Faydalı Paylaşımlar..

6 Şubat 2015 Cuma

Güle Güle Ağladım

12:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Direksiyon başına geçenlerin, gerçekten de bir tür değişime uğradığını gördüm. Benzetmek belki abes olacak ama yaya iken sakin, mülayim denecek sessizlikte, engin bir hoşgörü içerisinde olan insanlar, direksiyon başında kuzu postundan kurtulmuş kurt gibi, hatta aslan gibi oluveriyor.

“Ben de böyle olur muyum? Kaba, bencil davranışlara geçer miyim?” sorularıyla bir süre rahatsız olmuştum aslında ama sonra farkına varmadan yaptığım hareketleri tarttığımda rahatladım. Yolda gördüğüm bir kaplumbağa için arabayı durdurup, yolun sonuna geçirdim. Sonra dönüp, yola çıktıktan sonra fark ettim bencilce davranmadığımı. “Demek ki her direksiyon başına geçende kişilik değişikliği olmuyormuş” diye sevindim. Bundan sonra trafikteki iyi insanları, kibarları, bencillikten uzakları gözlemler oldum. Meğerse benciller daha çok göze battığı için çok zannediliyormuş. O kadar çok efendice araba kullananlar var ki, sessizce, dikkat çekmeden. Bazen yavaşlayan bir araba görüyorum, “Trafik lambası filan da yok, niye yavaşladı?” diye bir bakıyorum, yaşlı bir teyze o şoföre el sallayarak teşekkür edip, yorgun adımlarla yoldan geçiyor. Başka birinde bakıyorum, önümdeki araba sağ sinyali yakıyor, “Hayırdır, sol şerit bomboş niye kenara yanaşıyor?” diyorum. Sonra fark ediyorum ki, epey geriden gelen ambulansın ışığını görmüş, gecikmeden sol şeridi boşaltmaya çalışıyor.

Bu tür olaylara rastlamak günümün huzurlu, neşeli geçmesine çok katkı yapıyor. Bazen aynalarda kendimi gülümserken yakalıyorum. Nedenini düşünüyorum, sonra o gün yaşadıklarımı bir filmi geri sarar gibi düşüne düşüne inceliyorum ve sonunda böyle güzel bir olaydan sonra içimde kalan güzellikten neşeli, mutlu olduğumu keşfediyorum.
Bu gün yine hem dikkatli araba sürmeye çalışıyorum, hem de güzel bir olaya rastlarsam kaçırmayım çabasındayım. Çünkü, iş yerinde yapacağım sunum için moral ihtiyacım var. Moralli, neşeli olmak özgüvenli olmayı sağlıyor. Ki bu da başarının en önemli anahtarı.

Bu düşünceler içindeyken, her şey bir saat gibi tıkır tıkır güzelliklere doğru yol alıyor gibiyken, ihtimalinden bile korktuğum, aklımın ucundan bile geçmesini engellediğim bir olay oluverdi. Önce bir çarpma sesi, uzun süredir içimde birikmiş korkuyla refleksleri birikmiş bir ani fren ve ben de şok.

Çevreden koşanlar, bazıları arabamın hemen önüne koşarken, birkaç kişi de kapımı açıp beni dışarı çıkardı. Beni arabamdan çıkaranların yardım için değil, kaçmamam için kolumu sıkıca tuttuklarını anladım. Bunun rüya veya bir gün ortası kabusu olduğunu görmek ve gerçek hayata dönüp, aslında bir şey olmadığını anlayıp rahatlamak istiyorum ama olmuyor işte bitmiyor bu işkence.

Kolumdan tutanlar beni de arabamın önüne doğru götürdüğünde bunun gerçek olduğunu anlıyorum; Başı kanayan bir çocuk ve içindekiler yerlere saçılmış bir okul çantası…

Dizlerimin bağı çözülüyor, bunu kaçma hamlesi sananlar daha sıkı kavrayıp beni ayağa kaldırıyor. Gözlerimin bir kararıp, bir düzeldiği esnada çocuğun kolundan tutup, oturttuklarını görüyorum. “Başı kanayan bir çocuk için bu hareket doğru mu caba?” düşüncesiyle, “Allah'ım, çocuk ağlıyor, demek ki yaşıyor! ” düşüncesinin beynimde çarpışmaları gözümden yaşlara yol açıyor.

Ağladığımı gören bir kaç kişi susmaktan vazgeçiyor sanki ve ilk defa o sesleri duyuyorum; “Adamın suçu yok, çocuk birden yola fırladı”. Bu sözleri birkaç kişi daha tekrar edince ve onaylayanlar artınca kolumu bıraktılar, arabama dayanarak zorlukla ayakta durabildim.

Koşarak gelen kadının gözündeki yaşlar ve acı feryadı annesi olduğunun habercisiydi sanki. Çocuğuna sarılırken bana bakışındaki nefreti bana göndermeyi de unutmamıştı. Allah’tan çevredeki insaflı insanlar onun yanında da yüksek sesle suçsuz olduğumu söylediler. Bunun üzerine kadıncağız benden bakışlarını çekti.

Bu gelişmeden sonra bakışlar benden çok çocukta yoğunlaştı ama kimse bir şey yapmıyordu. Dizinde de kanama vardı ama ordan geçen biri, “Başı kanıyor, içten beyin kanaması olabilir, acele hastaneye kaldırılmalı !” deyince ancak kendilerine geldiler. Hemen ambulans için telefon ettiler ama bu saatlerde hastane tarafından gelen trafik çok yoğundu. Oysa hastaneye doğru trafik akışı daha rahattı. Kendimi toparlamaya çalışıp, seslendim;
-Çocuğu arka koltuğa yatırın, ben götüreyim!

Kısa süreli bir şaşkın bakışlardan sonra çocuğu arka koltuğa taşıdılar, annesi de yanına oturdu. Birisi kulağıma eğildi;
-Suç mahallinden arabanı hareket ettirirsen ceza alırsın.
Gülümsedim, cevap vermedim. Kalabalığa seslendim;
-Komşuları veya tanıdığı bir kişi daha bizle gelsin.

Kalabalıkta bir kadın aceleyle “Arayan olursa hastaneye gittiğimi söylersin.” Diye çevresindekiler tembihlerde bulunarak bindi arabaya.

Annem, her işinde Allah’a sığın. Senin şer zannettiğinde de bir hayır olabilir, dua et” derdi her zaman. Ama düşünüyorum düşünüyorum, bulamıyorum. Sadece daha kötü bir netice karşıma çıkmadığına, çocuğun şu anda iyi göründüğüne şükrediyorum. İnşallah iç kanama da yoksa, işte asıl o zaman rahatlayacağım.

Hastanenin aciline çocuğu teslim ettik. Sonrasında polisler ifademi almak için tuttular ama çekip gitmek zaten uygun olmazdı. Çocuğun babası da yanıma geldi, öfkeli, öldürmek isteğinin aşikar olduğu bakışlar filan zaman zaman devam etti. Polis gözlemi altında koridorda bekledim.

Epey bekledikten sonra, beyin tomografisinden sonra ameliyata alındığı haberini zorlukla duyabildim. Aile ile sonradan hastaneye koşan akrabalar, hatta tanıdıkları perişan halde ağlaşmaya başlamışlardı. Bu görüntü kötü bir gelişmenin habercisiydi ama gidip soramıyordum. Polis memurundan rica ettim. O da sormaya cesaret edemediği gibi, bu ağlaşmalardan, çocuğun durumunun umduğumuzdan da kötü olduğunu düşünüp, beni koridordan alıp, hastane polis bürosuna götürdü.

Yıkılmıştım işte. Durumunu bir türlü öğrenemiyordum. Sonunda çocuğun babasının polis merkezine doğru geldiğini gördüm. Suç bende olmasa da bu babasına ne ifade edecekti ki…

Başımı öne eğdim, kaderime razı beklemeye başladım. Çocuğun babasının geldiğini fark eden tecrübeli bir polis memuru, öylesine ayağa kalkmış gibi gelip, önüme dikildi. Beni bir saldırıdan korumaya çalıştığını anladım.

Adam, bana bir an boş gözlerle bakıp, diğer memurlara doğru yürüdü. Ağlamaktan kızarmış gözlerini görmem için bu bakış yeterliydi.

İlerdeki masa başında bazı evrakları imzaladığını gördüm. İster istemez içimde bir huzursuzluk oldu. Sanırım şikayet dilekçesini imzalıyordu. Şikayetten sonra, çocuğu hastaneye getirmek için bile olsa, arabamı olay yerinden hareket ettirmem de cezamı artıracaktı.

Adam yanında başka bir polisle bana doğru yaklaştı. O polisin gözle işaret vermesiyle, beni korumaya çalışan polis kenara çekildi. Ayağa kalktım, çocuğun babası karşımdaydı işte. Kaderime razı, boynumu büktüm. Dayanamayıp bir yumruk atacağını tahmin ediyordum. Bana doğru bir adım daha atınca, gayri ihtiyari gözlerimi yumdum.

Islanmış yanaklarını yanaklarımda hissettim. Bana sarılmıştı. Bir şeyler söylemek istedi ama konuşamadı. Bunun üzerine polisin sesini duydum;
-Beyefendi, sizden şikayetçi olmayacağına dair evrak imzaladı. Bu kaza sayesinde çekilen beyin tomografisinde, gecikilse ölümcül olabilecek bir tümör ortaya çıkmış.

Şaşkınlık içindeydim.
- Ameliyat için ne dediler?
-Merak etmeyin, erken değil, çok erken bir teşhise yol açmış bu tomografi. Doktorlar ameliyattan sonra hiç bir etkisinin kalmayacağını söylemişler.

Annemin sözleri aklıma geldi; “Senin şer zannettiğinde de hayır olabilir!” . Göz yaşlarımı tutmaya çalışmaktan yorulmuştum artık. Hiç ağlamak bu kadar güzel olmamıştı, hiç ağlarken bu kadar mutlu olmamıştım…

Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Kısa Öyküler.

0 yorum:

Yorum Gönder