Faydalı Paylaşımlar..

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Beş Akçelik Kumaş

12:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Ver elini Endonezya. Aylarca deniz aşırı yol aldıktan sonra bir adacığın sahiline yanaştı gemi.

Kumaşları indirdi. Gitti çarşıdan bir dükkan kiraladı, satışa başladı. Dil sorununu çözmek ve müşteriye kolayca ulaşmak için de yerli halktan bir eleman tuttu.

Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Berekete inanmıştı bir kere. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi.

Kısa zamanda tanındı ve sevildi. Müşteri kaynıyordu neredeyse dükkân. Tutunmuştu bir kere yabancı bir ülkede.

O gün dükkanda yoktu. Biraz geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir satış yapmıştı. Bir hayli de kâr bırakmıştı satılan mallar.

Merak etti, sordu: “Hangi kumaştan sattın?”

“Şu kumaştan efendim” dedi elemanı.

“Metresini kaça verdin?”

“On akçeye.”

“Nasıl olur?” diye hayret etti, “Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Çok fahiş fiyata

vermişsin, kandırmışsın müşteriyi. Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?”

“Evet efendim, tanıdığım birisi.”

“Öyleyse hemen git, adamı bul ve buraya getir.” Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi.

Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, özür diledi, helâllik istedi ve dedi ki:

“Kusura bakmayın, bizim eleman yanlışlıkla beş akçelik kumaşı size on akçeye satmış, bize hakkın geçmiş.”

Arkasından da fazla parayı müşteriye doğru uzattı: “Şu da fazla verdiğin para, hakkını helâl et.”

Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Hiç duymamıştı daha önce bu çeşit bir

olayı ve böyle sözleri. “Ne demek hakkını helâl et?” Nasıl olurdu? Gönül rızasıyla pazarlık yaparak

satın almıştı. Memnun oldu, teşekkür etti, merak ve hayretler içinde çıktı dükkandan...

Olay kısa sürede şehirde duyuldu. Dilden dile dolaştı. Herkes birbirine anlatıyordu. Çok geçmeden

kralın kulağına kadar vardı mesele...

Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Meselenin aslını öğrenmek istiyordu. Böyle bir durum

ilk defa yaşanıyordu memlekette. Kendi halkı arasında bu tarz bir şey olmazdı. Herkes istediği

fiyattan satar, müşteri de alır giderdi. Bu yabancı tüccarı, böyle şaşkınlık meydana getiren bir

muameleye sevk eden olayın sırrı ne olabilirdi?

Kral sordu: “Sizin yaptığınız bu davra- nışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı

nedir? Sizi böyle güzel bir harekete iten sebep nedir?”

“Ben,” dedi tüccar, “bir Müslümanım, inanan bir insanım. İslâm dini böyle emreder. O kumaşı dört

akçeye almıştım, beş akçeye satıyordum. Ama eleman on akçeye satmış. Müşterinin bana hakkı

geçmiş. Dolayısıyla kazancıma haram girmiş. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.”

Kral, “İslâm nedir, Müslümanlık nedir, İslâm ahlâkı nedir?” gibi peş peşe sorular sordu.

Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla bir zaman

geçirmeden İslâmı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır

sadece beş akçelik kumaştı ve inancını hayatına geçirmiş bir Müslüman tüccarın örnek davranışıydı.

Evet, biz İslâm ahlâkının üstünlüklerini ve imanın güzelliklerini davranışlarımızla gösterseydik diğer

inanç mensupları gruplar halinde İslâmı benimseyecekler, belki yerkürenin bazı kıtaları ve

devletleri İslâma girecekler, barışın ve sevginin sırlarına ulaşacaklardı.

Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle

paylaşmaktı.

Efendimizin müjdesi herkese açık: “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler,

sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.”

Çok bilgi sahibi olmaya, çok zengin olmaya, çok meşhur olmaya, çok ülke gezmeye de gerek yoktu

belki.

Mütevazı da olsa, insanların imanına, ahlâkına, hayatına yarayacak davranışlar sergilemektir

yapılacak olan...

“Lisan-ı halin lisan-ı kalden tesirli” olduğunun farkına varmaktır sadece...

Yani asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Ve önemli bir sır da, örnekleri çoğaltmak, örnek davranışları artırmak, insanları güzelliklerle tanıştırmaktır.

Kaynak:Mehmet Paksu-İman Hayata Geçince

Bereketin Kaynağı Nerede Saklı

11:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Uzun bir yolculuktan sonra yolu bir köye düş­­müştü. İyice susamış, üstelik acıkmıştı da... Gözüne kestirdiği bir evin kapısını hafifçe tıklattı. Kapıyı evin hanımı açtı.

Bir tas suyunuz var mı bacım, çok susadım da dedi.

Bir tas suyun lafı mı olur kardeş, yoldan geliyorsun, görü­nen o ki, acıkmış olman lâzım. Siz içeri buyurun, çok kal­maz beyim de gelir.

Misafir daveti kabul etti. Serin bir köşeye çekildi oturdu. Kısa bir süre sonra ev sahibi de geldi. Hoş beşten sonra misafirin önüne sofra serildi. Birkaç parça yiyeceğin yanında bir tabağa da pekmez koymuşlardı. Pekmez hoşuna gitmişti.

Ev sahibi yıllardır uyguladığı bir âdetini anlatmaya başladı misafirine:

Köye girerken gözünüze çarpmıştır. Önemli bir gelir kaynağımız üzüm bağcılığıdır. Benim de bir parça bağım var. Her sene hasat mevsimi olunca, üzümü keserim, suyunu sıkar, pişiririm, pekmez yaparım. Dört teneke pekmez çıkar. Üç tenekesini köylüye dağıtırım, bir tenekesini de eve bırakırım. Gelirken siz de görmüşsünüzdür. Bu sene bir çekirge âfeti geldi. Ne kadar yeşillik varsa, hepsini yedi bitirdi. Köyün bağları da bu felâketten nasibini aldı. Ne yeşil bir yaprak kaldı, ne de bir salkım üzüm...

Ancak benim bağa hiçbir şey olmadı. Çekirge sürüsü benim bağa uğramadı, bir zarar da vermedi. Sapa sağlam kaldı. Her sene olduğu gibi, bu sene de yine üzümü kestim, suyunu sıktım, pekmez yaptım, dört teneke çıktı, birini eve bıraktım, geri kalan üç tenekesini de köyde fakir fukaraya dağıttım. Bu yüzden, çekirge bütün bağları kırıp geçirdiği halde benim bağa dokunmadı.

Misafir hayranlığını gizleyemedi, Gözüyle görmüştü, o ka­dar bağın içinde tek yeşil kalan bir bağ vardı ve hayranlığını Mâ­şaallah! diyerek dile getirdi ve örnek davranışından do­la­yı ev sahibini kutladı.

* * *

Birkaç sene sonra bir yaz mevsimi, hasat zamanıydı. Ekinler biçilmiş, toplanmış, harman yapılmıştı. Harman yerlerinde tepecikler halinde buğday ve arpa desteleri vardı. Çiftçinin bir yıllık emeğiydi bu. Yıllık gelirini buradan karşılayacaktı.

Ancak acı haber kısa sürede her tarafa ulaştı: Kilisin harmanlarına ateş düşmüş, yangın bütün harmanları sarmış­­tı.

Çevreden duyanlar koşmuş, bir an önce yangını söndürmeye koyulmuştu. Kendisi de yerinde duramamış, bu insanla­rın yanında yer almaya gitmişti. Gerçekten de manzara deh­­şet vericiydi. Alevler göklere yükseliyor, harmanlar cayır ca­yır yanıyordu. Fakat olanca gayrete rağmen harmanların büyük bir kısmı yanmış, öbek öbek kül yığınları oluşmuştu.

Ancak herkesi şaşırtan bir görüntü vardı kül kümelerinin yanında. Yangının ortasında kalmasına rağmen koca bir buğday harmanı olduğu gibi duruyordu. Dev alevler orayı atlamış geçmişti. Harman sahibi ise harmanının yanında bekleyip duruyordu. Bir şaşkınlık içindeydi.

Yanına vardı. Sordu: Kardeş, sebebi ne ola ki, herkesin harmanı yanıp kül olduğu halde senin harmanın böyle olduğu gibi kalmış Yangından ve ateşten bir zarar görmedin!

Harman sahibi üzüntülüydü, çünkü bütün komşuların bir yıllık emeği kül olmuştu; sevinçliydi, kendi harmanı kurtulmuştu.

Ben, dedi, her sene harmanı kaldırırken, içinden onda bir zekâtını (öşrünü) ayırırım, fakir ve muhtaçlara veririm, on­dan sonra buğdayı ambara çekerim. Böylece Rabbim benim harmanı korudu.

Evet, hadis-i şerifler açıktı:

Mallarınızı zekâtla koruyun. Hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin. Belâ dalgalarına dua ve yakarışla karşı koyun.?[1]

Karadaki ve denizdeki bir mal ancak zekâtının verilmemesinden dolayı telef olur.?[2]

Zekat, sadaka ve infak manevi bir sigortaydı.

[1] et-Tergib ve?t-Terhib, 1:520.

[2] Feyzü?l-Kadîr, 5:437.

Yazar:
Mehmed Paksu

Kaynak: “Olayların Kur’an’ca Yorumu, Mehmed Paksu, Nesil Yayınları” kitabından…