Faydalı Paylaşımlar..

19 Eylül 2013 Perşembe

Bir Gazi Pilotun Yaşadığı Olağanüstü Olay

14:25:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kıbrıs Gazilerinden Yüzbaşı Sedat, Eskişehir'e uğrar bir gün.

- Ben, piyade yüzbaşı Sedat Göl, komutanla görüşmek istiyorum! der.

- Buyrun yüzbaşım!

- Kıbrıs'tan geliyorum. Temmuz çıkartmasındaydım. Bir pilot, on üç canı kurtardı en sıkışık yerde. Bu bir mucizeydi. Adını bile öğrenemediğim bu pilo­ta, teşekkür borcum var... Geliş saatini, gününü, ye­rini kaydettim. Yardım edilirse bu pilotla tanışmak istiyorum.

- Kıbrıs'a ... Birçok üsten uçak kalktı yüzbaşı! Hepsi de verilen görevleri hakkıyla başarıp döndü.

Özel olarak birini bulmaya gerek yok artık. Yapılan­lar, vazife icabıdır!...

Her yerde verilen cevaplardan biridir bu. Yüzba­şı direnir:

- Evet efendim, ama ... Ben yine de o bir tanesi­ni mutlaka bulmalıyım! Lütfedip yardımcı olsanız...

- Hangi üsten kalktığını da bilmiyorsunuz.

- Maalesef bilmiyorum! Sadece yerden gözledim onu.

- Emirler, Genelkurmay'dan geliyordu yüzbaşım. Onlar planlayıp emir veriyorlardı üslere. Siz ancak oradan araştırabilirsiniz!..

- Ama bu üsten kalkmışsa, uçuş emri kayıtlıdır.

- Bak yüzbaşı... Ortalık daha yatışmış değil! Böy­le bir zamanda, kırılma ama... Böyle bir sim bizden alamazsınız. Zaten bizden kalktığı da belli değil!..

- Anlıyorum efendim!

- Sen... dediğim gibi, dilersen Ankara'dan araştır.

Haftalardır, aylardır beynime çakılmış bu iş. Bulacağım eninde sonunda!.. Ona, on üç can bor­cum var.

Nasıl başardı bu işi? Evlerin damlan işaretli de­ğil ki... Bunda silah yuvası var, bunda yok, bilesin! Ben yardım da istemiş değilim. Zaten böyle bir bağlantı da söz konusu değil.

Nasıl bilinir de bir ev atlanır. Öteki bombalanır? El, bunu nasıl ayarlar. Hiç atlamadan, şaşmadan? Bu nasıl bir pilot? Emri kim vermiş?

ve pilot bulunuyor...

Elindeki ipucu, giderek onu bir pilot üsteğmenle karşılaştırır bir akşam; merakın, sorumluluğun, az­min sonunda... Buluşmaya giderken, yüzlerce soru kafasında cirit atmaktadır.

İlk karşılaşış! Hayret! Sıradan, başkaları gibi bir insan... Neresinde ne var bu yüzün? Bu duruşun, bu kafanın içinin?.. Nasıl bir fark? Bu olağanüstü olayın kahramanının olağanüstülüğü neresinde?

Kibarca karşılar yüzbaşıyı.

- Beni aramışsınız yüzbaşım!

- Evet üsteğmenim, evet! Ben Piyade Yüzbaşı Se­dat Göl. Kıbrıs'tan dönenlerdenim!

- Memnun oldum efendim! Üsteğmen Şencan Güner!

Tokalaşırlar. İçtenlikle üsteğmenin gözlerine ba­kıp:

- Sana, tam on üç can borcum var üsteğmen. Tam on üç!.. Oraya gelişinde, senin oraya uçuşunda oldu bu iş. Teşekkür ederim. Hem... Mahzuru yoksa, seni öpmek istiyorum ben! der.

Duygulanır Şencan üsteğmen, sarılırlar. İkisi de sivil giyinik. Orduevinin bir odasında bulunmakta­lar.

- Sözün neresinden başlasam, bilemiyorum... Şimdi iyi dinle bak... Soruşturdum, araştırdım, bul­dum seni. Tarih, gün, saat, yer, hepsi yanımda. İşte şu... Evet şu kağıtta... Bak! Üsteğmen, uzatılan kağıda bakar. Gülümser. Ağ­zını oynatır anlamsızca:

- Evet, kuzey... Son sefer!.. Siz oradaydınız de­mek?

- Peki, tamam. Dinle öyleyse, şimdi merakımı: Ben pilot değilim > ama birazcık olsun şu aerodina­miği, şu sizin uçakların hızlarını ve gücünü bilirim. Şimdi soruyorum sana. Bir, nereden bilebildin, -o son seferde işte- birkaç katlı evlerde gizli olan, hava­dan görünmemesi gereken silah yuvalarını? İki, na­sıl öyle kısa aralıklarla ve tam isabetle, hem de ev ev atlayarak bombalamayı nasıl başarabildin?

- Ben size...gerçeği anlatsam...

- Evet, kurtulurum meraktan!

- Amma, gerçeği anlatsam, belki de bana deli dersiniz! Belki de uydurdu dersiniz. Ne bileyim! Bir sivil arkadaşıma dayanamayıp anlattım, o da inan­madı!

- Ben inanırım Şencan kardeşim! Çünkü, o ola­ğanüstü olayı gözlerimle gördüm bir delikten. On iki erle bir eve sığınmıştık ve kurtuluşumuz imkânsızdı o gün ... Şimdi sana teşekkür ederken, o on iki ço­cuğun da yerindeyim, bilesin!

Biraz rahatlar içi Şencan'ın.

- Ben de teşekkür ederim! Anlatayım dilerseniz.

Derin bir soluk alır üsteğmen. Sesi de değişik çı­kar:

- Diyarbakır üssündeydim. Emir alınca, kuşan­dım uçağıma atladım. Tam havalanacakken, uçağı­mın yanına bir ihtiyar geldi. Ak sakallı bir ihtiyardı. Sivil... Selam verdi: 'Ne yana yolculuk evladım böy­le?' Kıbrıs'a baba, dedim. 'Beni de götürür müsün oğul?' dedi. Peki, dedim. Aldım ve havalandım. Kısa kısa bir iki şey konuştuk aramızda. Bilirsiniz yüzbaşım, bizim uçaklar için mesafeler çabuk tükenir... Her şey normal. Uçağım saat gibi tık tık! Hava ber­rak. Hem de her zamankinden daha berrak... Akde­niz'i geçerken, yaşlı zat şöyle dedi bana : 'Oğlum, şimdi oraya varınca, ben ne dersem, sen öyle yap! Ben nerede düğmeye bas dersem, sen hemen bas oğlum. Unutma!'

- Peki, baba, dedim. Beşparmak Dağları'nı geç­tik. Toroslar gibi.,.Evet, emre uygun olarak şehre ya­naştım. Baba, konuştu yine: 'Oğul şöyle bir yay çiz ve alçal!' Parmağı ile de işaret veriyordu. Dediğini yaptım. 'Oldu* dedi. Şehrin kuzeybatısı... Uçağın burnu doğrulunca, kesik kesik, parmakla da işaret vererek 'Bas, bas' demeye başladı baba. Ben de sek­tirmeden, çarçabuk dediğini yapıyordum. Sonra, 'Bir tur daha at aynı yere oğul!?* dedi. Dediğini yine yap­tım. 'Biraz sağa kay! dedi. Ardından da yine parmak­la işaret... 'Bas, bas, bas* dedikçe bombaladım aşa­ğıyı, düşünmeden...

Görev tamamlanınca, rahat, ama biraz dalgın olarak üsse döndüm. Uçağımı piste indirdim ve bir derin soluk aldım. İşte yüzbaşım, o zaman her şeyi yeniden düşünmeye, yeniden kavramaya başladım. Dank diye uykudan uyandım sanki... İçimden hızla geçirdim olayları. Yahu nasıl olur? Önce uçak tek ki­şilik, yaşlı zat nereye oturur?.. Yanıma kaydı gözüm, hiç kimse yok yüzbaşım! İhtiyar falan yok çevrem­de!.. Şoke olmuşum yerimde. Düşünmeye koyuldum her şeyi yeniden, uçaktan çıkmadan: Hava üssünde, hem de böyle alarmda, sivil bir ihtiyarın işi ne? Uça­ğın yanma kadar nasıl yaklaştı? Peki, nasıl anlıyor­du bu bombalama işinden? Peki nereye bindi? Peki ben nasıl tehlikeyi göze alarak bir sivili savaş zama­nı uçağa aldım? Peki şimdi o nerede? Ya nasıl olduda onun emrine girdim, dediklerini harfi harfine uy­guladım?.. Şimdi yüzbaşım, sizden de her atışın işe yaradığını öğreniyorum. Gerçi kayıtlarda da var so­nuçlar ama, sizin görüş ve anlatışınız, daha da sağ­lam bir görev başarıldığım doğruluyor. Olan bu yüz­başım! Tutup da, bunu, mesela doktora anlatsam, 'Uçuş psikozu' der çıkar işin içinden... Halüsinasyon gördüğünü iddia eder. Şimdi ben sorayım size: Anlatamadığım, aydınlanmasını istediğiniz bir yer var mı?

İlk kez böyle bir şey dinleyen Sedat, donmuştur sanki. Uykudan uyanır gibi kımıldanır:

- Olağanüstü bir şey gerçekten!.. Şaşılası şey!.. Madem sor dedin, sorayım yeni merakımı: Uçaktay­ken, neden sormadın o yaşlı adama, sen kimsin, ni­çin bindin yanıma, niçin gidiyorsun falan?

Gülümser heyecanla Şencan:

- Ben olayı kısaca anlattım size. Zaten demin be­lirttiğim, yani Diyarbakır üssüne döndüğümde, ken­di kendime sorduklarım vardı ya, zihnim açıldığı için düşünüp sorabilmiştim... Oysa o yaşlı baba yanıma geldiğinden itibaren, -ki bunun da sonra farkına vardım- zihnim, nasıl anlatayım, idrakim tutulmuş­tu sanki... Uçaktayken, havadayken yani, asla ka­fam çalışmadı. Çalışmadı derken, nasıl anlatayım, uçağımı falan rahat kullandım. Ancak, asla aklıma gelmedi baba ile ilgili tek soru... Üstelik, sanki uykudaymışım, rüyadaymışım gibiydi her şey, kendiliğin­den oluyordu bensiz. Hem de ben ile... Nasıl anlata­yım, kelimelere sığmaz! Havadayken, hedefteyken, neler yaptığımı, havanın berraklığından tutun da, atışlara varıncaya kadar olan her şeyi, daha sonra kavrayıp tazeleyebildim yüzbaşım!..

Temmuz Çıkartmasından dört yıl sonra, İz­mir'deki bir havacılar seminerinde, Yüzbaşı Şencan Güner, Temmuz 1974 operasyonuna katılmış pilot arkadaşlarıyla karşılaşır. Seminer aralarında, birbir­lerine anlatırlar serüvenlerini. Pilot Güner'in bütün şüpheleri yerine oturur birden.

Meğer şaşıran, aklından zoru olduğunu sanan, bir kendisi değildir. Onun başına gelen olayın daha ilginçleri, başkalarının da başına gelmiştir.

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.60

Değerli Saçlar

11:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir yurt talebisidir Abdurrahman. Çalışkanlığıyla, oturup kalkmasıyla, kılık kıyafetiyle herkese örnek olacak vasıflar taşımaktadır. Fakat her nasılsa o günlerde saçları bir öğrenci için dikkat çekecek kadar uzamıştır.

Yurttaki belletmen ağabeyleri ile anne-babası nasıl olsa kestirir diye bir şey demezler. Fakat saç uzadıkça uzar. Bir gün yurttaki müdür muavini çağırır Abdurrahman'ı.

-Abdurrahman saçlarını kestir artık, epey uzadı. Bir yurt talebesi için bu saçlar epeyce uzun. Anlaştık değil mi? soru­suna Abdurrahman kafasını iki yana sallayarak sessizce hayır cevabını verir. Müdür yardımcısı, "Zaten yarın izne gidecek, babası kestirir." diye düşünür ve fazla üstelemez. Abdurrahman o gün izne gider. Babası ile müdür yar­dımcısı önceden görüşmüştür. Babası yemekten sonra:

-Oğlum, canım evladım! Saçlarını yarın kestirelim, de­yince babasını hiç kırmayan o munis çocuk:

-Hayır, olmaz babacığım, deyip koşarak odasına kapanır. Anne ve baba şaşkın şaşkın birbirlerine bakakalırlar.

Ertesi gün saçlarını kestirmeden öylece yurda gider Abdurrahman. Müdür Bey onu çağırır ve biraz sert konuşur.

-Yarın kestir saçlarını, der ve Abdurrahman, başı önde müdüriyetten çıkar. Yatağına yatar ve gözyaşları içinde sa­bahlar. Sabah aynanın karşısına geçer ve:

-Seni benden ayıramazlar, ayrılmam senden diye saçları ile konuşur.

Okul çıkışı yurda değil evine gider. Annesi, hiç bekleme­diği oğlunu karşısında görünce meselenin halledilmediğini anlar:

-Canım evladım, seni ne kadar sevdiğimizi biliyorsun. Ne olursun beni kırma. Kestir saçlarını, kestir yavrum der.

Annesinin ağlamaklı konuşması karşısında Abdurrahman: -Cennet ayaklarının altında olan annem, canım kadar sevdiğim babam, bir ağabeyim kadar sevdiğim belletmenim, bizleri evlatları kadar seven yurt idarecilerim, bir anlasanız. Ben sizleri kıramam ama beni bir anlasanız...

-Evladım, niye kestirmiyorsun saçlarını, niçin kestirmek istemiyorsun?

-Söyleyemem anne, kestirmek istemiyorum.

-Oğlum, hadi kestir gel saçlarını da yurda gidelim. Sonra yurttan kızarlar. Bizleri daha fazla üzme.

Abdurrahman, çaresizlik içinde gider berbere, kestirir saçlarını. Kesilen saçları da berberde bırakmaz, yanına alır. Evden annesi ile beraber yurda giderler. Mesele hallolmuştur. Yaklaşık bir ay sonrasıdır. Müdür yardımcısı, geceleyin talebelerin defter ve kitaplarını kontrol etmektedir. Sıra Abdurrahman'ın eşyalarını kontrole gelince, kitaplarının birinin sayfalarını çevirince gördüğü manzara karşısında şaşkına dö­ner.

Çünkü kesilen saçlar kitabın arasındadır. Bir talebenin saçına bu kadar değer vermesini anlayamaz müdür yardımcısı. Ama dikkat edince saçların altında bir yazı görür. Okumaya başlar:

"Canım annem ve babamla, çok değerli yurt idarecimin baskısı olmasa bu saçlarımı kestirmezdim. Onlar bilmiyorlar, ben de söylemedim. Yoksa, rüyamda Peygamber Efendimizin (sav) okşadığı o saçları, ömür boyu kestirmezdim.

Affet ya Resulallah! Senin okşadığın o saçları kestirdim. Affet beni, affet, affet!"

Kaynak:İbrahim Refik, Hayatın Renkleri, Albatros Yayınları, İstanbul 2001, s.53