Yaşlı adam, bir sokakta ağır ağır yürüyor, ara sıra dinlenerek tekrar ilerliyordu. Bu yol gençlik yıllarında tamamen düzdü, öyle hatırlıyordu. Fakat son yıllar içinde her ne olmuşsa olmuş, gitgide meyilli bir hâl almıştı.
Adamcağız, biraz sonra anîden durdu. Gözleri bir tarafa takılmıştı. Yedi-sekiz yaşlarında bir kız çocuğu, tekerlekli bir iskemlenin arkasında, onu itmek için uğraşıp duruyordu. Hem de bayır yukarı.
İhtiyara göre, iskemlenin boş olması gerekiyordu. Ama yakına gidince şaşkına döndü. İskemlede felçli bir adam oturuyor ve boş gözlerle sağa sola bakınıyordu.
Yaşlı adam, meraka kapılmıştı. Bu yüzden de küçük kızla konuşmaya başladı.
İskemlede oturan, kızın babasından başka biri değildi. Sık sık olduğu gibi, annesiyle birlikte onu gezdirirlerken, kadıncağız her nedense bir anda fenalaşmış, aceleyle ilerde ki eczaneye koşmuştu. Babası da elbette ki ona kalmıştı.
İhtiyar adam, kızın hâlâ iskemleyi ittiğini görünce:
— Benim melek yavrum, diye tebessüm etti. Senin gücün onu itmeye yetmez.
Küçük kız:
— Bunu ben de biliyorum, diye atıldı. Ama babam için bir şeyler yapmalıyım.
— Peki, dedi ihtiyar. Mademki biliyorsun, o zaman itme.
Küçük kız, sözlerini tekrarlayarak:
— Babam için bir şey yapmam gerekir, dedi. Onun iskemlesini itemesem de, geriye doğru kaymasını engellerim ya.
Kaynak: Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden Hikâyeler.
Musa Peygamber Yûşa İbnî Nûn ile birlikte çıktığı gezilerden birinde yolda giderlerken ansızın karşılarında bembeyaz bir kuş görürler. Kuş Hz. Mûsa'nın omuzlarına konduktan sonra kendisine şöyle seslenir:
"Ey Allah elçisi Musa!... Beni doğan kuşu öldürecek. Ne olur beni koru!"
Musa Peygamber de kuşu elbisesinin altına saklar. Ardından az sonra doğan kuşu gelerek, "Ey Allah'ın elçisi Musa!... Benim yiyeceğime, avıma Niçin engel oluyorsun?" diye sorar.
Hz. Musa (a.s) Doğan'a "Sana sürümden istediğin koyunu keseyim. Bırak bu kuşa dokunma, ne olur?" diye cevap verir. "Ama koyun etini ben ne yapayım ondan hoşlanmıyorum ki?" diyen Doğan'a da Musa Peygamber şu cevabı verir. "Öyleyse sana kendi kabalarımdan bir miktar et keseyim de ye."
Tam bu sırada Musa Peygamber'in elbisesinin altında sakladığı kuş havaya fırlayarak uçar gider. Peşinden de Doğan kanat çırparak havalanır.
Hz. Musa (a.s) arkalarından seyre dalar. O, ne hikmettir? diye düşüncelere dalmıştır. Bu iki küçük yaratığın bile hayat-memat derdine düşerek birbirlerini yemeğe kalkışmaları karşısında içi sızlayarak, aralarını bulmak için Doğan'a kendi bacaklarının kaba etlerini vermeye razı olmuştur.
O, bütün varlıkların birbirine düşmeden kardeşçe bir düzen içinde yaşamalarını arzu etmektedir. Zaten kutsal davası da insan yığınlarını aydınlık Allah yoluna davet ederek onların bu yolda insanca yaşamalarını sağlamaktır.
Musa Peygamber kafasında bu düşünceleri geçirirken kuşlar tekrar yanına sokularak onlardan biri, "Ben Cebrail'im" diğeri "Ben de Mikail'im" diye hüviyetlerini ortaya koyduktan sonra sözlerini şöyle noktaladılar:
"Ey Musa!... Biz seni buraya denemek için geldik. Açıkçası yüce Allah (cc) bizi, Rabbinin kulları karşısında takındığın şefkat ve merhamet duygularının ölçüsünü tartmak için gönderdi. Bizde bu görevimizi yerine getirdik. İmtihanı başarıyla kazındığını müjdeleriz."
Yüce Allah (cc) cümlemizi, şefkat ve merhamet duygularıyla donatsın, amin...
KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 26-27
Adam, Harem-i Şerif'in kapısında hep aynı duayı okuyordu:
- Ey doğrulara yardım eden, haramdan kaçınanları koruyan!..
Ona 'Sen başka dua bilmez misin?' dediler. O şöyle açıklama yaptı bu duayı tekrar etme sebebi olarak:
- Ben Beyt-i Şerif'i tavaf ederken ayağıma takılan şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla imanım mücadeleye tutuştular. 'Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar.' dedi şeytanım.
İmanım ise, 'Bu haramdır, boşuna saklama, sahibini bul, teslim et.' dedi. Ben böyle mücadele içinde iken birinin sesi duyuldu.
- Burada içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise versin, ona otuz altın müjde vereyim.
Bin haramdan, otuz helal hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladırlar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
- Ben Mağrip sultanının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti, beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evladın gibi baktın. Bundan dolayı memnun oldum. Bunlar beni satın alacaklar sakın az altına razı olma, elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdat'a gittim. Orada açtığım dükkanda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, 'Meşhur tüccar dostum vefat etti, ay gibi güzel kızcağızı yetim kaldı gel bunu sana alalım.' dedi. Ben de kabul ettim. Çeyiz olarak birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken birinin üzerinde dokuz yüz yetmiş altın yazılıydı. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dedi ki:
- Babam bu keseyi Harem-i Şerif'te kaybetmiş, bulan bir helalzade keseyi verince otuz altını ona müjde vermiş, geride kalan altındır içindeki.
Bunun üzerine ben Allah'a hamd ve şükürde bulundum, bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek olayı kızcağıza anlattım. Mutluluğumuz daha da perçinlenmiş oldu!...
KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001