Faydalı Paylaşımlar..

28 Eylül 2013 Cumartesi

Baykuşlar ve Nuşirevan

11:35:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Adaletiyle meşhur İran Hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar. Baykuşların o nağmeleri Nuşiveran'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:

— İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kim-bilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.

Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:

— Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.

Nuşirevan, hayretle:

— Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi. Vezir:

— Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor, işte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.

Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğru avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, Öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mağrur ve müreffeh olmuştu. Nerede o guurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Hoca Kürsüde

10:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Hoca merhum, ömrünü va'zetmekle geçirdiği cemaatin git-gide bozulduğunu gördükçe çok üzülürmüş. Bir gün yine va'zetmek için kürsüye çıkıp: 

— Ey cemaat benim ne söyleyeceğimi biliyor musunuz? demiş. Camidekiler hep bir ağızdan:

— Bilmiyoruz, demişler.

Hocanın buna daha fazla canı sıkılmış ve:

— Mademki bu zamana kadar bir şey öğrenmediniz, bir şey bilmiyorsunuz. Ben size ne söyleyeyim? demiş ve kürsüden inmiş.

Bu sefer cemaat aralarında «Eğer hoca yine aynı soruyu sorarsa biliyoruz diyeceğiz» diye karar almışlar.

Hoca ikinci cuma günü kürsüye çıkıp da:

— Ey cemaat benim ne söyleyeceğimi biliyor musunuz? diye sorunca...

Hep beraber:

— Biliyoruz!, diye bağırmışlar. Hoca:

— . Mademki biliyorsunuz, benim konuşmama hiç lüzum yok, deyip kürsüden inmiş.

Bu durum karşısında hoca merhumun vaazını dinlemek isteyen cemaat ne yapacaklarını şaşırmışlar. Bu sefer cemaatin kararı şöyle olmuş:

— Eğer yine sorarsa bazımız biliyoruz, bazımız da bilmiyoruz, diye cevap veririz, demişler.

Hoca yine kürsüye çıkıp sormuş:

— Ey cemaat benim söyleyeceklerimi biliyor musunuz? diye sormuş.

Cemaatin içinden bir kısmı:

— Biliyoruz! diye seslenirken, Bir kısım cemaat da:

— Bilmiyoruz!, demişler. Hocanın işi daha da kolaylaşmış:

— Öyleyse iş kolay, bilenler bilmeyenlere öğretsin, deyip kürsüden inmiş.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Not:Resim Konya Akşehir Nasreddin Hoca Rahmetullâhi Aleyh Türbesi.Ruhuna el-Fatiha

26 Eylül 2013 Perşembe

Somuncu Babanın Eşeği

15:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Yıldırım Bâyezid'in Şeyhü'l-İslâm'ı olan Molla Fenâri, bir gün o devrin gönül sultanı (Hamidüddin-i Aksarayî)'yi ziyaret eder. Ellerini öpüp, dualarını al­dıktan sonra bu zâta bir kese dolusu altın hediye et­mek ister.

Somuncu Baba diye bilinen bu zât, hediyeyi al­mak istemez.

- Hizmetimin karşılığını, Allah'dan sadece âhirette istiyorum; dünyada kulların verecekleri ücret, benim için haramdır, der.

Ancak Molla Fenâri'nin ısrarları üzerine, onun uzattığı kesenin İçinden bir altın alarak, bununla halkı İrşad için bindiği eşeğine saman ve arpa alın­masını ister.

Büyük âlim Molla Fenâri dinî makamlarda bulu­nanların aldıkları ücretin helâl olduğunu, bugünün hayat şartlarının bunu zarurî kıldığını söylemekte­dir. Buna karşılık, din hizmetlerinin ücretsiz, menfaatsiz olarak yapılmasını savunan Hanüdüddin-i Aksarayî:

- Size bir şey söylemiyorum. Şeyhü'l-İslâmlık makamında aldığınız ücret size helâl olabilir. Fakat ben, sahabe mesleğini yaşamak istiyorum. Bu se­beple, din hizmeti karşılığında sizin aldığınız para si­ze helâl olsa bile, bana haramdır. İsterseniz gidiniz, bana verdiğiniz parayla alınan arpa ile saman önü­ne dökülen eşeğime bakınız, der.

Derhal ahıra girerler. Somuncu Babanın, köylü­leri irşad için bindiği eşeğinin önüne konan arpayla samana bakarlar. Bir de ne görsünler:

Molla Fenâri'nin verdiği paralarla alınan arpa ile samanı, evvelâ iyice komayıp, sonra da ayaklarıyla dağıtan eşek; bir tane bile yememiştir. Üstelik hepsi­nin üzerine işeyerek bir kenara çekilmiş, bön bön et­rafına bakıp durmaktadır.

Hamidüddin-i Aksarayî sözlerine devam eder:

- İşte görüyorsunuz ya, hizmetime karşılık veri­len ücreti, eşeğim bile yemiyor!..

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.120

Hac Parasını Muhtaç Komşusuna Verince...

15:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hicri İkinci asır gönül sultanlarından Abdullah bin Mübarek hacca gidiyordu. Günlerce tozlu yollar­da mesafe alıp nihayet Mekke'ye ulaştı. Gözyaşları içinde Kabe'yi tavaf edip Arafat'a çıktı. Mina'da şey­tan taşladı, vicdan huzuru içinde tekrar Mekke'ye dönüp tavsifim yaptı.

Ayrılacağı son gecede bir rüya gördü. Abdullah'a gelen iki melek onun yanında şöyle konuşuyorlardı. Biri diyordu ki:

- Bu sene üç yüz bin hacı geldi, ama içinden haccı kabul olacak biri çıkmadı! Abdullah buna çok üzüldü ve dayanamayıp sor­du:

- Bütün hacıların emeği boşa mı gitti? Hiç birininki de kabul olmadı mı? Melek şöyle açıkladı:

- Şam'da Emeviye Camii cemaatından Abdullah bin Muvaffak adında hacca niyetlenip de gelemeyen bir kişi var. işte o kişinin hürmetine Allah, bu seneki hacıların haccını kabul etti, yoksa durum tehlikeydi.

Abdullah bin Mübarek, hemen yola koyulup Şam'a varmaya niyetlendi. Hacca gelmediği halde bütün hacıların haccının kabul olmasına sebep olan o zatı görmeyi istiyordu. Dere tepe demeden yol alan Abdullah bin Müba­rek, nihayet Şam'a geldi. Emeviye Camii cemaatın­dan Abdullah bin Muvaffak'ı arayıp buldu. Kendisinde misafir olmayı istediğini söyledi. Adam bu isteği kabul etti. Akşam sohbet ederken, Ona niçin hacca gelmediğini sordu. O da başından bir olayın geçtiğini, onun için üç senedir hac için ha­zırladığı parayı harcayıp gelemediğini söyledi. Abdullah:

- Neymiş başından geçen bu olay anlatır mısın? Diye sordu. O da anlatmaya başladı:

- Hac paramı uzun zamandır biriktirip tam yola çıkmaya niyetlendiğim günlerdi. Hamile eşim bir gün ısrar etti:

- Komşunun evinden et kokusu geliyor, ne olur bana bir parçacık et getir! Canım çok çekti. Ben de gidip komşunun kapısını çaldım. Duru­mu anlattım. Gözü yaşlı, benzi solmuş komşu kadı­nı, titrek sesle özür dileyerek bu etten veremeyeceği­ni söyledi. Ben de merak ettim:

- Bizden ne kötülük gördün ki, üzeri yüklü hanı­mımın istediği bir lokma eti esirgiyorsun, dedim. Ka­dın mecbur kalınca şöyle konuştu:

- Benim çocuklarım çoktur. Ne var ki hepsi de bir haftadır yiyecek bir şey bulamadılar, aç yatıp kal­kıyorlardı. En son gün hayatları tehlikeye girdi. Ben de gidip çöplüğe atılmış bir hayvan leşi buldum. On­dan et kesip getirdim. Şimdi kokusunu duyduğunuz et, o leşin etidir. Biz aç kaldığımızdan bize helaldir, yiyebiliriz, ama siz maşallah hacca niyetlenecek ka­dar zenginsiniz. Bu etten yemeniz size haramdır. Onun için size veremem!..

Ben bu açıklama karşısında başımdan vurulmu­şa döndüm. Hemen eve gelip nafile hac için hazırla­dığım paranın tümünü de, işte bu komşuya verdim. Tekrar hacca gidemeyişim bundandır. Çok üzgü­nüm. Demek ki Rabbim bana haccı nasip etmeyecekmiş ki karşıma böyle bir durum çıkardı. Abdullah bin Mübarek derhal şu açıklamayı yaptı:

- Üzülme, Allah senin bu yaptığın yardımı öyle bir hac yerine saydı ki, bütün hacıların haccını da bu yüzden kabul etti.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 147

Tarihe Gömülenler

15:07:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Onkolog Dr. Halûk Nurbâki, Konya'nın tek gazetesi olan "Babalık" gazetesinin başyazarı olan pederinden işittiği tüyler ürpertici, ibretlik bir hâtıra ile mukaddeslere dil uzatanların akıbetini gözler önüne seriyor:

1920'de Saruhan mebusu olarak TBMM'ye giren Mustafa Necati (1894-1929), Cumhuriyetin ilk Maarif vekillerinden (Millî Eğitim Bakanı) biri olarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Harf Devrimi olarak adlandırılan Latin harflerinin kabulünde etkin rol oynamasıyla bilinir.

Mustafa Necati, bu faaliyetler çerçevesinde Hazreti Mevlâna beldesi Konya'ya gelmiş ve Lâtin harflerinin üstünlüğünü anlatmak üzere bir konferans düzenlemişti. Şehrin her tarafına yapıştırılan ilânlarda:

"Eski Harflerle Birlikte Kur'ân'ı da Tarihe Gömdük" yazı­yor ve konferansın ertesi gün saat 10'da verileceği belirtiliyor­du.

Akşam, mükemmel bir ziyafet verildi. Yemekten sonra Bay Necati, ani bir apandist krizine yakalandı ve hemen hastahaneye kaldırılarak ameliyat edildi*.

Gösterilen itinayı anlatmaya lüzum yok; bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmuş, fakat ne çare ki haddini aşarak Kur'ân'a dil uzatmıştı.

Gece yarısı, imkânsız denebilecek bir şey oldu ve Bay Necati'nin yattığı yatak yan demirinden kırıldı. Hasta yere düşmüş ve ameliyat yeri patlamıştı.

Ertesi gün saat 10’da, yani konferansın yapılacağı bildi­rilen saatte Bay Necati öldü (tarihe gömüldü).

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s.64

Kur'an'a Saygı Göstermek

15:02:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir gün Osman Gazi, bir köylünün evine misafir olur. Akşam yemeğini yiyip, biraz sohbet ettikten sonra yatma zamanı gelir. Köylü Osman Gazi'nin yatacağı yatağı hazırlar, Allah rahatlık versin efendim der. Kapıyı kapatır, çıkar.

Osman Gazi, yatmak üzere hazırlanır, tam yatacağı zaman gözüne karşısındaki duvarda asılı Kur'an-ı Kerim torbası ilişir (görünür). Osman Gazi, yatağa iki dizinin üzerine oturur. Sabaha kadar böyle kalır.

Sabah olur ev sahibi gelir. Bir de bakar ki, yatak hiç bozulmamış. Akşam serdiği gibi duruyor. Ev sahi­bi, Osman Gazi'ye:

—Aman Efendim, niçin istirahat etmediniz? (Ni­çin yatıp uyumadınız?) Yatak benim yaptığım gibi duruyor. Yoksa bir rahatsızlık mı oldu? diye sorar. Os­man Gazi:

—Hayır bir rahatsızlık falan yok. Duvarda asılı Kur'an-ı Kerimi gördüm, Kur'an-ın karşısında ayağı­mı uzatıp yatmak bize yakışmaz. Kur'an'a karşı say­gısızlık etmek, bir Müslüman için hiç de uygun (iyi) bir hareket (davranış) olmaz diye cevab verdi.

Kaynak:Yusuf Tavaslı, Dînî Hikâyeler, Tavaslı Yayınları, İstanbul , s.323

Not:Resim Osman Gazi Hân Türbesidir. Ruhuna el-Fatiha

Mezardaki Sevap Paylaşması

13:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Müslümanlar kabirlerden geçerken fatihalar, ihlâslar okurlar, mezardakilerin ruhlarına hediye ederler. Bu hediyeler tıpkı sağlığında verilen hediyeler gibi ölüleri se­vindirir, fayda verir.

Nitekim büyüklerden biri bir akşam misafir olmak is­tediği köyün mezarlığına kadar gelmiş, ancak köyde bir tanıdığı bulunmadığından, mezarlığın tenha bir yerinde sabahlamaya karar vermiş. Yatsıyı kılıp duasını yaptık­tan sonra otların üzerine yatıp uyumuş. Gece İbretli bir rüya görmüş. Bütün kabir halkı ayakta, sevinçle bir şey­ler paylaşıyorlarmış. Merak edip sormuş:

— Ey kabir sakinleri, ne paylaşıyorsunuz böyle se­vinçle?

Biri cevap vermiş:

— Sevap paylaşıyoruz, sevap!

— Sevap sizin için çok mu mühim?

— Ne diyorsun sen. Ateşe düşen bir adamın, ateşin yakmadığı bir gömleği giymesi ne kadar mühimse, sevap da bizim için öyle mühim. Çünkü bizler sizin gibi hayatta iken bazı günahlar işlemişiz. Bu günahlardan dolayı bu­rada ateş gibi sıcakların İçinde yatıyoruz. Ancak bize se­vap hediye edilirse onları sırtımızda sıcaklık geçirmeyen gömlek gibi hissediyoruz. Sıcaklığın te'siri azalıyor. Aza­bımız hafifliyor.

Uyuyan zat tekrar sormuş:

— Söyler misiniz, bu taksim ettiğiniz sevabı kimler hediye etti?

— Bu sevabı yoldan geçen mü'minler hediye ettiler. Birçok insan mezarlıktan geçerken duygusuz ve anlayış­sız şekilde dalgın dalgın geçip gidiyor. Bir fatiha, ihlâs, yahut bildikleri bir duayı okuyup da ölülere hediye etmi­yorlar. Ama öyleleri de var ki, yarın biz de öleceğiz, bize de okumazlar sonra, diyerek mezarlıktan geçerken he­men bildikleri duaları okuyup ölmüşlere hediye ediyor­lar. İşte böyle bir grup geçti buradan. Akşamdan bu yana onların okuduklarının sevabını paylaşıyoruz. Artık bu sevaplarla bizi sıkan sıcaklığın te'sirinden biraz daha kurtulacağız. Bunun için sevinçli görüyorsun bizi.

Misafir yolcu, bundan sonra gördüğü her mezarlıktan okumadan geçmemiş.

Mutlaka bildiği dualardan okuyup hediye ederek, mevtaların sevap paylaşmalarına sebep olmaya gayret et­miş.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s.132

22 Eylül 2013 Pazar

Kabir Azabı ve Salavat-ı Şerife

13:32:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Tabiinden Hasan-ı Basrî Hazretleri zamanında bir kadın, Hazret-i imamın huzuruna gelip :

— Ya imam! Benim genç bir kızım vardı. Birkaç ay evvel vefat etti. Fakat onun hasretine dayanamıyorum. Öldükten sonra rüyamda da görmedim. Bana bir dua öğretiniz de, hiç olmazsa onu rüyamda gö­rüp teselli olayım, dedi.

Hasan-ı Basrî kadına lâzım gelen duaları ta'lim etti.

—İnşallah görürsün, diyerek gönderdi.

Kadın öğretilen duaların tamamını okudu. Cenab-ı Allah'a kızını göstermesi için hayli yalvardıktan sonra, göz yaşları ile yatıp uyudu. Uykusunda kızını gördü. Gördü ama gördüğüne de pişman oldu. Çünkü kıza öyle azap ediliyordu ki, onu görünce kadının ciğeri parça parça oldu. Kıza ateşten bîr elbise giydirmişler, şiddetli şekilde azap olun­makta idi.

Kadın heyecanla uykusundan uyandı, sabah olduğunda da, Hazreti İmamın huzuruna tekrar çıkarak gördüğünü anlattı. Kızının bu azap­tan kurtulması için ne yapması lâzım geldiğini, ne gibi hayır - hasenat ederse günahlarının affedileceğini sordu.

Hasan-ı Basrî Hazretleri, ona bazı tavsiyelerde bulundu ve geri gönderdi. Fakat bir müddet sonra Hasan-ı Basrî Hazretleri kendisi de bir rüya gördü. Rüyasında genç ve son derece güzel bir kız, Cennet bahçe­lerinden birinde altın bir tahtın üzerinde oturmakta ve etrafına güneş gibi parlaklık saçmakta idi.

Kız Hasan-ı Basrî Hazretlerine :

—Beni tanıdın mı? diye sordu.

Hazreti imam, tanımadığını ve hangi peygamberin kızı yahut zev­cesi olduğunu sual etti. Kız şöyle dedi :

—Hani sana gelip de beni görmek için senden yardım isteyen ve rüyasında azap içerisinde görünce de, tekrar size durumu anlatıp gü­nahımın affı için ne yapması lâzım geldiğini soran kadın var ya, işte ben onun kızıyım, dedi;

Hazreti imam :

—O kadın bana senin azap içinde olduğunu söylemişti. Ne oldu da kurtuldun o azaptan? diye sorduğunda, kız şöyle dedi :

—Ya imam! Allah'ın sevgili kullarından biri bizim bulunduğu­muz kabristandan geçti ve oradan geçerken bir Fatiha üç ihlâsla bera­ber üç kere de salavat getirip biz kabir ehlinin ruhuna hediye etti. işte ondan sonra "Bu kabristanda kabir azabı çekenlerden azabı kaldırın!" diye bir nida geldi ve benimle beraber 550 kişiden kabir azabı kaldı­rılıp, Cennet nimetleri bize ihsan olundu, diye anlattı.

Hasan-ı Basrî Hazretleri, gördüğü bu güzel rüyayı o kadına anlatıp kızının azaptan kurtulduğunu müjdeledi ve ondan sonra bol bol Salavat-ı Şerife okumasını tavsiye etti.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

19 Eylül 2013 Perşembe

Bir Gazi Pilotun Yaşadığı Olağanüstü Olay

14:25:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kıbrıs Gazilerinden Yüzbaşı Sedat, Eskişehir'e uğrar bir gün.

- Ben, piyade yüzbaşı Sedat Göl, komutanla görüşmek istiyorum! der.

- Buyrun yüzbaşım!

- Kıbrıs'tan geliyorum. Temmuz çıkartmasındaydım. Bir pilot, on üç canı kurtardı en sıkışık yerde. Bu bir mucizeydi. Adını bile öğrenemediğim bu pilo­ta, teşekkür borcum var... Geliş saatini, gününü, ye­rini kaydettim. Yardım edilirse bu pilotla tanışmak istiyorum.

- Kıbrıs'a ... Birçok üsten uçak kalktı yüzbaşı! Hepsi de verilen görevleri hakkıyla başarıp döndü.

Özel olarak birini bulmaya gerek yok artık. Yapılan­lar, vazife icabıdır!...

Her yerde verilen cevaplardan biridir bu. Yüzba­şı direnir:

- Evet efendim, ama ... Ben yine de o bir tanesi­ni mutlaka bulmalıyım! Lütfedip yardımcı olsanız...

- Hangi üsten kalktığını da bilmiyorsunuz.

- Maalesef bilmiyorum! Sadece yerden gözledim onu.

- Emirler, Genelkurmay'dan geliyordu yüzbaşım. Onlar planlayıp emir veriyorlardı üslere. Siz ancak oradan araştırabilirsiniz!..

- Ama bu üsten kalkmışsa, uçuş emri kayıtlıdır.

- Bak yüzbaşı... Ortalık daha yatışmış değil! Böy­le bir zamanda, kırılma ama... Böyle bir sim bizden alamazsınız. Zaten bizden kalktığı da belli değil!..

- Anlıyorum efendim!

- Sen... dediğim gibi, dilersen Ankara'dan araştır.

Haftalardır, aylardır beynime çakılmış bu iş. Bulacağım eninde sonunda!.. Ona, on üç can bor­cum var.

Nasıl başardı bu işi? Evlerin damlan işaretli de­ğil ki... Bunda silah yuvası var, bunda yok, bilesin! Ben yardım da istemiş değilim. Zaten böyle bir bağlantı da söz konusu değil.

Nasıl bilinir de bir ev atlanır. Öteki bombalanır? El, bunu nasıl ayarlar. Hiç atlamadan, şaşmadan? Bu nasıl bir pilot? Emri kim vermiş?

ve pilot bulunuyor...

Elindeki ipucu, giderek onu bir pilot üsteğmenle karşılaştırır bir akşam; merakın, sorumluluğun, az­min sonunda... Buluşmaya giderken, yüzlerce soru kafasında cirit atmaktadır.

İlk karşılaşış! Hayret! Sıradan, başkaları gibi bir insan... Neresinde ne var bu yüzün? Bu duruşun, bu kafanın içinin?.. Nasıl bir fark? Bu olağanüstü olayın kahramanının olağanüstülüğü neresinde?

Kibarca karşılar yüzbaşıyı.

- Beni aramışsınız yüzbaşım!

- Evet üsteğmenim, evet! Ben Piyade Yüzbaşı Se­dat Göl. Kıbrıs'tan dönenlerdenim!

- Memnun oldum efendim! Üsteğmen Şencan Güner!

Tokalaşırlar. İçtenlikle üsteğmenin gözlerine ba­kıp:

- Sana, tam on üç can borcum var üsteğmen. Tam on üç!.. Oraya gelişinde, senin oraya uçuşunda oldu bu iş. Teşekkür ederim. Hem... Mahzuru yoksa, seni öpmek istiyorum ben! der.

Duygulanır Şencan üsteğmen, sarılırlar. İkisi de sivil giyinik. Orduevinin bir odasında bulunmakta­lar.

- Sözün neresinden başlasam, bilemiyorum... Şimdi iyi dinle bak... Soruşturdum, araştırdım, bul­dum seni. Tarih, gün, saat, yer, hepsi yanımda. İşte şu... Evet şu kağıtta... Bak! Üsteğmen, uzatılan kağıda bakar. Gülümser. Ağ­zını oynatır anlamsızca:

- Evet, kuzey... Son sefer!.. Siz oradaydınız de­mek?

- Peki, tamam. Dinle öyleyse, şimdi merakımı: Ben pilot değilim > ama birazcık olsun şu aerodina­miği, şu sizin uçakların hızlarını ve gücünü bilirim. Şimdi soruyorum sana. Bir, nereden bilebildin, -o son seferde işte- birkaç katlı evlerde gizli olan, hava­dan görünmemesi gereken silah yuvalarını? İki, na­sıl öyle kısa aralıklarla ve tam isabetle, hem de ev ev atlayarak bombalamayı nasıl başarabildin?

- Ben size...gerçeği anlatsam...

- Evet, kurtulurum meraktan!

- Amma, gerçeği anlatsam, belki de bana deli dersiniz! Belki de uydurdu dersiniz. Ne bileyim! Bir sivil arkadaşıma dayanamayıp anlattım, o da inan­madı!

- Ben inanırım Şencan kardeşim! Çünkü, o ola­ğanüstü olayı gözlerimle gördüm bir delikten. On iki erle bir eve sığınmıştık ve kurtuluşumuz imkânsızdı o gün ... Şimdi sana teşekkür ederken, o on iki ço­cuğun da yerindeyim, bilesin!

Biraz rahatlar içi Şencan'ın.

- Ben de teşekkür ederim! Anlatayım dilerseniz.

Derin bir soluk alır üsteğmen. Sesi de değişik çı­kar:

- Diyarbakır üssündeydim. Emir alınca, kuşan­dım uçağıma atladım. Tam havalanacakken, uçağı­mın yanına bir ihtiyar geldi. Ak sakallı bir ihtiyardı. Sivil... Selam verdi: 'Ne yana yolculuk evladım böy­le?' Kıbrıs'a baba, dedim. 'Beni de götürür müsün oğul?' dedi. Peki, dedim. Aldım ve havalandım. Kısa kısa bir iki şey konuştuk aramızda. Bilirsiniz yüzbaşım, bizim uçaklar için mesafeler çabuk tükenir... Her şey normal. Uçağım saat gibi tık tık! Hava ber­rak. Hem de her zamankinden daha berrak... Akde­niz'i geçerken, yaşlı zat şöyle dedi bana : 'Oğlum, şimdi oraya varınca, ben ne dersem, sen öyle yap! Ben nerede düğmeye bas dersem, sen hemen bas oğlum. Unutma!'

- Peki, baba, dedim. Beşparmak Dağları'nı geç­tik. Toroslar gibi.,.Evet, emre uygun olarak şehre ya­naştım. Baba, konuştu yine: 'Oğul şöyle bir yay çiz ve alçal!' Parmağı ile de işaret veriyordu. Dediğini yaptım. 'Oldu* dedi. Şehrin kuzeybatısı... Uçağın burnu doğrulunca, kesik kesik, parmakla da işaret vererek 'Bas, bas' demeye başladı baba. Ben de sek­tirmeden, çarçabuk dediğini yapıyordum. Sonra, 'Bir tur daha at aynı yere oğul!?* dedi. Dediğini yine yap­tım. 'Biraz sağa kay! dedi. Ardından da yine parmak­la işaret... 'Bas, bas, bas* dedikçe bombaladım aşa­ğıyı, düşünmeden...

Görev tamamlanınca, rahat, ama biraz dalgın olarak üsse döndüm. Uçağımı piste indirdim ve bir derin soluk aldım. İşte yüzbaşım, o zaman her şeyi yeniden düşünmeye, yeniden kavramaya başladım. Dank diye uykudan uyandım sanki... İçimden hızla geçirdim olayları. Yahu nasıl olur? Önce uçak tek ki­şilik, yaşlı zat nereye oturur?.. Yanıma kaydı gözüm, hiç kimse yok yüzbaşım! İhtiyar falan yok çevrem­de!.. Şoke olmuşum yerimde. Düşünmeye koyuldum her şeyi yeniden, uçaktan çıkmadan: Hava üssünde, hem de böyle alarmda, sivil bir ihtiyarın işi ne? Uça­ğın yanma kadar nasıl yaklaştı? Peki, nasıl anlıyor­du bu bombalama işinden? Peki nereye bindi? Peki ben nasıl tehlikeyi göze alarak bir sivili savaş zama­nı uçağa aldım? Peki şimdi o nerede? Ya nasıl olduda onun emrine girdim, dediklerini harfi harfine uy­guladım?.. Şimdi yüzbaşım, sizden de her atışın işe yaradığını öğreniyorum. Gerçi kayıtlarda da var so­nuçlar ama, sizin görüş ve anlatışınız, daha da sağ­lam bir görev başarıldığım doğruluyor. Olan bu yüz­başım! Tutup da, bunu, mesela doktora anlatsam, 'Uçuş psikozu' der çıkar işin içinden... Halüsinasyon gördüğünü iddia eder. Şimdi ben sorayım size: Anlatamadığım, aydınlanmasını istediğiniz bir yer var mı?

İlk kez böyle bir şey dinleyen Sedat, donmuştur sanki. Uykudan uyanır gibi kımıldanır:

- Olağanüstü bir şey gerçekten!.. Şaşılası şey!.. Madem sor dedin, sorayım yeni merakımı: Uçaktay­ken, neden sormadın o yaşlı adama, sen kimsin, ni­çin bindin yanıma, niçin gidiyorsun falan?

Gülümser heyecanla Şencan:

- Ben olayı kısaca anlattım size. Zaten demin be­lirttiğim, yani Diyarbakır üssüne döndüğümde, ken­di kendime sorduklarım vardı ya, zihnim açıldığı için düşünüp sorabilmiştim... Oysa o yaşlı baba yanıma geldiğinden itibaren, -ki bunun da sonra farkına vardım- zihnim, nasıl anlatayım, idrakim tutulmuş­tu sanki... Uçaktayken, havadayken yani, asla ka­fam çalışmadı. Çalışmadı derken, nasıl anlatayım, uçağımı falan rahat kullandım. Ancak, asla aklıma gelmedi baba ile ilgili tek soru... Üstelik, sanki uykudaymışım, rüyadaymışım gibiydi her şey, kendiliğin­den oluyordu bensiz. Hem de ben ile... Nasıl anlata­yım, kelimelere sığmaz! Havadayken, hedefteyken, neler yaptığımı, havanın berraklığından tutun da, atışlara varıncaya kadar olan her şeyi, daha sonra kavrayıp tazeleyebildim yüzbaşım!..

Temmuz Çıkartmasından dört yıl sonra, İz­mir'deki bir havacılar seminerinde, Yüzbaşı Şencan Güner, Temmuz 1974 operasyonuna katılmış pilot arkadaşlarıyla karşılaşır. Seminer aralarında, birbir­lerine anlatırlar serüvenlerini. Pilot Güner'in bütün şüpheleri yerine oturur birden.

Meğer şaşıran, aklından zoru olduğunu sanan, bir kendisi değildir. Onun başına gelen olayın daha ilginçleri, başkalarının da başına gelmiştir.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.60

Değerli Saçlar

11:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir yurt talebisidir Abdurrahman. Çalışkanlığıyla, oturup kalkmasıyla, kılık kıyafetiyle herkese örnek olacak vasıflar taşımaktadır. Fakat her nasılsa o günlerde saçları bir öğrenci için dikkat çekecek kadar uzamıştır.

Yurttaki belletmen ağabeyleri ile anne-babası nasıl olsa kestirir diye bir şey demezler. Fakat saç uzadıkça uzar. Bir gün yurttaki müdür muavini çağırır Abdurrahman'ı.

-Abdurrahman saçlarını kestir artık, epey uzadı. Bir yurt talebesi için bu saçlar epeyce uzun. Anlaştık değil mi? soru­suna Abdurrahman kafasını iki yana sallayarak sessizce hayır cevabını verir. Müdür yardımcısı, "Zaten yarın izne gidecek, babası kestirir." diye düşünür ve fazla üstelemez. Abdurrahman o gün izne gider. Babası ile müdür yar­dımcısı önceden görüşmüştür. Babası yemekten sonra:

-Oğlum, canım evladım! Saçlarını yarın kestirelim, de­yince babasını hiç kırmayan o munis çocuk:

-Hayır, olmaz babacığım, deyip koşarak odasına kapanır. Anne ve baba şaşkın şaşkın birbirlerine bakakalırlar.

Ertesi gün saçlarını kestirmeden öylece yurda gider Abdurrahman. Müdür Bey onu çağırır ve biraz sert konuşur.

-Yarın kestir saçlarını, der ve Abdurrahman, başı önde müdüriyetten çıkar. Yatağına yatar ve gözyaşları içinde sa­bahlar. Sabah aynanın karşısına geçer ve:

-Seni benden ayıramazlar, ayrılmam senden diye saçları ile konuşur.

Okul çıkışı yurda değil evine gider. Annesi, hiç bekleme­diği oğlunu karşısında görünce meselenin halledilmediğini anlar:

-Canım evladım, seni ne kadar sevdiğimizi biliyorsun. Ne olursun beni kırma. Kestir saçlarını, kestir yavrum der.

Annesinin ağlamaklı konuşması karşısında Abdurrahman: -Cennet ayaklarının altında olan annem, canım kadar sevdiğim babam, bir ağabeyim kadar sevdiğim belletmenim, bizleri evlatları kadar seven yurt idarecilerim, bir anlasanız. Ben sizleri kıramam ama beni bir anlasanız...

-Evladım, niye kestirmiyorsun saçlarını, niçin kestirmek istemiyorsun?

-Söyleyemem anne, kestirmek istemiyorum.

-Oğlum, hadi kestir gel saçlarını da yurda gidelim. Sonra yurttan kızarlar. Bizleri daha fazla üzme.

Abdurrahman, çaresizlik içinde gider berbere, kestirir saçlarını. Kesilen saçları da berberde bırakmaz, yanına alır. Evden annesi ile beraber yurda giderler. Mesele hallolmuştur. Yaklaşık bir ay sonrasıdır. Müdür yardımcısı, geceleyin talebelerin defter ve kitaplarını kontrol etmektedir. Sıra Abdurrahman'ın eşyalarını kontrole gelince, kitaplarının birinin sayfalarını çevirince gördüğü manzara karşısında şaşkına dö­ner.

Çünkü kesilen saçlar kitabın arasındadır. Bir talebenin saçına bu kadar değer vermesini anlayamaz müdür yardımcısı. Ama dikkat edince saçların altında bir yazı görür. Okumaya başlar:

"Canım annem ve babamla, çok değerli yurt idarecimin baskısı olmasa bu saçlarımı kestirmezdim. Onlar bilmiyorlar, ben de söylemedim. Yoksa, rüyamda Peygamber Efendimizin (sav) okşadığı o saçları, ömür boyu kestirmezdim.

Affet ya Resulallah! Senin okşadığın o saçları kestirdim. Affet beni, affet, affet!"

Kaynak:İbrahim Refik, Hayatın Renkleri, Albatros Yayınları, İstanbul 2001, s.53

18 Eylül 2013 Çarşamba

Yedi Bin Altın

15:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hekimoğlu Ali Paşa zamanında, Peygamber aşığı bir fakir vardır. Uzun zamandır çektiği yoksulluk çi­lesinden ızdıraplı halde, ellerini dergah-ı ilahfye kal­dırarak şu şekilde sızlanır:

- Ya Rab! Halimi sen biliyorsun. Artık sabrım yetmez oldu. Çoluk çocuk perişanız. Borçlarımı öde­yemez duruma düştüm. Resulün hürmetine artık bana bir çıkış yolu göster.

Gönülden bir iltica ile uykuya dalar. Bir müddet sonra, sırlarla dolu bir rüya görmeye başlar.

Resûlüllah Efendimiz, yoksul Müslümanın kar­şısında durmakta ve ona şöyle emretmektedir:

- Sen, bunca yıl fakirliliğine sabrederek imtihanı kazandın. Allah gönülden ilticanı kabul etti. Çilen, artık bitti. Sabah namazından sonra ilk işin Hekimoğlu Ali Paşaya gitmek olsun. Ona benden selam söyle. Sana bin altın versin. Rüyana inanmayacak olursa, her cuma gecesi okumayı âdet edindiği salavatları, bu cuma gecesi okumadan yattığını söyle. Bu onu sana inandırmaya yeter.

Fakir kişinin, sabah ilk işi, Hekimoğlu Ali Paşa­ya gitmek olur. Gördüğü rüyayı ona aynen anlatır. Neticeyi bekler.

Ancak, Paşada henüz bir hareket yoktur. Sade­ce:

- Efendi, şu rüyanı bir daha anlat, der. Fakir adam, bir daha anlatır.

Paşa yine tekrar eder:

- Bir kere daha anlat!

Bu anlatma işi, 7 kere tekrarlanır. Fakir üzülür, ümidi kesilmiş halde:

- Paşam, eğer rüyama inanmıyor, değer vermi­yorsan açıkça söyle. Beni tekrar tekrar konuşturup boşuna yorup durma.

Paşa, bu karşılıktan irkilir:

- Haşa, haşa! İnanmamak ne demek? Hele değer vermemek söz konusu bile olamaz.

Tam tersine, bu anlattığın benim için hayatımın en değerli, en mutlu olayıdır. Öylesine değerli ki, bu, olay benim için, bin altınla filan geçiştirilecek bir hâ­dise değil. Resûlüllah'ın selamına nail olduğumu müjdelediğin bu rüyayı her anlatışına, bin altın de­ğer biçiyor; tekrar tekrar anlatmanı, seni daha fazla mükafatlandırmak için istiyorum

Şimdiye kadar 7 defa anlattın. Benden 7 bin al­tın almaya hak kazandın.

Paşa, bu sözleri söyledikten sonra, hizmetçisini çağırır, tam 7 bin altını rüya sahibi fakirin kucağına birer birer saydırır.

Resûlüüah aşığı yoksul. Paşanın yanından evine, almayı beklediği bin altın yerine, 7 bin altınla döner. Çoluk çocuğu ile bundan sonra, ömür boyu mutlu ve ferahlı bir hayat sürer.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.17

Şu İki Adamdan Beni Kurtar!

13:48:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Suriye atabeklerinden Nureddin Zengi, 12'nci asrın sonlarına doğru Ortadoğu'ya akın etmiş Haçlı askerlerini küçücük ordusuyla püskürtüp, o günkü İslâm dünyasını Haçlı tasallutundan uzun müddet koruyan büyük bir devlet adamıdır. Haçlılarla müca­dele bayrağını kendinden sonra, Selâhaddin Eyyubî'ye bırakarak Halep civarında ruhunu teslim et­miştir.

Nurettin Zengi, bir gece, Halep'te Hazret-i Resülüllah'ı rüyasında görür.

Kendisine tebessüm ederek bakan Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki mübarek parmağıyla iki adamı işaret ederek:

- Nureddin, şu iki adamdan beni kurtar! Der.

Heyecanla uykudan uyanan Nureddin Zengi, bir müddet düşünceye dalar ve tekrar uyur; fakat aynı rüyayı, aynı gece üç defa görür. Her defasında Haz­ret-i Resûlüllah:

- Nureddin, şu iki adamdan beni kurtar! Diye­rek, iki kır saçlı kimseyi göstermektedir.

Sabah namazını kıldığı büyük Cami'deki Hoca Efendi'ye, bu rüyasını anlatır. Hoca efendi:

- Hazret-i Resûlüllah, bir tehlikeye maruzdur. Derhal gitmelisin! Diye rüyayı tabir eder.

Hemen bir askeri birlikle yola çıkan Nureddin Zengi, bir çok kıymetli hediyeleri de beraberine ala­rak, Medine'ye doğru ilerler.

Bir haftadan fazla süren bir yolculuktan sonra, nihayet Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye va­rır.

İlk iş olarak, Hazret-i Resûlüllah'ın kabrini ziya­ret eder. Sonra bütün Medine halkını, getirdiği hedi­yeleri dağıtmak üzere oraya toplar.

- Sizler, Hazret-i Peygamberdin aziz komşularısı­nız, bu hediyelerimi lütfen kabul edin, diyerek her­kese ayrı ayrı yardımda bulunan Nureddin Zengi; rüyasında kendisine gösterilen adamlara, gelenler içinde rastlayamaz. Bu defa tekrar sorar:

- Buraya gelmeyen kimse kaldı mı acaba?

- Evet, derler. İki sene evvel batıdan gelmiş iki kimse var ki, onlar hiçbir hediye almazlar, sön dere­ce cömert kimseler, gece gündüz evlerine kapanıp ibadetle meşgul olurlar. İçimizde en sâlih kimseler olarak görünürler. İşte o iki zât burada yoklar. Evle­ri de Resûlüllah'ın kabr-i saadetinin yakınında, şu­rada...

Derhal bu iki şahsın yanma giden Nureddin Zengi, güç belâ kapıyı açtırınca, bir de bakar ki, Hazret-i Resûlüllah'ın rüyada gösterdiği kır saçlı iki adam bunlardır.

Evin ortasında büyükçe bir hasır serili, fakat başka hiç bir şey yok. Etrafı iyice tetkik eden Zengi'nin aklına bir ara şüphe gelir.

- Şu hasın kaldırın bakayım, der.

Kır saçlı adamlar hasın kaldınnca, altında bü­yükçe bir merdivenin yerin altına doğru uzandığı görunur.

Bu merdivenden yerin derinliklerine doğru inen adamlar, buradan da Resûlüllah'ın kabrine kadar bir mahzen açmışlardır. İşte o günlerde de, tam altı­na geldikleri Ravza-i Mutahhare'yi delip, Resûlül­lah'ın mübarek vücudunu çalmaya hazırlanmışlar­dır. Daha sonra da ilk fırsatta mübarek naaşı Avru­pa'ya kaçırmayı düşünmektedirler.

Hükümdar Nureddin Zengi'nin sıkıştırması üze­rine her şeyi itiraf eden bu iki adam, kendilerinin Av­rupa'dan geldiklerini, Resûlüllah'ın mübarek vücu­dunu kaçırmak için torbalar dolusu altına pazarlık yaptıklarını apaçık söylerler.

Medine halkını hayretlere düşüren bu olay üze­rine, suçlular gereken cezayı görürler.

Daha sonra da Ravza-i Mutahhare'nin etrafını kazdırarak kurşun duvar çektiren Nureddin Zengi, Resûlüllah'ın rüyadaki işaretiyle böyle gizemli bir olayı ortaya çıkaran kimse olur.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.20

Güzeller Güzeli de Çanakkale'ye Yardıma Geldi

10:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Yıl, 1928... Alim, arif ve zarif insanlardan biri, Alasonyalı Cemal Öğüt, hacca gider. Çanakkale Zaferi'nin üzerinden tam 13 yıl geçmiştir. Hocaefendi, Medine'de, birçok değerli zevat ile tanışma fırsatı bu­lur. İşte bu mübarek zatlardan biri de, Efendimiz'in türbedandır. Bu Hak dostu, aynı zamanda sadık bir Osmanlı dostudur. Osmanlı der, başka bir şey de­mez. Cemal Öğüt sormaktan kendini alamaz:

- Niçin bu derece muhabbet.?

Bu pir-i fani olmuş, nurlaşmış adam, hiç durak­samadan şu cevabı verir:

- Osmanlı'yı, İslam namına sevmek için, bir ha­tıram bile bana yeter.

Hocaefendi'nin ısrarı üzerine, o eşsiz hatırayı şöyle açıklar:

- 1915 haccına, Hindistan ulemasından bir zat da gelmişti. Bu zat, deruni dünyası zengin bir Allah dostu idi. Hacdan sonra, Resûlullah'ı ziyaret için, Medine'ye gelmişti. Bir türlü gözünün yaşı geçmeyen o mubarek zata, "niçin bu derece üzüntülü olduğu­nu" sorduğumda, o, gözyaşlarını daha da çoğaltarak şu cevabı verdi: - Bunca 30! sonra, nasip oldu, O Güzeller Güzeli'ni ziyarete geldim. Fakat müşahede ettim ki, Resullah (sav) makamında değil. Yoksa, benim kalp gö­züm mü körelmiş?.. Resûlullah'ın varlığım neden hissedemiyorum? İşte, Medine'ye geldim geleli, bu düşüncelerle perişanım.

Yaşlı türbedar, o gece rüyasında, Güzeller Güzeli'ni görür. Hindistanlı Alim'in anlattıklarını hatırlar. Bunu Allah Resulüne sorar. Allah'ın Resulü, onu merakta bırakmaz ve şöyle buyurur:

- Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medi­ne'mde değilim. Çanakkale'deyim... Zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.75

16 Eylül 2013 Pazartesi

Hazret-i Ömer İle Sarhoş Adam

14:28:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İslâm'ın ikinci halifesi Hazret-i Ömer, sabahlara kadar sokak sokak gezer, idaresini üzerine aldığı halkın huzur içinde istirahat edip etmediklerini araştırırdı. Yine böyle teftiş gecelerinden birindeydi. Medine sokaklarında ses­sizce gezerken ileride hiç beklemediği bir gürültü işitti. Merakla yaklaştı, dikkatle baktığında, bir sarhoşun gelip geçenlere münasebetsizce sözler söyleyip rahatsız ettiğini gördü. Resûlüllah'ın şehri Medine'de adam hem âyetin emrine karşı gelerek içki içmiş, hem de sarhoş halde so­kağa çıkıp mes'ûliyetini üzerine aldığı mü'minleri rahat­sız etmişti. Bu hâl, Allah'ın emrine açıkça isyandı. Al­lah'a isyan edenin hasmı ise Halife Ömer'di.

Bu sebeble meşhur gazabına yine bürünmüş. Öfkesini kullanmanın zamanı geldiğine inanmıştı. Elindeki kırba­cını hızla kaldırıp sarhoşun başına yıldırım gibi indirme­yi düşünüyordu. Nitekim kamçısını havaya yukan kaldı­rırken sarhoşun hakaretti sözlerine muhatap olmaya başladı.

Adam, şahsını hedef almış, bizzat kendisine hakarette bulunmuştu. Hızla havaya kalkan kamçı bu defa yavaş­ça yere indi, sarhoşun başında şaklamaktan vazgeçmiş oldu.

Şaşıran sarhoş, sormadan edemedi:

— Sen kimsin ki, önce beni kırbaçlamak istedin, son­ra da vazgeçtin?

Hazret-i Ömer cevap verdi: — Ben Allah'ın emirlerini tatbik etmekle vazifeli halife Ömer'im!

— Peki öyle ise neden kırbaçlamaktan vazgeçtin beni? Halifenin cevabı, fevkalâde düşündürücüydü:

— Ben önce Allah için kaldırmıştım kırbacımı. Tam o sırada sen şahsıma hakaretler savurdun. Birden nefsi­min galeyana gelmesine, öfkelenmeme sebeb oldun. Bak­tım ki Allah için kaldırdığım kırbacım, nefsim için ine­cek. Nefsime yaptığın hakaretinden dolayı seni kırbaçla­mış olacağım.

Halife sözünü şöyle tamamladı:

— Halbuki ben, Allah için hiçbir şeyden gözümü kırp­mam, ama nefsim için bir karıncayı dahi incitemem, bir kuşun bile benden korkup uçmasına razı olamam!

Bu cevaptan sonra ortalığı bir sessizlik almıştı. Müslümanların halifesi neticeyi şöyle bağladı: —Uzat elini, seni doğruca Kadı Şüreyh'e götüreyim.

Durumunu ona anlat, adaletin hükmünü ondan gör. Bundan sonra seni ben cezalandıramam. Zira nefsimin hisse almasından korkarım!

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 83

Kendini Aşmak

12:28:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Aziz Mahmut Hüdayî Hazretleri, kadılığı bırakarak dergâha gelmişti. Dergâh bir vesileydi maksat için...

Üftade Hazretleri'ne talebe olmuş ve bir müddet sır­tındaki sırmalı kaftanla Bursa sokaklarında ciğer satmıştı. Daha sonra ona dergâhın tuvaletlerini temizleme vazifesi verildi.

Bir gün yine temizlik yaparken davul sesleri işitti. Ku­lak kabarttığında kendi yerine tayin edilen yeni Kadı'nın geldiğini ve halkın onu karşılamaya çıktığını anladı. Bir anlık dalgınlıkla:

- Biçare Mahmut! Sen böyle bir mesleği bıraktın, şim­di abdesthanelerde temizlik yapıyorsun, dîye düşündü.

Fakat, hemen kendini toparladı:

- Mahmut, sen Şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağı­na dair söz vermiştin, dedi.

Nefsine haddini bildirmek niyetiyle elindeki süpürge­yi bıraktı. Taşlan sakalıyla süpürecekti. Tam o esnada Şeyhî Üftade Hazretleri kapıda belirdi:

- Evladım, dedi, sakal öyle şeyler için değildir. Sana bu İşi vermekteki maksadımız seni nefsinin elinden kur­tarmak, önemli bir merhaleyi aştırmaktı. Sen bunda mu­vaffak oldun.

Onu alıp dergâha götürdü. Geçici kadılığı bırakmış, ama sultanlık kazanmıştı. O artık bir İrşad ufku idi.

Bazen, nefse hoş gelmeyen şeylerin arkasında hakiki ik­ramlar, hediyeler ve lütuflar saklıdır,

Sonsuzluk yolunda paye aramayanlar o lütuflara erer. O öyle bir noktadır ki, manevî bir şeye ermek niyetiyle yapanlar bile o noktada kaybeder. Hedef mürşid olmak de­ğil, sadece Onun hoşnutluğu olmalıdır.

Keramet niyetiyle zikir çekenler ikrama eremez. Dış ve iç, maneviyat yolundaki engelleri, kirleri, sakalıy­la temizleyecek kadar o kapıda sadakat gösterenler kaza­nır

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Ufku, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 158

Narın Tadı

09:58:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İran'ın eski hükümdarlarından Nûşlrevan, bir gün ve­zirlerinden biriyle giderken yol kenarında gördüğü bir bahçeye girer, bekçilik yapan çocuktan su ister. Çocuk bahçede suyun bulunmadığını söyleyince:

— Öyle ise bir nar ver de, susuzluğumu gidereyim, der.

Çocuk koşarak gider, olgunlaşmış bir nar koparıp hü­kümdara uzatır. Narı çok tatlı bulan hükümdar, bir tane daha ister ve nar gelinceye kadar bu bahçeye el koymayı tasarlar. O sırada çocuk ikinci narı getirir. Alıp da tadına bakınca bu defa ki narı hükümdar çok ekşi ve acı bulur. Çocuğa sorar:

— Evlâdım, bu nar da evvelki ağaçtan değil mi?

— Evet, ondandır efendim.

— O halde evvelki nar tatlı olduğu halde bu neden acı?

— Efendimiz, aynı ağacın narının biri tatlı, diğeri acı olmaz. Şayet olmuşsa bir hikmeti vardır. Sakın hüküm­darımız niyetini değiştirip de iyi niyetli iken iyi tad, kötü niyetli iken de kötü tad tatmış olmasın?

Çocuğun bu ikazına hayran kalan hükümdar:

— Sen haklısın küçük bekçi, der. Ben baştan iyi ni­yetli idim, nar da iyi tadla geldi. Sonra niyetimi değiştir­dim, böyle güzel nar yetiştiren bahçeye el koyma fikrine saptım, narın tadı değişti. Bana ekşi ve acı geldi. Şimdi niyetimi düzeltiyorum. Bahçeniz sizin malınızdır, kimse el koyamaz. Bir nar daha ver.

Küçük bekçinin üçüncü defa getirdiği nar da, ilki gibi tatlı ve lezzetli olur. Hükümdar kendi kendini suçlayarak uzaklaşıp giderken "Niyeti güzel olan güzel neticeye lâyık olur" diye düşünür.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 130

15 Eylül 2013 Pazar

Bedevinin Armağanı

10:29:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zamanın birinde cömertliği dillere destan bir halife vardı. O kadar cömertti ki yaptığı bağış ve ihsanların had­di hesabı yoktu. Bu halifenin devrinde son derece fakir bir bedevi bir çölde karısıyla birlikte yaşıyordu. Bir gün karısı fakirlikten usanıp şikâyete başladı. Dünyayı adama zindan etti. Adam kadına diller döktü nasihatler etti, sabrın fazi(etlerini anlattı fakat nafile kadın dinlemedi, sonunda da ağlayıp gözyaşı dökmeye başladı. Bunun üzerine adam dayanamadı.

"Ağlamayı bırak bir çare biliyorsan onu söyle." dedi. Kadın fırsatını yakalamıştı biraz daha ağlayıp nazlandık­tan sonra:

"Halifeye git derdini anlat o sana ihsanda bulunur, çünkü halife İhsanda nisan bulutunu geçmiştir fakir fuka­ranın ümit kapısıdır." dedi.

Adam: "Yahu hatun iyi diyorsun da koskoca halîfenin huzuruna eli boş varılır mı, benim götürecek bir hediyem yok ne götüreyim, o kutlu kişinin huzuruna nasıl vara­yım?" dedi. Kadın:

"Sen halifeye bir testi yağmur suyu götür, çünkü tatlı su çok değerlidir. Halifenin suyu kim bilir nasıl acı ve içil­mez bir sudur." dedi. Bu iş adamın da aklına yattı ertesi gün bir testi suyu alarak yollara düştü, günlerce gittikten sonra nihayet ha­lifenin sarayına vardı.

Halifenin mihmandarları adamı karşılayıp güler yüzle tatlı sözler söyleyerek saraya aldılar. Halifenin sarayı Dicle nehrinin kıyısındaydı. Adam tes­tideki suyu halifeye sundu, sonra getirdiği o suyu öve öve bitiremedi.

Halife suyu teşekkür ederek aldı. Testiyi altınla doldu­rarak adama geri verdi. Adamlarına:

"Çöl yolu uzundur bu zavallı adamı Dicle yoluyla, ge­miyle gönderin." diye tembihledi.

Halifenin adamları bedeviyi gemiye bindirmek üzere Dicle'nin kenarına götürdüler. Bedevi gürül gürül akan tatlı sulu Dicle'yi görünce mahcup oldu. Halifenin bu ih­sanı karşısında hayretler içinde kaldı.

Kaynak:Mehmet Zeren, Nil Yayınları, Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler s. 43

Helvacı Çocuk

09:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.

Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.

Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hak­kında fena fena şeyler düşünüyorlardı. O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:

"Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da bu ala­caklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun." dedi.

Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım di­nara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borç­lular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücetini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh:

"Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım bende para ne arar." dedi.

Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp İnlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı ileri geri söy­lenmeye başladılar. Çocuk ta ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.

İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabak içeriye gir­di tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi tabağı alacaklı­ların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Zira tabakta -Şeyhin borcu olan-dört yüz dinar vardı. Tabağın bir kenarında da kağıda sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı. Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkın­daki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman ol­dular. Şeyhin ellerine sarıldılar:

"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize." de­diler. Bunun üzerine Şeyh:

"Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah'tan (c.c.) diledim. Cenabı Allah (c.c.) bana doğru yolu göster­di. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Hel­vacı çocuk ağiamasaydı rahmet denizi coşmazdı." dedi.

* Ey kardeş, çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.

Kaynak:Mehmet Zeren, Nil Yayınları, Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler s. 64

14 Eylül 2013 Cumartesi

Zengin İle Fakir

11:50:00 Posted by Mücahid Reis

Vaktiyle çok zengin bir adam vardı. O kadar zengindi ki. malının ve parasının hesabını bilmezdi. Yine de son derece cimriydi.

Günlerden bir gün kapısına bir fakir geldi.

— Allah rızası için karnımı doyurun, diye yalvardı. Merhametsiz zengin:

— Defol kapımdan. Çalışıp kazanacağın yerde dilen­mekten utanmıyor musun? Defol, dedim...

Fakir boynunu büktü.

— Ne tuhaf. Hadi ben fakir olduğum için yüzümü bu­ruşturuyorum, sen zengin olduğun halde gülmeyi, güzel söz söylemeyi unutmuşsun.

— Defol dedim, defol..

— Kibirlenme, ne fakirlik, ne zenginlik ebedidir.. Bir gün bütün malını kaybedip fakir olabileceğini hiç düşün­dün mü?

Merhametsiz zengin büsbütün sinirlendi. Hizmetçisine bağırdı:

— Defet şu herifi başımdan! Hizmetçi ezile-büzüle fakiri kovdu. Bir kaç yıl geçti...

Merhametsiz cimri zenginin işleri bozuldu. Her şey ters gitmeye başladı. Sanki altını tutsa kömür oluyordu. Bütün parası kısa süre içinde erimiş, elinde avucunda hemen hiçbir şey kalmamıştı.

Ve bir gün hizmetçisi karşısına dikildi:

— Bana izin, dedi. Ücretimi veremediğin için yanında çalışamam. Kendime başka bir kapı aramalıyım.

Eski zengin bağıra çağıra hizmetçiyi kovdu. Hizmetçi gitti, merhametli bir zenginin yanında iş buldu. Yeni efendisi çok iyi kalpliydi. Kapısına gelen her fakirin kar­nını doyurur, elbise verir, cebine de bir miktar harçlık koyup duasını alır, öyle gönderirdi.

Bir gün yine kapısına bir fakir geldi. Adam perişan haldeydi. Günlerce yemek yemediği ilk bakışta anlaşılı­yordu. Kapıdan elini uzattı:

— Allah rızası için bir dilim ekmek verin.

İyi yürekli, merhametli ve cömert zengin hizmetçisini çağırdı. Kapıdaki dilenciyi gösterip:

— Yemek ver, diye emretti, sırtına elbise giydir, cebine harçlık koy...

Hizmetçi kapıdaki dilenciye yemek götürdü. Ama yü­zünü görür görmez hayretler içinde kaldı. Efendisine koştu, nefes nefese:

— Efendim, diye konuştu, kapıdaki dilenci kim biliyor musunuz?..

— Kim?..

— Benim eski efendim! Yanından ayrıldığım cimri zengin!..

Merhametli zengin gülümsedi.

— Ya beni tanıdın mı? diye sordu. Sen onun yanında çalışırken kapısına gelmiştim. Beni kovmanı söylemişti. Çalış ve kazan, dilenmeye utanmıyor musun? demişti. Allah'ın hikmetine bak ki o fakirleşti ben zengin oldum. Kimse servetine güvenmemeli, kimse de fakirliğinden utanmamalı. Allah herkesin Rabbidir, bol hazinesinden istediğine verir. Kul kendisine verilen serveti Allah yolun­da harcamalı...

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 47

Güç Bir Dâva Nasıl Çözümlendi

11:03:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Süleyman Peygamber en müşkül dâvaları kolayca hal­leder, güçlük çekmeden çözerdi.

Bir gün kendisine iki kadın geldi. Yanlarında henüz konuşamayacak kadar küçük bir de çocuk vardı. Biri derdini şöyle anlattı:

— Ey Allah'ın aziz Peygamberi; ben kırda çalışırken oğlumu beşiğine yatırmış, uyutmuştum. Az sonra şu ka­dın geldi. Çocuk benimdir diye bağırmaya başladı. Hal­buki onun çocuğunu çalılıklar arasından gelen bir kurt kapıp götürmüş. Şimdi benim çocuğuma sahip çıkıyor.

Süleyman Aleyhisselâm kadını dinledikten sonra öte­kine söz verdi. O da şöyle dedi:

— Ey Allah'ın Resulü, bu kadın yalan söylüyorl Asıl kurdun kaptığı onun çocuğudur. Kalan ise benim yavrumdur. Şimdi o benim yavruma sahip çıkıyor.

Süleyman Aleyhisselâm her iki kadını da dinlemiş, iki­sinin de çocuğa sahip çıktığını anlamıştı. Ne yapacağını düşünüyordu.

O sırada kadınlardan biri çocuğun bir elinden, öteki de diğer elinden tutmuş bekleşiyorlardı.

Karar vermek gerçekten güçtü. Fakat o bir peygam­berdi. En doğrusunu yapacaktı.

Nihayet kararını verdi:

— Bana büyük ve keskin bir kılıç getirin. Adamları istediğini hemen getirdiler. Kılıcı aldı, çocuğa doğrulttu:

— Mademki çocuğu bölüşemiyorsunuz, ortadan ikiye ayırayım, yansını biriniz, yarısını da diğeriniz alın. Böyle­ce dava halledilmiş olsun?

Kadının biri hemen razı oldu:

— Pekiyi, öyle olmasını isterim. Öteki kadın ise feryadı

bastı:

— Ey Allah'ın Resulü, buna can mı dayanır! Ben iste­miyorum. Çocuk tek onun olsun. Yeter ki ona dokunul­masın.

Süleyman Aleyhisselâm son sözünü söyledi:

— Anne bulunmuş, çocuğun kime ait olduğunu bilin­miştir. Alın götürün kıskanç kadını.

Ve çocuğu ona dokunulmasın diyen kadına verdi.

Çünkü hiç bir anne çocuğunun ikiye bölünmesine razı olamazdı. Zaten Süleyman Peygamber de böyle bir şey yapmazdı. Ama kadınları sınamak istemişti.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 68

13 Eylül 2013 Cuma

Şehzade İle Büyücü Kadın

14:21:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir padişahın çok yiğit bir oğlu vardı. İçi ve dışı hüner­lerle bezenmişti.

Padişah bir gece rüyasında oğlunun öldüğünü gördü büyük bir ıstırap içinde kıvranmaya başlamıştı ki uyandı. Uyanınca bunun rüya olduğunu görüp bu seferde sonsuz bir sevinç içinde kaldı ve kendi kendine:

"Bu sevincimin sebebi rüyadaki kederdi. Allah (c.c.) bir sebep ihsan edip beni sevindirdi." dedi. Padişah düşündü:

"Soyumun devamı için oğlumu evlendirmem lâzım, oğluma kötü bir padişahın kızını almaktansa iyi bir kişinin soyundan bir kız almam daha iyi." dedi.

Şehzadenin annesi bu işten haberdar olunca: "Oğlumuzu bir yoksulla mı akraba yapacaksın?" dedi. Padişah:

"Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır, çünkü temiz kişilerin gönülleri zengindir bu da Allah vergisidir." dedi. Uzun münakaşalardan sonra nihayet padişahın dediği oldu. Padişah oğluna yaradılışı güzel ve temiz bir kız aldı. Kızın güzellikte eşi yoktu, huyu ve ahlâkı da yüzü gibi gü­zeldi.

Padişah oğluna o güzel kızı aldı almasına lâkin o gü­zelim şehzadeye ihtiyar bir büyücü de aşık olmuştu. O bü­yücü kocakarı şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki şehzadeyi kendine aşık etti. Şehzade o dünya güzeli kızdan yüz çe­virerek, kocakarı büyücüye yöneldi. Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu. O kokmuş karının ayakkabısının tasması­nı öpüp duruyordu.

Padişah pek çaresiz kaldı, gece gündüz kurbanlar kes­tirerek sadakalar verdi. Ne çare varsa başvurdu. Fakat oğ­lan gittikçe daha da kocakarıya bağlandı.

Aradan aylar günler geçti nihayet bu işten haberi olan iyi kalpli bir büyücü çıkıp geldi. Şehzadeyi o büyücünün esiri olmaktan kurtardı. Şehzadenin aklı başına gelince koşarak babasına geldi. Padişah şenlik yaptırdı. Öyle bü­yük şenlik oldu ki şehrin köpeklerinin önüne bile gül su­yundan şerbet kondu. Büyücü kocakarı da üzüntüsünden geberdi. Şehzade gelinin yanına giderek onun aydan daha par­lak yüzünü görünce, aklı başından gitti, düşüp bayıldı. Tam üç gün aklı başına gelmedi. Bir yıl sonra babası söz arasında:

"Oğlum o büyücü kocakarıyı bir hatırla bakalım, o günler ne günlerdi." dedi. Şehzade:

"Bırak baba, dedi. Ben gerçeği hakiki yerimi, gerçek sevgiyi buldum, aldanma kuyusundan kurtuldum." dedi.

• Mümin yol buldu da karanlıktan, Hak nuruna yüz çevirdi mi böyle olur işte.

• Kardeş bil ki şehzade sensin, o ihtiyar büyücü kocakarı da bu dünya.

Kaynak:Mehmet Zeren,Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler, Nar Yayınları, İstanbul 2006 s.200

10 Eylül 2013 Salı

Cimri Zenginin Pabuçları

07:22:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir zamanlar, Bağdat'ta Ebûlkasım Tanburî adında bir zengin varmış. O kadar cimri biriymiş ki ayağındaki pabucuna yama üstüne yamalar vurdu­rur, dikiş üstüne dikişler diktirirmiş. Yeter ki, yeni bir pabuç alma masrafına girmesin.

Kimseye fark para yardım etmeyen, ömründe tek defa olsun bir yaralı parmağı sarmayan bu cimri zengin, nihayet halkın bedduasına uğramış; pabu­cunu yamata yamata biriktirdiği parasını, yine pa­bucu yüzünden başına gelen olaylarda, ceza parası olarak vere vere bir güzel harcayıp bitirmiş.

Olaylar şöyle gelişmiş:

Tanburî, bir cuma günü hamama gitmiş. Orada karşılaştığı bir dostu:

- Şu ayakkabınızı bir daha tamir edeyim, yine yırtığı görünüyor, diye şakalaşmış. Hamamdan çı­karken yamalı ayakkabısını bulamamış Tanburî, orada yeni bir ayakkabı bulunca, dostunun tamir için kendi ayakkabısını götürüp, yenisini bıraktığını düşünmüş. Yeni ayakkabıları giyip hamamdan çık­mış. Neden sonra şehrin Kadısı da hamamdan çıkın­ca, yepyeni ayakkabısının yerine, bir köşede Tanburî'nin yamalı ayakkabısını bulmuş.

- Kadı efendinin ayakkabısını Tanburî çalmış! diye olay yorumlanmış. Bu yüzden Tanburi yi derhal yakalayıp hapse atmışlar. Bir süre hapis yatıp epey para harcadıktan sonra çıkan Tanburî'ye, yamalı ayakkabısı teslim edildiğinde, götürüp başına bu be­layı açan ayakkabıyı hemen Dicle'ye atmış. Ama ne­hirdeki balıkçılar, ağlarını içinde o meşhur ayakka­bıyı bulunca derhal tanımışlar ve getirip Tanburî'nin penceresinden içeri fırlatmışlar.

Rafta gül yağı şişelerine çarpan ayakkabı, gül ya­ğının yere dökülüp ziyan olmasına sebep olmuş.

Başına gelen olaylar yüzünden iyice çileden çıkan Tanburî, bu defa onu evinin yanından akan bir akar suya atmış. Aşağıda suyu içenler ise Tanbu­ri’nin ayakkabısıyla suyun kirlendiğini anlayınca yi­ne onu alıp şehrin kadısının huzuruna çıkarmışlar ve çevreyi kirletmekten bir hayli ceza almasına se­bep olmuşlar. Tanburî cezayı ödedikten sonra, meş­hur ayakkabısı yine kendisine teslim edilmiş.

Artık hiddetten deliye dönen Tanburî, kurusun da ateşe atayım, diyerek onu çatıya fırlatmış. Ama ayakkabıyı çatıdan kapan bir köpek, bir diğer çatıya atlarken ağzından ayakkabıyı yere düşürmüş. Aksi­lik bu ya, havadan düşen ayakkabı, duvarın dibinde bulunan üzeri yüklü bir kadının korkudan çocuğu­nu erken doğurmasına sebep olmuş. Kadın şikayet­çi olduğundan, Tanburi’ye yeniden yüklüce bir taz­minat cezası daha vermişler.

İşin sonunun gelmeyeceğini anlayan Tanburî, nihayet bir gün Bağdat'ın en geniş meydanına çıkıp, halka hitaben şöyle bağırmak zorunda kalmış:

- Ey ahali, bundan sonra hepinizin malûmu ol­sun ki, bu ayakkabı ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgim kalmamıştır. Onun yüzünden işlenecek suçla­ra bundan 'sonra iştirak etmiyorum. Ama bununla beraber dayanıklı ve antika bir ayakkabıdır. Biri alıp uzun zaman yine de giyebilir. Hediyem olsun! Böyle­ce bana cimri diyenler de utansınlar.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 42

Kalp Gözü ve Yavuz’un Türbedarı

05:04:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Abdülhamid Han zamanında, Yavuz Sultan Selim’in türbesine bakan fakir bir insan vardı. Hizmetkâr, çok şiddetli geçim darlığı sebebiyle sıkıntılı anlar yaşamaktaydı. Yine çok sıkıntılı olduğu bir zamanda, dayanamayarak türbeye hiddetle vurup şu sözleri söyler: “Bir de senin evliyâ olduğunu söylüyorlar!?. Yıllardır türbeni beklemekteyim; hâlâ yoksulluk içindeyim!..”

Türbedarın bu durumundan habersiz olan Abdülhamid, hemen ertesi gün onu çağırtarak, bir yıllık ihtiyacını tamamen karşılayacaktı. Çünkü, Sultan gece rüyasında ceddi Yavuz Selim’i görmüş ve onun uyarısını alarak türbedarın durumundan haberdar olmuştu.

Kaynak:İbrahim Refik, Efsane Soluklar, İzmir, 1992, T Ö V Yay, s.57

Ağaca Asılan Zekat Parası

05:02:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın, gün­lerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bula­madığını...

Bunun üzerine zekatının tutan olan parayı bir keseye ko­yarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:

"Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını...

Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını...

Kaynak:İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru 1, Albatros Yayınları, İstanbul 2003, s. 5

Hz.Ömer'in Satın Aldığı Serçe Kuşu

05:00:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Çocuğun biri yakaladığı bir serçe kuşuyla oynayıp du­ruyordu. Oradan geçmekte olan Hazret-i Ömer çocuğa sordu:

— Küçük bey, bak zavallı kuşun kanatlarından tüyler dökülüyor, çırpına çırpına da tâkattan düşmüş görünü­yor. Ne olur bırak hayvancağızı!

Çocuk yaramaz olduğu kadar da merhametsizdi.

— Hayır, ben bu kuşla oynuyorum. İsterse kanatlan

kopsun, karşılığını verdi.

Halife buna üzülmüştü. Bir teklif daha yaptı:

— Sana bir altın versem kuşcağızı bırakır mısın?

— Hayır bırakmam.

— Ya iki altın versem.

— Hayır, yine bırakmam.

— Peki üç altına ne dersin? Küçük yaramaz buna dayanamadı:

— Üç altına razıyım. Hazret-i Ömer:

— Al sana üç altın, deyip parayı uzattı ve serçe kuşu­nu alıp havaya doğru fırlattı. Pırıl pırıl çırpındığı kanatla­rıyla bir anda gözlerden kaybolan serçenin arkasından sevinçle bakan Halife:

— Hayvanlara merhamet etmemiz lâzım. Hayvana acı-mayana Allah da acımaz, diyerek yoluna devam etti.

Seneler sonra, vefat etmiş olan Hazret-i Ömer'i müba­rek bir zat rüyasında gördü. Şöyle bir sual sordu:

— Yâ Ömer, Rabbin seni nasıl karşıladı, rahatın na­sıl?

Şöyle cevap geldi:

— Rabbim beni çok iyi karşıladı. Rahatım çok iyi.

— Ne sebebten Allah seni iyi karşıladı? Hazret-i Ömer şu bilgiyi verdi:

— Ben bir serçe kuşunu yaramaz bir çocuğun elinden kurtarmıştım. Meğer kuşcağızın yuvada aç bekleyen yav­rusu varmış. Yaramaz çocuk onu öldürseymiş, yavrusu aç kalacak, yuvada ağzını aça aça ölecekmiş. Ben üç al­tın verip de serçeyi kurtarınca yavrusunu da ölümden kurtarmış olduğumdan Rabbim bundan memnun olmuş. Bu yüzden beni cehennem ateşinden kurtardı, iyi karşı­ladı.

Hazret-i Ömer'in bu cevabı Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatmaktadır:

— Siz yeryüzündeki canlılara acıyın ki, gökyüzün­de melekler de size dua etsin, merhamet dilesinler. Allah'ın merhametini kazanasınız.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 84

9 Eylül 2013 Pazartesi

Dünya Kimseye Yâr ve Râm Olmamıştır

14:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Dünya, işvebaz bir kadın gibidir. Gönül kapıcıdır. Fakat hiç kimseye yar ve ram olmamıştır.

Malik bin Dinar’dan:

- Her kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa ondan mehir bedeli olarak, dininin tamamını ister.[1]

Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişlerdir.[2]

Kaynaklar:

[1]Mehmet Dikmen, İslâm Büyüklerinden Lâtifeler, Cihan Yayınları, İstanbul 1993, s. 108,42
[2]Mehmed Kırkıncı, Nükteler, Zafer Yayınları, İstanbul 2004, s.36

Dostun Eziyeti

14:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zünnun-i Mısrî'nin iç dünyasındaki mevcelenmelerden anlamayan insanlar onun bir kısım hallerinden ra­hatsız oldular ve onu tımarhaneye attırdılar. Bunu duyan dostları ziyaretine gitti. Zünnun onlara bağırarak:

- Siz kimsiniz? dedi.

- Bizler senin dostlarınız, dediler. Halini, hatırını sor­maya geldik.

Zünnun, gelenlere saldırmaya, üzerlerine taş toprak atmaya başladı. Hepsi kaçarak bir yana dağıldı. Zünnun bir kenara çekilmiş gülüyor ve şöyle diyordu:

- Neden böyle köşe bucak kaçıyorsunuz? Hani dostumdunuz? Dostun eziyeti dosta ağır gelmez. Dostluğun alâmeti, dosttan gelen zorluğa katlanmakla belli olur.

İnsanların, başlarına gelen bir musibet karşısında en ufak bir yanlış tavra girmemek için yürekleri titremeli, On­dan gelene "safa geldi, hoş geldi" demeye çalışmalıdırlar, insanın vazifesi naz değil, niyazdır. En ufak bir sıkıntıda dostuna mırın kırın etmek vefasızlık ve nankörlüktür. O, ba­zen dostunun dostluğunu deneyebilir. Arkasında büyük lü­tuf muradı olabilir. Sabır, sıkıntıya ilk uğranılan anda göste­rilen tavırdır.

Kim bilir bilmeden ne vefasızlıklara düşüyoruz.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Ufku, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 135

Belâ'nın Önünden Sapmasını Bilin!

14:08:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Okyanus adlı dev bir lügati Arapçadan Türkçeye çevrine Asım Efendi, bir öğrencilik hatırasını şöyle anlatmaktadır:

- Tahsilim zamanında bizim medreseye en yakın fırından ekmek alırdım.

Senelerce bu fırının müşterisi olmaya devam et­tim. Bir sabah yine âdetim üzere ekmek almak mak­sadıyla bu fırına geldiğimde, fırında çalışan bir işçi­nin, bir haksızlığına maruz kaldım. Herkese ekmek veriyor, sıram gelip geçtiği halde bir türlü beni gör­müyordu. Adamı şöyle ikaz ettim, böyle hatırlatma­da bulundum ise de, hep bana ters cevap veriyordu. Ön sırada beni görmezlikten gelip, hep arka sıralardakileri tercih ediyordu. Artık canım burnuma gelmişti, bu haksızlık karşısında. Fırının yanında, ayak altında duran bir taşı kaptığım gibi, adamın üzerine yürümeye karar verdim. Ama tam o sırada birden aklıma geldi:

- Bu adam bir belâya müstahak hale gelmişse, neden bunu benim elimden bulsun? Ben de onu be­lâya atan adam suçunu yükleneyim? Sabredeyim, mutlaka bunun içinde bir hayır vardır, dedim.

En nihayet herkes ekmeğini alıp gittikten sonra, bana da istediğimi verdi, dershaneme geri döndüm.

Bir gün sonra fırına gittiğimde ise, adamın yerin­de olmadığını gördüm. Sordum. Dediler ki:

- O işçi, dün aniden hastalandı, şu anda ölümle burun burunadır. Fakat bir türlü ölemiyor, can çeki­şip duruyor.

Hemen aklıma geldi, ona vurmayı niyet ettiğim taşı alıp, ziyaretine gittim. Taşı alnına değdirip yor­ganın üstüne koydum. Az sonra adam kolayca son nefesini veriverdi. Çünkü bu taşla onun eceli gele­cekti. Bununla ömrü bitecekti.

Fakat sabrım sebebiyle, o taşı ona vuran ben ol­maktan kurtulmuştum.

Bu olaydan alınacak ders şudur:

Siz de suçsuz yere bir sataşmaya uğrarsanız, işi kavga ve münakaşaya götûrmeyinizî Belânın önün­den sapmasını bilin ve:

"Bu adam bir musibete müstahaktır, fakat benden bulmasın, * diyerek çekilin.

O kişi neye lâyıksa onu bulacaktır. Yeter ki bu be­lâ sizin elinizle gelmesin, başınızı derde sokmasın...

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 133

Tito'dan Tarih'i İtiraflar

12:42:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İs­lâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.

Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar lide­rin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:

Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece kor­kunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; öl­mek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gi­diş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?

Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyo­rum:

Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir ses­leri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım;

Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...

Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulüm­ler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beyni­mizi ...

Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemi­yoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!

Kaynak:İbrahim Refik, Geçmişten Geleceğe Işıklar, Albatros Yayınları, İstanbul 2007, s. 38