak İngilizcesi ile şef garsona yaptığı siparişten sonra, Türkçe bir şeyler söyleyip gülmüştü. Hemen yerinden fırlayıp onun yanına gitti ve büyük bir heyecanla:

    - Afiyet olsun! dedi. Yanılmıyorsam Türksünüz değil mi?

    Şişman adam da oldukça şaşkındı. İnsanın kendi dininden olan, kendi dilini konuşan ve aynı değerleri paylaşan birine rastlaması, gerçekten de çok harika bir şeydi. Büyük bir sevinç içinde kucaklaştıktan sonra sanayicinin masasına geçtiler ve yeni siparişin de oraya gelmesini söyleyerek sohbete başladılar. Şişman adam, bir benzin istasyonu işlettiği için, petrol firmaları tarafından tatile gönderilmişti. Gördüğü yerleri tek tek anlatıp:

    - Türkiye'de üç beş şehir gezmiştim! dedi. Burasını adım adım dolaştım. Ve doğrusunu istersen, bu insanları bizimkilerden sıcak buldum.

    Sanayici de aynı görüşteydi. Arkadaşının tombul yanaklarından sıkı bir makas alıp:

    - Tepeden tırnağa haklısın! dedi. Türkiye gerçekten de az gelişmiş. Oturup da konuşacak bir insan bulamazsın. Bu yüzden tek bir arkadaşım bile yok. Ne çevremde, ne de apartmanda. Kısmet onu buralarda bulmakmış.

    Şişman adam, sanki içini okuyan yeni arkadaşına bir anda ısınmış ve kaderin bu cilvesine hayran olmuştu. Hayat boyu hasret duyduğu bir arkadaş, dünyanın diğer ucunda karşısına çıkmıştı. Üstelik aynı şehirde yaşıyorlardı. Şişman adam, bu durumu öğrendiğinde:

    - Bu apaçık bir mucize! diye bağırdı. Allah bizi ayırmak istemiyor!

    Ortak noktaları bu kadar da değildi. Her ikisi de, kalabalık şehirleri sevmedikleri için İstanbul'dan ayrılmış ve denize yakın bir yere yerleşmek istemişti. Yaşları da tam tamına aynıydı. Şişman adam, arkadaşının telefonlarını cep telefonuna kaydettikten sonra, adresini bir kağıda yazıp uzattı. Ve ülkeye döner dönmez görüşmek istediği için, onun da adresini almak istedi.

    Sanayici, şişman adamın verdiği kağıda bir göz attıktan sonra, başını uzun uzun kaşıyarak:

    - Fazla uzak sayılmayız her halde! dedi. Aynı apartmanda en üst kattayım.

Kaynak:Cüneyd Suavi / Hayatın İçinden Hikayeler Zafer Dergisi Temmuz 2003

Ayna

12:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adamın biri, ilk defa gittiği şehrin tarihi çarşısına uğradığında, bir dükkana girerek;

- Hatıra eşya almak istiyorum, demiş.Ne tavsiye edersiniz?

Dükkan sahibi yaşlı zat, adamı tepeden tırnağa süzüp:

- Buranın en meşhur malı, aynalardır evladım, demiş. Ama onları almaya güç ister.

Adam, hiç düşünmeden:

- Ben, yaşadığım şehrin en zengin insanıyım, diye atılmış. Benim için para önemli değil.

İhtiyar, dudak büküp:

- İnşallah gücün yeter, demiş. Çünkü padişahlar bile alamadı onları.

Adam, ses tonunu iyice yükselterek:

- Benim elde edemeyeceğim şey yoktur!.. diye direnmiş. Fiyatları ne kadar?

İhtiyar adam:

- Seçeceğin aynaya bağlı, diye gülümsemiş. Günümüze ait aynaları normal fiyata alabilirsin. Fakat eski aynalar pahalıdır. Hele hele antikalara gücün yetmez. Ama geleceğin aynası bedavadır fakat onu görsen pek beğenmezsin.

Adam, bu sözleri pek anlamamış. Ama merakından çatlayacak gibiymiş. Aynaları bir an önce görmek istediğinden, yaşlı adamın koluna girip,dükkanın arka bölümüne geçmiş.Yaşlı adam, elindeki baston ile işaret ederek:

- Sana ilk önce günümüze ait aynayı göstereyim, demiş. Çerçevesi gümüştendir. Fiyatıysa sadece üç altındır.

Adam, duvarda asılı duran kristal aynayı kısa bir süre incelemiş ve ona bakarak saçlarını düzelttikten sonra:

- Bunun bir özelliğini görmedim, demiş. Evimde de bundan üç dört tane var.

Yaşlı adam, seke seke ilerleyerek:

- O halde bu aynaya bak!.. demiş. Çeyrek asır öncesine aittir. Çerçevesi bakırdandır. Fiyatı ise yüz kese altındır.

Adam:

- Herhalde şaka yapıyorsunuz, diye gülümsemiş. Böyle basit bir ayna, on altın bile etmez.

İhtiyar adam:

- Ben sana söylemiştim!.. diye kızmış. İsterseniz vazgeçin.

Adam, iş olsun diye aynaya baktığında, bağırmamak için kendini zor zaptetmiş. Gözlerini ovuşturarak baktığı aynadaki görüntü, onun 25 yıl önceki haline aitmiş. Ne başının büyük bölümünü saran beyaz saçlar varmış bu görüntüde, ne de yüzünü kırış kırış eden derin çizgiler.

Adamın aynaya takılan gözleri, biraz sonra fal taşı gibi açılmış. Çünkü aynadaki gençlik görüntüsünün hemen arkasından, sevdikleri geçiyormuş birer birer.

Büyük bir dehşet içinde:

- Aman Allah’ım!.. diye bağırmış. Bu geçen, kız kardeşim değil miydi? Hem de henüz kanser olmadan önce.

Daha sonra, en sevdiği teyzesi ve dayısı da geçmişler, adamın görüntüsü ardından. Her ikisi de, çeyrek asır önceki halleriyle. Adam, dayanamayıp başını çevirmiş aynadan. İhtiyar, ona sokulup:

- Bu işten vazgeç!. demiş. Zaten bir çok insan da öyle yaptı.

- Hayır!. diye itiraz etmiş adam. Kardeşimi özlemiştim, dayımla teyzemi de.

- Peki!. demiş ihtiyar. Şu gördüğün bir antika aynadır. Çerçevesi ahşaptır. Değeriyse bin kese altın eder.

Adam, oraya doğru ilerlerken, korkusundan vazgeçmiş. Ama merakını yenemeyip aynaya baktığında, küçük bir çocuk gibi çığlık atmış. 7-8 yaşlarında bir çocuk duruyormuş karşısında. Soluk yüzlü, incecik, dişleri dökük ve saçları dağınık bir çocuk.

- Aman Allah’ım!.. diye bağırmış. Bu benim çocukluğum. Cebimdeki sapan bile duruyor.

Adam, biraz sonra sendeleyerek duvara tutunmak zorunda kalmış. Bu sefer, 30-35 yaşlarındaki halleriyle annesi ve babası geçiyormuş geriden. Daha sonra da, nur yüzlü dedesi. Annesi, her gün defalarca yaptığı gibi, öpüvermiş onu yanağından. Babası ise, her zamanki şakacılığıyla, ensesine bir şaplak atmış yavrusunun. Adam, kaçarcasına uzaklaşmış oradan. İhtiyarın yanına yığılmış ağlayarak. Yaşlı adam:

- Gerçek aynalar böyledir evladım!.. demiş. Bu yüzden de ulaşılmaz onlara. Adam, biraz olsun kendine geldiğinde, dükkandan atmak istemiş kendini.

Fakat tam çıkacakken:

- Bedava aynalardan söz etmiştiniz, demiş. Onu da merak ettim.

İhtiyar adam:

- Ona hiç bakma evlat!. diye atılmış. Bugün çok fazla yoruldun, kalbin dayanmaz.

- Mutlaka bakmalıyım!. diye ısrar etmiş adam. Gördüğüm şeylere artık alıştım.

Yaşlı adam, çaresiz kabul etmiş ve duvarlara asılanlardan farklı olarak, dükkanın döşemesi üzerine indirilen bir aynayı gösterip:

- İşte bu da geleceğin aynası!. demiş. Çerçevesi altından olup bedavadır. Ama onu hiç kimse almadı.

Adam:

- Geleceğin aynası ha!. demiş.Üstelik de altından ve bedava… İhtiyar, hiç sesini çıkartmamış. Adam ise, emin adımlarla aynaya doğru ilerlemiş ve bakmak için yere eğildiğinde oracığa yığılıp kalıvermiş. Yaşlı adam:

- Geleceğin aynasında ne göreceğini tahmin etmen ve ona göre hazırlıklı olman gerekirdi evladım, demiş. Senin de gücün yetmedi demek ki…

İhtiyar adam, müşterisinin cansız vücudunu kucaklarken, onun aynadaki görüntüsüne bakmış. Kuru bir iskelet görünüyormuş…

(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler)

15 Kasım 2014 Cumartesi

Üç Ay Mı Desem Yoksa Beş Mi?



Yıllar önceydi...

    Günümüzdeki adıyla " Mimar Sinan Üniversitesi" olarak bilinen Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin hemen yanındaki Fındıklı Parkında dinleniyordum. Ilık bir ilkbahar akşamıydı ve bitişik bankta da, elli yaşları civarında bir adam vardı. Hatırladığım kadarıyla, Türkiye "borsa" denilen ticari oyunlarla yeni tanışıyor ve herkes, hisse senetlerinin o günlerdeki inanılmaz yükselişinden bahsediyordu.

    Yanımdaki adam, bir tomar hisse senedini rulo yapmış vaziyette sağa sola sallarken, arada bir de sol elinin avucuna vuruyordu. Ben, her zamanki gevezeliğimle ona da laf atarak:

    - Hisse senetlerindeki artış, herkesi şaşırttı, dedim. Siz de köşeyi döndünüz her halde!

    Hafifçe tebessüm edip:

    - Evet! diye karşılık verdi. Elimdeki kağıtlar, inanılmaz derecede değer kazandı. Üstelik de bunlardan on binlerce var bende. Bazılarından ise yüz binlerce.

    - Kısmetli bir insanmışsınız, dedim. Öyle değil mi? Bakışlarını denize çevirerek:

    - Evet! dedi, kısmetli bir insanim. Ve kan kanseriyim. Doktorlar: "Belki üç-dört ay yaşarsın!" dediler.

    Şaşkınlığımdan ötürü, ona ne cevap verdiğimi hatırlayamıyorum. Ama ismini söylediğinde, çok şaşırmıştım. Konuştuğum kişi, yıllara damgasını vuran çok ama çok ünlü bir sigortacıydı. Sigorta firması, kendi ismiyle biliniyordu ve İstanbul’un bütün önemli yerlerinde, mesela Galata Köprüsündeki bütün elektrik direklerindeki panolarda, onun adı yazardı: Semih ....

    Yukarıdaki hatırayı kaleme aldığım sıralarda yazlık evimize misafir olarak gelen Selim Gündüzalp ve Ali Suat gibi yazar arkadaşlarım, bu hatıramı yirmi sene önce duymalarına rağmen detaylarını benden iyi hatırlamış ve onu kaleme almama yardımcı olmuşlardı.

    Semih Beyle konuştuğum dakikalar içinde, dünyanın gerçek yüzünü görebilmiştim. Ama ne yazık ki, ona benzer bir çok olayla daha karşılaşmama rağmen, "ülfet" adı verilen ve her şeye "normaldir!" damgasını vuran alışkanlığımız yüzünden ders alamadım.

    Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde yaşadığım olay gibi...

    2003 Yılının mayıs ayında, bir kan tahlili yaptırmak amacıyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesine gitmiştim. Orada okuyan oğlumla birlikteydim ve hastanenin merkez laboratuarında, bir çok kişiyle beraber beklemekteydim.Bizler, kapı tarafındaydık ve sıramız yaklaştıkça, pencere önünde yer alan üç-dört hemşireye doğru ilerliyorduk. Hemen arkamda, hiç durmadan ağlayan otuz beş yaşları civarında bir hanım vardı. Ben, onun kan vermekten korktuğunu zannettiğimden:

    - Hemşirelerin eli son derece hafif! dedim. Emin olun, hiç acı duymayacaksınız.

    Elindeki kağıt mendille gözlerini silerken:

    - Şimdiye kadar en az bir kova dolusu kan verdim, dedi. Kan vermek, benim için hiç sorun değil.

    Tekrar ağlamaya başladı. Oğlumla birlikte meraklanmıştık. O da bunu anlamış olacak ki:

    - Burası benim ikinci mekanım oldu, dedi. Haftada birkaç defa uğruyorum. Beş-on dakika önce, akciğer kanseri olduğumu ve fazla zamanımın kalmadığını söylediler.

    Oğlum, o sırada tıp fakültesinin son sınıfında olduğu için, bu tür olaylara alışık sayılırdı. Ama ben, gerçekten çok üzülmüştüm. Kadın, ağlamaktan kızaran gözlerini benden kaçırmaya çalışırken:

    - Doktor, ölüme hazırlıklı olmam gerektiğini ima ettiğinde, bütün vücudum sanki önce tavana, sonra da döşemeye çarptı, dedi. Ve ben, onlar arasında defalarca gidip geldim.

    Kan verene kadar beklediğimiz yaklaşık onbeş dakika içinde, o hanıma ecelin gizli olduğunu ve onu Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini; "ölecek" denilen bir çok hastanın şifa bulurken, "sağlam" denilen çok insanın vefat ettiğini ve bu gerçeğin de herkes tarafından kabul edildiğini anlattım. İman nimetinin büyüklüğünden bahsederken, üzüntü ve sıkıntılarla dolu olan dünya hayatının bir gün nasıl olsa sona ereceğini, ama ondan sonra bizi cennet gibi ebedi bir mutluluğun beklediğini, bunun için de iman ve ibadet gerektiğini anlattım. En önemlisi de, şefkat peygamberinin ifadesiyle, zerre kadar imanı olanın kurtulacağını müjdeledim. Ağlaması durdu, ferahlamıştı. İmanlı bir insan olduğunu, hatta Cuma günleri namaz bile kıldığını belirtti. En büyük endişesi, iki kızının henüz küçük yaşlarda olmasıydı. Ama Allah, elbette bir kolaylık verecekti.

    Bu olaylardan sonra, şu soruyu sormak geçti içimden:

    Eğer yanlış nakledilmiş değilse, bazı doktorların, hastalarına: "ancak şu kadar yaşarsın!" demeleri hata değil mi?

    Dünyadan ayrılacağımız tarihi bilmek doğru olsaydı, Allah bunu bize bildirmez miydi?

    Ecelin gizli olması, elbette ki rahmettir.

    Aksi taktirde, ömrümüzün ilk yarısı gafletle, son yarısı da, idam sehpasına adım adım yaklaşan bir insan gibi, dehşet ve korku içinde geçecektir.

    Rabbimiz, aynı şekilde, dünyanın sonu olan kıyametin vaktini de gizli tutmuştur. Ve bu tarih, "mugayyebat-ı hamse" adı verilen beş gizli şeyden biridir. Eğer kıyametin vakti belli olsaydı, son asrın insanları, perişan olmaz mıydı?

    "Rahman" ve "Rahim" gibi isimlerinin tecellisiyle, kullarını nazlı bir bebek gibi gözeten ve sayısız nimetlerle kendini sevdiren Rabbimiz, "gayb" adı ile ifade edilen "gelecek olayları" bizden saklamış ve böylelikle hayattan lezzet almamızı sağlamıştır.

    "Biz realist insanlarız. Ve hayatın gerçeklerini dile getirmekten yanayız!" diyerek insanlara ömür biçen doktorlar, hastaların her şeyden fazla moral ve ümide ihtiyacı olduğunu unutmamalı.

(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Yayınları)

Şehit

12:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments


22 Haziran 1993 günü
Tendürek Dağlarında şehit edilen genç kardeşimiz Üsteğmen Cengiz Çıkrık ve onun Cennet arkadaşları olan bütün şehitlerimizin aziz ruhlarına binler fatihalarla.


    Aynı köyde büyüyen iki asker, Tendürek Dağları'ndaki mevzilerinde sohbet ediyorlarmış. Uzun boylu olanı, elindeki dürbünle çevresini tarayıp teröristlerin sığınabilecekleri yerleri kontrol ettikten sonra, arkadaşına yanaşıp:

    - Şu rüyanı bi daha anlatsana? demiş. Geçen akşam iyi dinlememiştim.

    Diğer asker, bir gün önce gördüğü rüyayı en az on kere anlatmasına rağmen hiç itiraz etmemiş ve:

    - Rüyamda şehit olmuşum!.. diye söze başlamış. Allah beni cennetine almış ve beş tane huri vermiş.

    - Aklın fikrin hurilerde!.. diye gülmüş diğeri. Üstelik de beş tane.

    Rüyayı gören asker, arkadaşının sözlerine aldırmamış ve daha öncekiler gibi, uzun uzun konuşmaya başlamış. Köylerindeki dereden de berrak akan Cennet ırmaklarını, onun kenarındaki sohbet eden peygamberleri, aralarındaki aynı birlikten arkadaşlarının da bulunduğu şehit ve gazileri anlatırken, gözleri dalıyormuş.

    Yanındaki asker, rüyanın sonuna doğru iyice sokulmuş ve yapacağı teklifin sıkıntısıyla kıvranıp:

    - Şu rüyanı bana satsana!.. demiş. Ne istersen veririm.

    - Rüya da satılır mı? diye gülmüş diğeri. Beş huriyi duyunca, aklın uçtu herhalde?

    Arkadaşı, onu duymamış gibi yapıp:

    - Rüyana karşılık postallarımı veririm!..demiş. Seninkiler ayağına biraz dar geliyordu.

    Rüya ile birlikte, postalların sahibi de değişmiş.

    Ve bir gün sonraki çatışmadan, Erzurum'un ücra bir köyündeki ailesine, rüyayı satın alan askerin şehit olduğu haberi ulaşmış. Yanı başlarına düşen bir roketatar mermisi, iki arkadaştan birine hiç dokunmazken, ötekini hasret duyduğu bir diyara uçurmuş.

    Bu olayı anlatanlar derler ki, şehidin sağ avucu daha sonra açılıp, parmaklarıyla "beş" işareti yapmış.

(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Yayınları)

Ziyafet

11:45:00 Posted by Mücahid Reis No comments

  Yaşlı kadın, misafirlerine süt ikram ederken:

   - Sizler de gelmeseniz, kapımı çalan olmayacak, diyordu. Beni ne kadar sevindirdiğinizi bir bilseniz...

   Kadıncağız, kendisi gibi yaşlanmış ve yıkılmaya yüz tutmuş olan bir ahşap evde yaşıyor, eşinin vefatından sonra bağlanan dul aylığıyla geçinmeye çalışıyordu.

   Hiç bir masrafı yoktu. Allah bereket versin, o para yetiyordu. Fakat ihtiyarlıktan da zor gelen "yalnızlık", belini tam anlamıyla bükmüştü.

   Yan taraftaki bakkalın çırağı, her gün pencereyi tıklatıp istediği şeyleri getirmesine rağmen, dükkan sahibinden korktuğu için onunla konuşmazdı. Kadıncağız, böyle zamanlarda daha da garipleşir ve kendisi sık sık uğrayan vefalı misafirlerini beklemeye koyulurdu.

   İşte o misafirler yine gelmiş ve ikram edilen sütü içmeye başlamışlardı. Yaşlı kadın, duvardaki sararmış resmi gösterirken:

   - Rahmetli eşim, oldukça uzun boyluydu, dedi. Onun yanındaki ise oğlumdur. Bu resim çekilirken küçücüktü. Doktor olup yurt dışına yerleşecek ve bir daha bizi aramayacak deselerdi, kim inanırdı?

   Misafirler, her gelişlerinden aynı şeyleri dinledikleri için, yaşlı kadının sözüne kulak asmıyorlardı. Kadın, devam ederek:

   - Benim kucağımdaki de kızımdır, dedi. Saçları altın sarısı gibiydi. Zengin bir iş adamıyla evlendikten sonra, nedense anacığına vakit ayıramadı.

   Kadının nemli gözleri duvardaki resme takılı kalmış, misafirler ise sütlerini bitirip yola koyulmuşlardı... Hep birlikte, döşemedeki kırık tahtaların arasından geçerek gözden kayboldular...

   Yavru kedicikler, ertesi gün yine gelecek ve ihtiyar kadının verdiği ziyafete katılacaklardı...

 (Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Sevgi Öyküleri  Zafer Yayınları)

14 Kasım 2014 Cuma

Küçük Kız

13:03:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Küçük kız, annesiyle yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış, soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yana dönerek söylediği sözler küçük kızı, kıkır kıkır güldürüyordu.

Kaldırımdaki kız bisikletin arkasından bakarken annesi durumu fark edip, “Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde” diye çıkıştı. “Ama eğer beğendiysen baban ondan da aldırır...” Küçük kız yumuşak bir sesle, “Bisiklete değil kıza bakmıştım” dedi. “Babası o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da...”

Annesi, küçük kızı hiç duymamış gibiydi. Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken, “Arkadaşların bu havada bile okula yürüyerek geliyor” dedi. “Halbuki baban işe giderken de olsa birkaç dakikasını ayırıp seni mercedesiyle getiriyor.”

Kızın gözü yine bisikletteydi. Kadın alaycı bir ifadeyle, “İstersen baban da seni bisikletle getirsin” diye devam etti. “Ne de güzel yakışır değil mi?” Küçük kız inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışırken, “Çok isterdim” diye cevap verdi. “Belki de öylelikle babama sarılırdım…”

(Hayatın İçinden Hikayeler / Cüneyd Suavi)

13 Kasım 2014 Perşembe

Doktor

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yataktaki adam, başucunda bekleyen genç doktora:

-Allah senden razı olsun evlâdım, dedi. Benim için yurtdışından zahmet edip buraya kadar gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.

Ameliyat edilen kişi, büyük bir hastahanenin başhekimiydi. Tedâvisi ancak yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermişlerdi. Amaliyatın zor ve yeni bir ihtisas sahası olmasından dolayı biraz tereddütleri de var idi.

Fakat o konuda sayılı bir uzman olan bu genç doktor nereden haber almışsa almış ve hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı. Yaşlı doktor, kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini bilemiyor ve hemen yanında oturan genç adamın ellerini sıkarcasına tutuyordu. Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç durmadan konuşurken;

-Ameliyat için beni bayılttığınızda, her nedense gençlik yıllarıma döndüm, diye devam etti. Henüz toy bir asistanken, anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış ve onu bu şekilde yaşatmaktansa öldürmeyi düşünürken, kalb atışlarını duyup kıyamamıştım.

"Plânlama" bahanesiyle sapasağlam yavruları bile katleden canavarlara rağmen o yavrunun yaşamasını istediğim için, Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.

Genç doktor, ancak bir babanın evlâdına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı "takma" olan bacaklarını gösterirken;

-Allah, hiçbir iyiliği unutmaz efendim, diye gülümsedi.

"Kurtardığınız o çocuk bendim."

Kaynak: "Doktor", Cüneyd Suavi, "Hayatın İçinden", Zafer Yayınları, 2006, 42. baskı, s.220-221

12 Kasım 2014 Çarşamba

Anasının Dilini Kopardı

13:27:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Vaktiyle evlâdını terbiye edemeyen bir ana, cezasını dilini kaybetmekle çeker. Hikâye şöyledir:

Üç beş yaşına gelen bir çocuk komşunun yumurtasını çalıp annesine getirir. Haram, helâl bilmeyen câhil ana, yumurtayı çocuğun elinden alır ve çocuğuna bir aferin çeker ve:

-Benim akıllı oğlum, aferin diyerek çocuğunun başını okşar, çocuk, artık her gün veya gün aşırı komşuların yumurtalarını eve çekmeye başlar. Bir gün böyle, iki gün böyle derken seneler çabucak geçer. Çocuk yaşına göre hırsızlığını da ilerletir. Yumurtadan tavuğa, tavuktan horoza, horozdan koyuna, koyundan kuzuya derken bir haramzâde olur çıkar. Eski zamanın çocuğu şimdi muhitinin bir numaralı ve azılı eşkıyalarından olur. Artık bu eşkıyayı kimse durduramaz bir hale gelir. Hırsızlıklar, eşkıyalıklar derken bir gün büyük bir cinayet işler. Kanun bunun yakasına yapışıp idama mahkûm eder.

Oğlunun idam haberini dinleyen ana, mahkeme salonunda feryadı basar. Saçını, başını yolar. Aman hakim bey, biricik oğlumu bağışla, benim hayatta ondan başka kimsem yok diye yalvarır.

İdam mahkûmu eşkıya evlâda sorarlar, son bir arzun var mı? Eskiden beri idam mahkumlarının son arzularını yerine getirmek âdet olduğu için bunun da son arzusu sorulur. İdam mahkumu genç:

-Bir tek dileğim var. Sevgili anacığımın o mübarek dilini öpmek istiyorum, izniniz olursa bu arzumu yerine gelsin diye rica eder.

Mahkumun isteği yerine getirilmek üzere annesi getirilir:

Benim sevgili oğlum, dilimi son bir defa öp bakayım diyerek dilini uzatır.

Eşkıya evlâd, anasının dilini iki dişlerinin arasına alır. Öyle bir ısırır ki, dişler, dili makas gibi keser, dil pat diye yere düşer.

Orada bulunanlar, vah, vah, vah! Ne olacak eşkıya evlâd! Bunca cinâyetler yetmiyormuş gibi bir de annesinin dilini kopardı derler.

İdam mahkûmu genç:

-Ey burada toplanan insanlar! Bilmeden boş yere konuşmayınız. Benim burada idama mahkûm oluşum o kopasıca dildendir, koptu ya! der.

Herkes hayretle sonunu dinler. Genç mahkûm devam eder:

-Ben, çocukluğumda komşumun yumurtasını çalıp getirdiğimde annem bana âferin çekti, yumurtayı alıp başımı okşadı. Eğer, o zaman beni terbiye edip men etseydi, bugün bu ölüm cezası bana gelmeyecekti, dedi.

Kaynak:Yusuf Tavaslı, Dînî Hikâyeler(Kıssadan Hisse Alabilmek), El Boy, Tavaslı Yayınları, İstanbul , s.66-67

Eyvah Mahvoldum !

06:41:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Genç mühendis, işe yeni başladığı şirketteki bir toplantıya katıldığında, masa üzerindeki gazeteye göz atıp âniden yerinden fırladı ve "eyvah mahvoldum" gibilerden bir şeyler söyleyip koşar adımlarla odasına girdikten sonra, kapısını da arkadan kilitledi.

Bir anda buz gibi bir hava esti içeride... Şirket sahibi, çok babacan insandı. Toplantıyı bir bıçak gibi kesip: -Bu işte bir bit yeniği var, dedi. Mühendise kötü birşeyler oldu. Dikkat edin, canına kıyabilir. Şirket çalışanları, müdürün ne kadar tecrübeli olduğunu bildiklerinden, hep birlikte yerlerinden fırladı.

Sekreterlerden biri, mühendisin okuduğu gazeteye bakarak:

-Biliyorsunuz ki bugün borsa tepetaklak geldi, dedi. Mutlaka çok sayıda hissesi vardı. Bir başkası: -Faiz veya repo da olabilir, diye araya girdi. Yüzde ikiyüz sınırı aşıldı.

Diğeri, kendinden emin bir tarzda:

-Dün dolar bozduracağını söylemişti, dedi. Bugün döviz âniden yükseldiği için, milyarlarca lira zarar etmiş olmalı.

Şirketin muhasebe müdürü:

-Kesinlikle yanılıyorsunuz, diye lafa karıştı. Daha üç gün önce avans çekmişti. Paralı insan böyle birşeyler yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.

Kadın sekreterlerden biri:

-Öyledir öyledir, diye atıldı. Hanımına geçen gün rastlamıştım, çok suratsız biriydi.

Bütün ihtimaller tek tek sıralanırken, şirket müdürü:

-Konuşmakla vakit kaybetmeyelim, diye gürledi. Her an bir tabanca sesi gelebilir içerden..

Müdürün sözleri, ortalığı tekrar karıştırdı. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı.

Müdür bey, etrafındakileri bir el işaretiyle susturduktan sonra, yumuşak bir sesle:

-Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Benim canım kardeşim, sakın bir çılgınlık yapma. Biliyorsun ki bu dünya fânidir. Bir gün zaten öleceğiz, değil mi?

Mühendisin bulunduğu oda müstakil olduğu için başka bir mekana bağlanmıyordu. Bu yüzden de herkes, onun içeride olduğundan emindi. Oda kapısı da özel olarak izole edildiği ve iki adet çelik levhadan yapıldığı için bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen içeriden çıt çıkmıyordu.

Bu arada itfaiyeye haber verildi, altıncı katta bulunan odanın pencereleri altına brandalar gerildi ve televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçerek, adamın aşağı atlaması için duaya başladılar.

Mühendis bey, on beş dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden habersiz görünüyordu.

Kapı önündeki kalabalığın şaşkın bakışları arasında:

-Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum, diye gülümsedi. Dünya fâni olduğundan, bu iş ihmale gelmez.

(Cüneyd Suavi Zafer Dergisi)

11 Kasım 2014 Salı

Allah Haramdan Kaçanı Korur

14:01:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği

bir söz vardı: "Allah haramdan kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu.)

Bu sözü sık sık tekrar eder, bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve

adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:

- Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?

- Evet korur, haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.

- Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.

- Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.

- Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...

- Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekti:

- Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal?

Nimetullah Efendi sözünü bağladı:

- Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...

Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.

- Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu.

Kaynak:İsmail Özcan Kıssadan Hisseler

Hak Yola Getiren İki Söz

06:04:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Büyük erenlerden Hasan Basrî, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken memleketinin tanınmış devlet büyüklerinden birinin oğlu ile karşılaşır. Devlet büyüğünün oğlu yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün sükse ve ihtişamıyla yoluna devam etmektedir.

Hasan Basrî yolun ortasında durarak hoş beşten sonra devlet büyüğünün oğluna şöyle seslenir: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız? Çünkü bu sözleri size benden başka kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Sonra bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır."

Devlet büyüğünün oğlu, "Peki kaça satacaksınız?" deyince Hasan Basrî, "Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında veririm." diye karşılık verdi. "Evet, alırım" deyince de ilk sözünü söylemeye koyulur ve şöyle der: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Senin evin var mı?" diye sorar. "Var" cevabını alınca da, "Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?" diye sorar.

Devlet büyüğünün oğlu, "kendim yaptırdım" diye cevap verir. "Ne kadar zaman içinde yaptırdın?" sorusuna ise, "Epey uzun sürdü" karşılığını verir. "Neden her imkana sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?" deyince de, "Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım. İşte o yüzden de binayı kısa zamanda inşa etmek mümkün olmadı." der.

Ardından sözü alan Hasan Basrî şöyle konuşur: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Madem ki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?"

Bu sözler devlet büyüğünün oğlu üzerinde büyük tesir yapar.

Atından inerek Allah dostu Hasan Basri'nin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla "iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle" diye yalvarır. Daha sonra Hasan Basrî ikinci sözünü söylemeye koyularak şöyle der:

"Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?" diye sorar. "Devlet reisine, bir memurluk almak için gidiyorum" cevabını alınca, "Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? Çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Halbuki onlar da senin, benim gibi birer insan değil mi? Şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omuzlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alınla peygamberler ve gerçek mü'minler arasında Allah'a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?"

Bu sözlerin de son derece derin etkisi altında kalan devlet büyüğünün oğlu atını hizmetçisine verdiği gibi hemen Hasan Basrî'nin ellerine sarılarak artık bütün dünyalık nimetleri teper ve ölünceye kadar bu büyük zatın safında Allah'a ibadet etmeye karar verir.

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi hak sözleri dinleyip de gereğini yerine getiren haksever kullarından eylesin, amin...
- Senaniye -

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 139-141



Not: Fotoğraf Hasan-ı Basrî Hazretlerinin Irak Basra'da bulunan türbesidir.

10 Kasım 2014 Pazartesi

DÜNYANIN EN BÜYÜK OKÇUSU

11:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bütün bilgelere danıştı. Nerede bir kitap bulduysa okudu. Ok atmakta usta olduğunu duyduğu kim varsa, yanına gitti. Büyük bir okçunun arkadaşı olduğu söylenen ihtiyar bir adamı ölmek üzereyken bulup, isteğini anlattı.

Konuştuğu herkes, bu işi öğrenmek istiyorsa, dağların ardında yaşayan o yaşlı adamı, o büyük ustayı bulması gerektiğini söylüyordu.

Adam dünyanın en büyük okçusu olmaya kararıydı. Karısıyla vedalaştı, yol hazırlıklarını yaptı, tarif edilen dağın yolunu tuttu. Günlerce yürüdükten sonra ustanın yaşadığı yere geldi.

Etrafı ağaçlarla çevrili, önünde ufacık bahçesi, yıkılmaya yüz tutmuş bir kulübeydi burası. Bir-iki seslendi cevap veren olmadı. Kulübenin penceresinden içeriye baktı, etrafı inceledi, çiçekleri seyretti, hâlâ gelen-giden yoktu. Bir ağacın gölgesine uzanıp, hayaller içinde beklemeye başladı. Yorgundu, az sonra uyuyakaldı.

Gözlerini açtığında, başucunda dikilmiş, kendisini seyreden biri vardı. Eski ama tertemiz giysiler içinde yaşlı bir adam. Bu Büyük Usta olmalıydı. Hemen toparlandı, saygıda kusur etmemeye çalışarak kendini tanıttı. Niçin geldiğini, okçuluğa olan merakını, okuduğu kitapları, her şeyi bir çırpıda anlattı.

Usta hiçbir şey söylememiş, bir tek soru bile sormamıştı, hatta onu dinlemiyor gibiydi. Elindeki değnekle yere bir şeyler çiziyor, yüzünü ekşitiyor, sürekli uzaklara bakıyordu. Sonra birden kalktı, kulübesine doğru yürümeye başladı. Tam kulübenin önüne geldiğinde bir an durakladı, başını çevirmeden seslendi:

- Gözlerini kırpmamayı öğren, öyle gel!..

Bunca yolu bunun için mi geldim, diye düşündü adam. Sonra hak verdi Büyük Usta'ya, bir bildiği vardır herhalde, deyip evine döndü.

Gözlerini kırpmamayı öğrenecekti, ama nasıl? Hayli zaman düşünüp taşındıktan sonra şöyle bir yol izlemeye başladı: Eşinin dikiş makinesinin üstüne başını koydu. İğne inip kalktıkça gözlerini biraz daha yaklaştırarak bakmaya çalıştı. Her gün biraz daha uzun süre gözünü kırpmadan bakmayı başararak, tam dört sene boyunca bütün vakitlerini böyle geçirdi. Sonunda başarmıştı. İğne neredeyse kirpiklerine değiyor, ama o gözlerini hiç kırpmıyordu.

Adam tekrar Büyük Usta'nın ardında yaşadığı dağın yoluna düştüğünde, şehirdekiler onun iki kirpiğinin arasına ağ yapan küçük örümceği konuşuyorlardı.

Bu kez Usta’yı kulübesinde buldu. Olanları anlattı. Heyecanlıydı, fakat bir takdir sözü duymak için boşuna bekledi. Usta ocağa odun atarken o hayal kurmaya başladı; birazdan, evlat, diyecekti, okunu ve yayını al, peşimden gel. Birlikte dışarı çıkacaklar, okçuluğun incelikleri üzerine konuşmaya başlayacaklardı. Usta ona yatacak bir yer gösterecekti sonra. Senelerce sabahtan akşama kadar çalışacaklardı. Ama sonunda şehre döndüğünde herkes dünyanın en büyük okçusunu alkışlayacaktı. Ağzı kulaklarına varıyordu adamın. Karısı onunla gurur duyacak, bir sürü öğrencileri olacaktı, kitaplar yazacaktı ve daha neler neler...

Usta'nın sesiyle kendine geldi, düşündüklerini belli etmemeye çalıştı. Büyük Usta gelip adamın karşısında durdu, gözlerini gözlerine dikti ve dedi ki:

— Şimdi küçük şeyleri büyük, büyük şeyleri daha büyük görmeyi öğren, sonra gel...

Dağdan aşağı yürürken düşünceliydi adam. Anlaşılan, ok ve yayı eline alması için birkaç sene daha sabretmesi gerekecekti. Ama bu kez hiç değilse konuşurken yüzüne bakmıştı büyük usta. Bunu düşününce mutlu oldu. Bu ilerlediğinin işareti olmalıydı.

Eve geldiğinde karısı hiddetle üzerine yürüdü adamın. Ne zamana kadar devam edecek, diyordu, vazgeç bu sevdadan artık! Bizim halimiz umurunda mı, Şimdi ne yapacaksın, sırada ne var?

Karısı konuşurken, o ne yapacağını bulmuştu, saman çöpü aldı, küçük bir böceği taktı çöpün ucuna. Pencerenin önüne koyup seyretmeye başladı. Aylar boyunca karısıyla kavga etmediği bütün zamanlan böceği uzaktan seyrederek geçirdi. Nihayet, tam üç sene sonra, saman çöpünü bir ağaç, böceği bir at kadar görmeye başladı. Üstelik bütün detayları, bütün görünmez çizgileriyle. Bu ders de tamamdı işte...

Büyük Usta bu kez kapıda karşıladı adamı, içeri buyur etti. Dikkatle dinledi.

— Tamam, dedi sonra, sen büyük bir okçusun artık!

Adam şaşırmıştı. Beraber bahçeye çıktılar, büyük usta bir ok ve yay getirip öğrencisine verdi. Uzaktaki bir ağacı göstererek, “şu budağı görüyor musun”, dedi, “oku oraya atmanı istiyorum senden”. Adam oku yerleştirdi, yayı gerdi ve attı. Ama ne atış! Tam budağın üstündeydi ok.

Sonra bir daha, bir daha... Attığı her ok bir öncekinin arkasına saplanmış, ağaçtan kendilerine kadar uzanan bir hat olmuştu.

Sevindi adam, teşekkür etti, minnettarlığını ifade edecek kelime bulamıyordu. Vedalaşıp yola çıktı. Okçuların en iyisi oydu artık.

Daha yarı yola gelmemişti ki, bir kurt düştü içine; Büyük Usta yaşadıkça ben dünyanın en büyük okçusu olamam ki, dedi. Geri dönmeye karar verdi, Büyük Usta'yı öldürecekti.

Uzaktan, yaşlı ustanın bahçede çiçeklerle uğraştığını gördü. Bu iş kolay olacaktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi, nişan aldı ve yayı bıraktı. Ama o da ne? Kendisine doğru gelen oku fark eden Usta bir karşı ok atmış, oklar havada birbirine çarpıp düşmüştü. Okları tükenene kadar bu hal böylece devam etti. Sonunda öğrencisinin yanına geldi Büyük Usta ve dedi ki:

— Anladım, dünyanın en büyük okçusu olmak istiyorsun. Eğer benden de iyi olmak istiyorsan, filan dağın ardına gitmelisin. Orada tepedeki mağarada falan usta var, git, ondan ders al.

Mahcup oldu adam, utanıyordu. Özür dileyecek oldu, ilk defa güldüğünü gördü ustasının:

- Git haydi, durma!..

Günlerce yol yürüdü, tarif edilen dağa geldiğinde perişan haldeydi. Nefes nefese tepeye doğru tırmanırken kayalıkların arasında bir mağara fark etti. Söylenen yer burası olmalıydı. Yeni ustayı merak ediyordu ki, seksen-doksan yaşlarında, iki büklüm bir adamın titreyerek mağaranın önüne gelip bir taşın üstüne oturduğunu gördü. Oraya doğru yürüdü. Masa gibi bir kütüğün üstüne kollarını dayamış, öylece kendisine bakan bu ihtiyar bir ok ustası olabilir miydi?

Mağaraya iyice yaklaştı, ihtiyara birkaç adım mesafede durdu. Başını kaldırıp üstlerinde uçan kuşlara baktı. Sadağından bir ok çıkardı, yayını gerdi ve okunu bıraktı. Okun vınlamasıyla kuşlardan birinin yere düşmesi bir oldu. Güldü ihtiyar, titreyen elleriyle kütüğün birinden bir yay alır gibi yaptı, oku yerleştirir gibi, gerer gibi yaptı, kuşlardan birine nişan aldı. Adam bir ihtiyara, bir kuşlara bakıyordu. Elinde hiçbir şey yoktu ki ihtiyarın... Birden oku bırakır gibi yaptı, fakat o da ne?! Kuşlardan biri düşüvermişti! Büyük bir şaşkınlıkla olanları seyrederken, ihtiyar usta ayağa kalktı, yanına geldi, gözlerinin içine dikti gözlerini;

— Evlat, dedi, sen hâlâ ok ve yayla mı okçuluk yapıyorsun?

Adam ihtiyar ustanın yanında tam yedi sene kaldı. Şehre döndüğünde bambaşka biriydi artık. İnsanların dertleriyle ilgileniyor, öfkelenmiyor, az konuşuyor, herkesin yardımına koşuyor, sürekli tebessüm ediyordu.

Bir gün bir arkadaşıyla otururken, masanın üzerinde duran bir şey dikkatini çekti adamın. Bu nedir, diye sordu. Şaşırmıştı arkadaşı.

—Usta, dedi, dalga mı geçiyorsun benimle?

— Hayır, hayır, dedi, nedir o?

İyice şaşırdı arkadaşı, ne diyeceğini bilemiyordu. Soru üçüncü kez tekrarlanınca, çaresiz cevap vermek zorunda kaldı:

- Ok ve yay usta, ok ve yay!..

 Kaynak: Serdar Tuncer - Satır Arası Hikâyeler

Kaban

05:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Şık ve yaşlı bir adam, bir vitrine uzun uzun baktıktan sonra, gözlerini ilerde ki parka çevirdi ve oradaki çocukların en zayıfına: 

— Küçüük! diye seslendi. Buraya gelir misin? 

Küçük çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmıştı. Buna rağmen hiç itiraz etmeden geldi.
Yaşlı adam, onun saçlarını okşayıp:

— Vitrinde harika bir elbise var, dedi. Giymeni istiyorum. Bakalım üzerine uyacak mı?

Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam, son derece ciddîydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce bir rüya görüp görmediğini; daha sonra da, o güne kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle abisine alınan elbiseler bir yıl kadar sonra ona dar geldiğinde, ortanca kardeşe uydurulurdu. Birkaç sene sonra da, dizleri aşınmış ya da delinmiş vaziyette kendisine kalırdı. Fakat şimdi, yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala.

Küçük çocuk elbiseleri giydiğinde, büyüdüğünü ilk defa fark etti. Kadife pantolonu, tüm vücuduyla birlikte bacaklarının ne kadar uzadığını; çizgili ceketiyse, omuzlarının ne kadar genişlediğini ortaya koyuyordu. Fakat hepsinin üstüne giydiği kaban, gerçekten muhteşemdi. Bu kabanla üşümesi artık mümkün değildi.

Çocuk, biraz önce kazandığı misketlerini, kaşla göz arasında eski ceketinden alıp yeni kabanın cebine bıraktı. İrili ufaklı bir avuç misket, koskocaman ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Bu durumda iki cebe, belki de yüz misket sığabilirdi.

Yaşlı adam, elbiseleri beğenmişti. Çocuğu bir manken gibi sağa sola çevirip emin olduktan sonra, tezgâhtara dönerek:

— Aldığım giysileri, hediye paketi şeklinde sarın, dedi. Torunuma sürpriz yapmak istediğimden, onları bu çocuğun üstünde denedim. İkisi de aynı ölçülerde de…

Küçük çocuk, sanki beyninden vurulmuştu. Dizleri titremeye başladığı için, ayakta durmakta zorlanıyordu. Fakat artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemesi gerekiyordu. Aynaya son defa baktıktan sonra, giydiği elbiseleri yavaşça çıkartarak, bir kenara fırlattığı eskilerini giydi.

Yaşlı adam, yaptığı hizmet için çocuğa bir simit parası vermek istiyordu. Fakat onu yanında göremedi.

Küçük çocuk tekrar parka döndüğü zaman, bir ağacın gölgesine oturup kaldı. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.

Arkadaşları:

— Niçin oynamıyorsun? diye sordular. Biraz önce çok güzel misketler kazandın.

Çocuk, gülümseyerek:

— Misketlerim, gerçekten çok güzeldi, dedi. Hepsi gıcır gıcırdı. Bu yüzden de onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım.


(Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden)

9 Kasım 2014 Pazar

Dürüstlük

14:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İzgören Akademi’ye bir toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimali var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor, ben dinliyorum. Tam iş yerinin önüne geldik, Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki 9.75 tuttu, ben 10 lira uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Bu, para üstü var mı diye aranmaya başladı.

“Üstü kalsın kardeşim.” dedim.

Döndü bana doğru:

“Vaktin var mı ağabey?” dedi.

“Evet” dedim (benim tek ayak dışarıda).

Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana yirmi beş kuruş uzattı, belli ki para bozdurmuş.

“Birader” dedim, “9.75 değil, 10.50 yazsa ister miydin elli kuruşu benden?”

“Ne alacağım ağabey elli kuruşu.”

“Peki, niye gittin yirmi beş kuruş için o kadar uğraştın, ‘Üstü kalsın’ demiştim.”

Döndü bana, attı kolunu arkaya:

“Vaktin var mı ağabey?”

“Var”

“Çek kapıyı o zaman.”

Muhabbetçi bir taksiciyle karşı karşıyayız.

Beş dakika konuştuk. İngiltere’de profesöründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin beş dakikada öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

“Ağabey, biz Keçiören’de beş kardeşiz. Babam ameleydi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize ‘Durun kalkmayın.’ derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.”

“Aha” dedim, “Bizim meslekten, seminerci.”

“Ne anlatırdı baban?”

“Hayatta nasıl başarılı olunacağını.”

Hakiki, dövme Keçiören Anthony Robbins Sharma’sı bir nevi.

Şoför de ben de gülümsedik.

O gün inşaat için çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.

“Babam sabah işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonunun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp ‘Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın.” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, ‘Babanızla alay etmeyin.O, hem dürüst hem de çalışkandır.’ derdi. Yan evde iki kardeş vardı, onların babası zengindi. Babaları birahane işletiyordu, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiçbir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullanırdık. O amca mahalleden geçerken biz beş kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve girince ayağa kalkmazdık, çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey, biz babayı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa beş katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musun?”

“Ne bıraktı?”

“Bakkal veresiyesi ve konuşmaları bıraktı: ‘Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın…’ falan filan. Ağabey, aradan on beş yıl geçti, diğer iki kardeş kumarda yediler tüm parayı, şimdi cezaevindeler, ne ev kaldı, ne birahane. Tüm aile dağıldı gitti. Biz beş kardeş, beşimizin Keçiören’de taksi durağında birer taksisi var. Hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki: ‘Asıl mirası bizim baba bırakmış’. O gün hepimiz ağladık. Beş kardeş de taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.”

Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:

“Dur ağabey, asıl bomba şimdi.”

“Nedir bomba?”

“Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu beş katlı apartmanı biz aldık. Beş kardeş orada oturuyoruz.”

Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

Kaynak: Ahmet Şerif İzgören
Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı Adlı Kitabından

Bir Dertlinin Günlüğünden

13:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kış günü, hava soğuk ve rüzgârlı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Bir iş için Altındağ semtine gidiyorum. Yolun karşı tarafında, sırılsıklam kenarda bekleyen bir insan dikkatimi çekiyor. Gelip geçen taksilere, minibüslere el kaldırıyor, kimse aldırmıyor. Hareketlerinden alkollü olduğu anlaşılıyor. Altındağ'da işimi bitirip döndüm. Baktım bu zavallı insan soğukta hâlâ bekliyor, üstü başı ıslak. Arabamla önünde durdum; 'Kardeşim, buyur seni evine götüreyim', dedim. Şöyle camdan yüzüme baktı, biraz mahçup bir hâlde; 'Ağabey, senin arabana binmeyeyim, alkollüyüm' dedi. "Hayır bineceksin, bilerek durdum buyur" dedim. "Arabana istifra ederim, kirletirim, binmeyeyim" dedi. "Soğukta öleceksin" dedim ve zorla arabama bindirdim. Yağmurda sırılsıklam ıslanmış ve tir tir titriyordu.
Bir marketin önünden geçiyorken, 'Küçük çocukların var mı?' dedim. 'Var' dedi. Arabadan inerek çocuklara çikolata, bisküvi alarak; "Eve varınca çocuklara ikram edersin. Benim hediyem olsun" dedim.

"Ağabey, küçük çocuklarım var ama, ben eve varınca hiç yanıma gelmezler, kaçarlar" dedi. 'Niçin kaçarlar?' dedim. "Çünkü her gün böyle içip eve sarhoş giderim, bağırır, çağırır, döverim. Onun için benim eve geldiğimi görünce hepsi odalarına çekilir, yataklarına saklanır, korkudan yanıma yaklaşmazlar." Bunları duyunca çok üzüldüm ve kendisine şöyle dedim: 'Bak evlâdım herkes yanlış yapabilir, hata yapabilir. Önemli olan yanlışta ısrar etmemektir. O yavrucaklar Allah'ın sana bir emaneti. Sen onların babasısın, nasıl öyle davranabilirsin? Onların, senin şefkat ve merhametine, havadan ve sudan çok ihtiyacı var. Sevgi, şefkat ve merhamet onları besleyen ve büyüten en büyük gıdalarıdır. Bana söz vereceksin. Bu gün evine varınca yavrularını kucağına alacak onları sevip okşayacak, bu çikolataları kendi ellerinle yedireceksin. Tamam mı, söz mü?' dedim. 'Tamam söz veriyorum, dediklerini yapacağım.' dedi.

Nihayet onun tarifiyle mahallelerden, sokaklardan geçerek kenar semtteki evine geldik. Hanımı çıkıp karşıladı, böyle bir davranış karşısında duygulandı, teşekkür etti, ısrarla eve girip çay içmemi istedi. Benim işim olduğu için kartımı bırakıp müsaade istedim ve ayrıldım.

...

Zavallı adamcağız evine varıyor, yavrucaklar korkudan kaçacak delik arıyorlar. Baba üstünü başını değiştirip, odaya geçip oturuyor. Küçük kızcağızı kapıdan çıkarken ona sesleniyor: 'Kızım! Gel yavrum, otur yanıma.' Kızcağız şaşırıp kalıyor, bu güne kadar hiç duymadığı ton ve sıcaklıkta babasının sesi. Kapıda durup kalıyor ürkek bir tavırla. Gitse mi, gitmese mi? Acaba yine bağırıp döver mi? Yatağına kaçsa mı? Derken baba tekrar yumuşak bir sesle: 'Haydi yavrum gelsene, bak sana neler getirdim. Al bunları.' diyerek çikolataları gösteriyor. Çocuk yavaş yavaş, korkarak babasına yaklaşıyor. Baba, yavrusunu dizine oturtuyor ve saçlarını öperek, okşamaya başlıyor. Kızcağızın ruh dünyası allak bullak oluyor. Baba sevgisi, babanın okşaması ne güzel bir şeymiş. Babanın yavrusunu öpmesi, onu yavrum diye sevmesi ne tatlı, ne sıcak şeymiş, bu şaşkınlığı yaşıyor. Kim bilir ne zamandan beri böyle sıcak bir sevgiyi tatmamıştı. Hep onun hasretiyle yanıp kavrulmuştu. Bak şimdi babası ona 'yavrum' diyordu, saçlarını okşuyordu, bağrına basıyordu. Ne tatlı ne sıcak bir yermiş baba kucağı.

Bu yakınlık ve sevgiden cesaret alan kızcağız, ayağa kalkıyor, kollarını makas gibi açarak, bütün hasret ve heyecanıyla babasının boynuna sarılıyor. Bulduğumu kaybeder miyim endişesiyle 'Babammm... babam... babacığımmmm...' diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. O çikolatayı çoktan unutmuş, her şeyden daha tatlı babasını bulmuş, gözyaşları içerisinde ona sarılıyor, yılların açlığını gidermeye çalışıyordu.

Zavallı adam, hüngür hüngür ağlıyor, baba kız gözyaşı seline boğuluyorlar. Bir tarafta da hıçkırıklara boğulan anne gözlerine inanamıyordu. Allah'ım sana şükürler olsun diyordu.

Sonra baba ayağa kalkıyor, evdeki tüm içki şişelerini bir daha içmeme azim ve kararlılığıyla, kırıyor.

...

Bir gün mağazamda otururken, tezgahtar: 'Efendim ziyaretçileriniz var', dedi. 'Gelsinler' dedim. Baktım o aile birlikte gelmişler. Kadıncağızın iki gözü iki çeşme. "Ağabey! Sen melek misin, Hızır mısın, nesin? O gün seni Allah gönderdi. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. O yağmurlu günde sen beyimi sarhoş haliyle yoldan alıp eve getirdin. O günden sonra dünyamız değişti. Kocam içkiyi bıraktı, Allah'a yöneldi, yavrularım baba sevgisine kavuştu, evimiz bir cennet köşesine döndü, korkularımız bitti. Buna vesile olduğunuz için Allah sizden razı olsun" diyor, gözyaşlarına boğuluyordu.

...

Bir güzel davranış, bir yudum şefkat ve merhamet, samimiyetle uzanan bir el, samimi bir yardım, bazen en sihirli kilitleri açıyor, sihirli bir anahtar oluyor, bir insanın hidayetine, bir dünyanın değişmesine vesile olabiliyor. Kalbler Allah'ın elinde. Keşke her zaman çevremizdeki insanlara birer şefkat meleği gibi davranabilsek, rahmet yüklü bulutlar gibi olabilsek. Kim bilir aynı vaziyette uzanacak bir eli, bir yudum samimiyet ve sıcaklığı bekleyen, soğukta titreyen nice gönüller vardır. Ey Rahmeti Sonsuz Rabbim! Rahmetinle bizleri kuşat ve bizleri yalnız bırakma...

*) Bu hâdise, insana hizmeti ve hoşgörüyü hayatının gâyesi yapan bir ağabeyimizin başından geçmiştir.

Kaynak:Muhammed Aydoğmuş / Hatırat - Nisan 2002 Sızıntı Dergisi

Herşey Yerli Yerinde

03:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Anlatılır ki, Nasreddin hoca, bir yolculuk esnasında ceviz ağacının altında dinlenirken, ceviz ağacının meyvelerinin küçük, ama karşısındaki kabak bitkisinin meyvelerinin büyük olması dikkatini çekmiş.


"Allah'ım, hikmetinden sual olunmaz, ama bu kocaman ağaca bu küçük küçük meyveler, ama şu küçücük bitkiye büyük büyük kabaklar vermişsin. Acaba niye?" demiş.



Bu düşüncelerle meşgul iken tatlı bir uykuya dalmış. Birazdan başına bir ceviz düşmesiyle uyanmış:



"Aman yâ Rabbi! Sana şükürler olsun. Ya benim düşündüğü gibi bunları yaratsaydın? Ne olurdu benim halim?" demiş.



Gerçekten de insan, şu âleme dikkatle baktığında, herşeyin yerli yerinde olduğunu görür. Öyle ki. herhangi birşeyi yaratıldığı tarzdan başka şekilde düşünüp, "Böylesi daha iyi olurdu" diyemeyiz.



Nasreddin Hoca, artık herşeyin yerli yerinde olduğunun farkındadır. Birgün cemaate tatlı tatlı sohbet ederken, "Ey cemaat," demiş, "Allah, deveye kanat takmamakla bize ne büyük lütufta bulunmuş biliyor musunuz?"



Cemaat, "Hayır hocam ,bilmiyoruz" demişler. Hoca sözüne şöyle devam etmiş:



" Şimdi düşünün, devenin kanatları olsaydı, havada kuşlar gibi uçsaydı, sonra da sizin evinizin damına ya da bahçedeki ağaçlarınıza konsaydı, ne olurdu haliniz?"



* * *


Eski zamanlarda adamın biri kırlarda dolaşırken siyah bir böcek dikkatini çekmiş. Kendi fikrince onun varlığını lüzumsuz görmüş.



"Allah bunu niye yarattı? Aslında bu olmasa da olurdu." diye düşünmüş.



Aradan zaman geçmiş, adam amansız bir hastalığa yakalanmış.Doktorlar derdine derman bulamıyormuş. Derken tecrübeli bir doktor buna demiş:



"Kırlarda siyah bir böcek vardır. Ondan bir ilaç yapacağız. Allah'ın izniyle iyileşeceksin."

İlaç yapılmış ve adam gerçekten iyileşmiş.



Bir gün, adam gemiyle yolculuk yaparken denizde büyük bir fırtına çıkmış. Dağlar gibi dalgalar her tarafı kaplamış. Koca gemi dalgalar arasında denize düşen bir fındık kabuğu gibi sallanıyormuş. Herkes can derdinde sağa sola koşuşuyor, feryat ediyormuş.



Fakat bu adam gayet sakin, sanki hiç bir tehlike yokmuş gibi dalgaları seyrediyor, âdeta dalgalarla dalga geçiyormuş. Onun halini görenler şaşırıp kalmış, "Be adam, ölüyoruz! Ama sen hiç bir şey olmamış gibi sakinsin. Bu ne duyarsızlık?" demişler.



Adam,"Ben Allah'ın işine karışmam. Bir defa karışır gibi oldum, bir böceği beğenmedim. Beğenmediğim o böceği ilaç olarak bana yutturdu. O ne yaparsa yerli yerindedir" demiş.



Erzurumlu İbrahim Hakkı, bu mânâyı şu güzel ifadelerle terennüm eder:



Hak, şerleri hayreyler,

Zannetme ki gayreyler,

Ârif ânı seyreyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler...



Deme şu niçin şöyle?

Yerindedir o, öyle.

Bak sonunda sabreyle.

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler...

Kaynak: Doç. Dr. Şadi Eren

Zehirli Gelin

00:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Uzun yıllar önce, Çin'de Li-li adında bir kız yaşıyordu. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı ve çoğu genç kız gibi Li-li de günün birinde bir delikanlıyla evlendi. Li-li'nin kocası zengin biri olmadığı gibi, ailesine karşı sorumluluklarına dikkat eden biriydi de. O yüzden Li-li evini, kocasıyla birlikte dul kayınvalidesi ile de paylaşması gerekiyordu.

Gelin görün ki, aylar geçtikçe, Li-li kayınvalidesiyle geçinmenin çok zor olduğunu anlamaya başladı. İkisinin de kişiliği çok farklıydı ve bu yüzden sık sık kavga ediyorlardı. Kavgalar gitgide o kadar şiddetlenmişti ki, konu komşu da evde olup bitenlerden haberdar olmaya başlamıştı.

Birkaç ay daha böyle geçtikten sonra, Li-li bu işin böyle gitmeyeceğinden iyice emin haldeydi. Bu durumun annesi ile eşi arasında kalan kocası için evliliği cehenneme çevirdiğini de görüyor, eşi için üzülüyordu.

Li-li, bir çare bulabilme ümidiyle, baba tarafından aile dostları olan bir baharatçıya gidip derdini anlattı. Baharatçı, Li-li'ye, bu işin kesin çözümünün kayınvalideyi ortadan kaldırmak olduğunu söyledi. Ama bu işi fark ettirmeden halletmesi gerekiyordu. O yüzden, değişik bitkilerden hazırladığı bir ekstreyı Li-li üç ay boyunca azar azar kaynanası için yaptığı yemeklere koyacaktı. Zehir az verilecek, böylece kayınvalidenin öldürüldüğü anlaşılmayacaktı. Yaşlı baharatçı, Li-li'ye, bunun için, zehiri azar azar verdiği üç ay içinde şüphe verici davranışlardan, özellikle kayınvalidesine karşı sert kavgalardan kaçınmasını tavsiye etti. Üç ay için sabredip kayınvalidesine olabildiğince iyi davranmalıydı Li-li.

Baharatçının hazırladığı zehir eksteresini de alarak sevinç içinde eve dönen Li-li, baharatçının önerdiği planını adım adım uygulamaya başladı. Her gün en güzel yemekleri yapıyor, kayınvalidesinin tabağına zehiri azar azar damlatıyor, bu arada ona iyi davranmayı ihmal etmiyordu.

Onun bu iyi muamelesi kayınvalideyi de etkilemiş, gün gün ona daha iyi davranmaya, haftalar geçtikçe de ona kendi kızı gibi sevgi ve ilgi göstermeye başlamıştı. Evde artık barış rüzgarları esiyordu.

Bu durum karşısında, Li-li yaptıklarından utanmaya başladı. Kayınvalidesinin aslında pek de kötü olmadığını, bilakis pekala iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama, yemeğine azar azar damlattığı zehirler yüzünden onun ölmesi de an meselesiydi artık.

Vicdan azabı içinde kıvranan Li-li, yaptıklarından pişman vaziyette yine baharatçıya gitti ve bu kez, verdiği zehiri kandan temizleyecek bir iksir yapması için kendisine yalvardı. Artık yaşlı kadının ölmesini istemiyordu.

Yaşlı baharatçı, Li-li'nin bu yalvarmaları karşısında kahkalarla gülmeye başladı. Li-li ise çok ciddiydi zehirin tesirini vücuddan atacak bir ilaç yapmasını istiyordu ısrarla hala.

"Ah Li-li!" dedi baharatçı, “sana zehir diye verdiğim şey, vücudu güçlendiren bazı bitki özlerinden bir karışımdı yalnızca. Çünkü, asıl zehir ikinizin kafasındaydı Sen ona iyi davrandıkça zehir dağıldı, yerini sevgi ve anlayışa bıraktı."

Sevgi Öyküleri | Zafer Yayınları

8 Kasım 2014 Cumartesi

İŞİNİ İYİ YAPMAK

15:25:00 Posted by Mücahid Reis

Seyyar bir şemsiye tamircisi, yol kenarında küçük bir kutu üzerine oturmuş, şemsiye tamir ediyordu. Tamirci, tamir edilecek yerleri dikkatle ölçüyor, yamayı itina ile bir bir yerleştiriyor, telleri tek tek deneyerek güçlendiriyordu. Adamı hayranlıkla seyreden bir genç yanına yaklaştı:

- İşinizi çok dikkatli yapıyorsunuz, dedi. Şemsiye tamircisi elindeki İşi bırakmadan: - Evet, ben, her zaman işimi İyi yapmaya çalışırım, diye cevap verdi.

- Müşterileriniz, işinizi iyi veya kötü yaptığınızı ancak siz gittikten sonra anlayacaklar.

- Evet, haklısınız.

- Bu tarafa tekrar mı geleceksiniz?

- Hayır.

Genç artan bir hayranlık ve merakla sordu:

- O halde niçin bu kadar titizsiniz? Tamirci:

- O zaman, benden sonra buradan geçecek tamircinin İşi kolaylaşacak. Ben, eğer kötü malzeme kullanır, işimi baştan savma yaparsam, halk bunu er geç anlayacak ve ondan sonra buradan geçen tamirciye kimse iş vermeyecek.

Allah (c.c.), kuluna verdiği nimeti onun üzerinde görmek ister. Kul işini evvela Onun hoşnutluğuna ermek için yapar. İş, Ona arz ediliyor gibi yapılmalıdır. Evet, asıl gören O'dur ve O güzeli sever.

İşlerinde kötü örnek olanlar, başkalarının hukukunu manen çiğnemiş olurlar. Güveni sarsarlar, emniyeti ve huzuru bozarlar.

İşinin hakkını vermeyen cemiyet kalesinde gedik açmış demektir ki, herkes böyle bir hale düşmekten kaçınmalıdır. Kimse bozguncu olmak ve milletine zarar vermek istemez.

Bugün ileri ülkeleri ayağa kaldıran, bu iş ahlâkı ve dü­rüstlüktür.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Ufku, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 52

Zincirleme

14:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Yakın zamanda kendisine yardım eden bir dostuna teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza güzel bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu.

Akşam eve giderken, kazandığı paranın birazını hep köşe başında oturan fakir bir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama mutlu oldu ki... iki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı..... anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar... bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan tebessümün sonucuydu.

(Tavuk Suyuna Çorba Kitabından)

HANIM DÖVÜLMEZ

10:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adamın biri,çok akıllı ve iyi bir İslâm terbiyesi görmüş bir hanımla evlenmiş.

Adam,hanımından çok memnunmuş.Evlerinde hiç hır-gür olmazmış.Kavga gürültüde çıkmazmış. 

Bu genç adam,bir gün arkadaşlarına uğrar Bu ahlaksız adamlar karılarını şöyle dövdüm,böyle dövdüm diyerek birbirlerinie güya
öğünerek anlattıklarına şâhid olur.adam,hayretle bunlara sorar:

-Karılarınıza neden döversiniz?Hiç bir günahı olmayan kadınlar nasıl dövülür?diye sebep sorar.Arkadaşları:

-Bundan kolay ne var derler.Eve bir kilo kıyma götürürsün.Kıymayı yemek yaparsa köfte istiyordum dersin, diye akıl vermişler.

Adam,ertesi akşam eve gelip sofraya oturur.Hanımı,kıymadan misket çorbası yapmış. Herifin önüne koyar.Herif,hanıma çıkışır:

-Ben, patatesli köfte istiyordum der.Hanım:
-Patatesli köfte de var der. Herif:
-Ben yaprak sarması da istiyordum der.Hanım:
-O da var efendi,o da var der.

Koca kıymetini çok iyi bilen, İslâm terbiyesi görmüş iyi huylu kadın, kocasının hoşnutluğunu almak için elindeki imkana göre
hareket edermiş.

Adam ertesi gün arkadaşlarının yanına çıkmış.Hemen acele acele sormuşlar:

-Ne oldu? dövebildin mi karıyı demişler.

Adam, durumu anlatmış. Arkadaşları:

-Ha demişler kerâmet sende değil; senin karındaymış, senin karın çok akıllı, işbilir bir kadınmış demişler.

Kaynak:Yusuf Tavaslı, Dînî Hikâyeler(Kıssadan Hisse Alabilmek), El Boy, Tavaslı Yayınları, İstanbul , s.56-57

7 Kasım 2014 Cuma

GÖRMESİNİ BİLEN GÖZLER

15:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre; nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yılda gerçeklerle yüzleşti.

Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti.

"Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.

Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını

söyleyerek kızı ameliyat ettiler.

Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı.

Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:
"Sanki yeniden dünyaya geldim!" dedi. "Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı siz mi yaptınız?" Yaşlı doktor: "Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!." diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!."

(Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden)