Faydalı Paylaşımlar..

3 Mart 2015 Salı

Seher Misafirleri

13:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Ah şu sabah namazları" diye geçirdi içinden. "Yirmi dört saatlik günün, en nadide dakikalarına yerleştirilmiş. Her vaktin kendine has güzellikleri olmasına rağmen, ışığın zulmete galebe çalış muştusunun, esen yellerle bütün cihana duyurulduğu bu dakikalar, ayrı bir zevk-i ruhani serpiyor uyanık gönüllere.İşte bunun için kutsaldır seher vakitleri ve bu vakitlerin olmazsa olmazı ötelerin esintisi. Ve seher yelleri ruhani bir soluktur o yüce âlemlerden."
Bunları düşünerek ağır adımlarla ilerliyordu ak sakallı, nur yüzlü ihtiyar. Her sabah namaz için evden çıkışında, camiye kadar bunları bir kere daha düşünmeden edemezdi. Camiye geldikten sonra da daha farklı duygulara yerini bırakırdı bu düşünceler.
Caminin avlusundan içeri girer girmez, farklı bir boyuta geçmiş gibi olurdu. Avlu duvarı boyunca sıralanan çam ağaçları, tonu yavaş yavaş açılan lacivertliğin içinde, Hakk'a yürüyen birer nefer gibi dimdik duruyordu. Hele bir de ruhani bir nefes üflercesine esen yeller, dalları arasında şöyle bir geçince, zikrullahla cezbeye gelmiş bir Hakk aşığı gibi sağa sola sallanıp, kulluklarını izhar ediyorlardı.
İhtiyar biraz ilerledikten sonra karşısına çıkan şadırvanı, Mahkeme-i Kübra'da şahit olarak göstermeyi planlardı. Onun için evden abdestli çıksa da, muhakkak bu şadırvandan abdest alırdı. Yaz-kış, sabah-akşam demeden buna çok dikkat ederdi.
Bugün de her zamanki gibi yavaşça şadırvanın taburesine oturdu, kollarını sıvadı, çoraplarını çıkardı. Önce hafif bir soğukluk kapladı vücudunu. Sonra yavaş yavaş üşüdüğünü hissetti. Besmele çekip ellerini yıkamaya başladı. Ağız ve burundan sonra yüzünü, kollarını yıkarken artık yüreğinin de titrediğini fark etti. Bu üşüme bu titreme tarif edilmez bir haz verirdi ihtiyara. "Dünya nimetlerinden hiçbirisinde bu haz yakalanamaz."diye düşünürdü. Dudakları "Allah'ım beni bağışla, yerimi genişlet, rızkımı mübarek kıl" diye fısıldıyor, nefesi buğu buğu bulutlara doğru kanatlanıyordu... Ayaklarını da yıkayıp kalktığında, 'vefalı şahidim' dediği şadırvana muhabbetle baktı.
Mendiliyle elini yüzünü kurulamak için kenardaki oymalı tahta tabureye oturur oturmaz, müezzin efendinin Davudî sesi çınlattı caminin avlusunu. "Allahü ekber, Allahü ekber..." Vücuduna elektrik verilmiş gibi hissetti, kımıldayamadı. Bu ses gönlündeki ve gözündeki perdelerden birini daha çekti aldı sanki. Bir süre öylece kaldı. Elleri ve yüzü sabah rüzgârının tesiriyle kurumuştu. Mendilini cebine koydu.
Az önce caminin avlusunu çınlatan bu sesin, avludan taşıp bütün arzı ve semayı nasıl doldurduğunu gördü. Bu sesle birlikte adeta kıyamda duran çam ağaçlarının rüku ve secdelerine şahit oldu. Ezanla beraber birden avluyu dolduran kuş cıvıltılarındaki "Ya Allah Ya Rahim, Ya Allah Ya Kerim" dualarını işitti. Dayanamadı, gözlerini kapadı; birden bütün kainatın bir halka-yı zikre dönüştüğünü gördü. Çam ağaçları, kuşlar, böcekler, otlar, taşlar, topraklar... "Aman Allah'ım!" dedi. Bütün gök, bütün yer, her şey çınlıyordu. Boğazın suları kabarmış "Yâ Cebbâr" deyip kendini sahildeki taşlara vuruyor, ortaya çıkan ses diğer seslere karışıyordu. Kuşların zikri o kadar artmıştı ki, ihtiyar bütün insanların bu seslerle uyanacağını düşünüyordu. Nasıl uyanılmazdı ki; bütün kainat "Allah!"nidalarıyla titriyordu.
Ama henüz hiçbir insanla karşılaşmadı. Niye kimse yok, niye insanlar bu sesleri duymuyor diye hayıflanırken, caminin avlu kapısından içeriye nur yüzlü bir zat girdi. Arkasında da bir birinden güzel on-on beş kadar insan vardı. Birden heyecanlandı ihtiyar. Yıllardır bu camiye sabah namazına gelir, imam ve müezzinle beş kişiyi geçmezdi cemaat. Her namazda bunun için üzülür, bunu için ağlar ve yalvarırdı Allah'a. "Ya Rabbi! Namaz kılmayan kullarına namaz kılmayı, cami yolunu bilmeyenlere de camiye gelmeyi nasib et."derdi. İşte duaları kabul olmuştu. Her duaya karşılık vereceğini vaad eden Allah gönlünün sesine dudaklarının yanık feryadına karşılık vermişti.
Kutlu misafirler, selam verdiler ihtiyara. Başlarındaki nur yüzlü zat ne güzel tebessüm ediyordu. Ne güzel bakıyordu tâ gözlerinin içine. Yavaşça ayağa kalktı. Konuşmak istedi ama sesi çıkmadı! O zat ve arkadaşları avluya yöneldi, şadırvandan abdest aldılar ve çam ağaçlarına doğru yürüdüler. Grubun başındaki zat konuşuyor, bir şeyler söylüyor gibiydi ağaçlara. Ağaçlar rüzgâra rağmen hiç sallanmıyor, uslu talebeler gibi muallimlerini dinliyordu sanki. Sonra o güzel insan döndü, yerdeki güvercinlerden birini aldı okşadı, güvercine bir şeyler söyledi, geldi ve ihtiyarın önünde durdu. İhtiyar bayılacak gibi oldu, ağzı kurudu, zaten pek sağlam olmayan kalbini kesin duracak zannetti. Nur yüzlü zat, güvercini bir kez daha öpüp ihtiyarın eline verdi. Kuşu eline verirken ihtiyarın elini de hafiften sıkıp, dünyada eşi-benzeri olmayan bir gülümseme ile baktı gözlerine. Yaşlı adamın beyni karıncalandı, ayaklarını hissetmiyordu. Ne bastığı yerin, ne soluduğu havanın, hiçbirinin, hiçbir şeyin farkında değildi.
O nurani çehre elinde kuş olan ihtiyara baktıktan sonra camiye yöneldi. Birbirinden mübarek diğer arkadaşları da onu takip etti. Hepsi tek tek ihtiyarın önünden geçti, geçerken de sıcacık gülümsüyordu her biri.
Onlar camiye girerken o sevincinden uçuyordu. Böylesi bir cemaatla (her sabaha nazaran daha kalabalık bir cemaatla) namaz kılacak olmak ihtiyarın heyecanını biraz daha arttırdı.
Camiye girmek için tam adımını atacakken ellerinin arasında bir kuşun çırpındığını gördü. İhtiyar birden silkindi, derin bir uykudan aniden uyanır gibi oldu. Gözlerini açıp sağa sola baktı. "Benim gözlerim hep kapalı mıydı ?"diye geçirdi içinden. "Ama nasıl olur? Bir rüya mıydı bütün bu gördükleri? İyi ama uyanıkken de rüya görülmez ki" diye düşündü, kendini sorguladı. Gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğu çelişkisinden henüz kurtulmuş değilken, avucundaki kuş titremeye başladı. "Peki bu kuş nasıl, nereden geldi avuçlarıma?"diye kendi kendine sordu. Uyanıktı, ayaktaydı; az önce o güzel insanların camiye girdiği merdiven basamaklarının üzerindeydi... Beynini gerercesine düşündü, içinden çıkamadığını görünce düşünmekten vazgeçip, kuşu avucundan yere bıraktı, ayakkabılarını çıkarıp camiye girdi. Yüzünde mânâlı bir tebessüm oluştu, içi kıpır kıpırdı. Derin bir nefes alıp caminin içinden gelen o tarif edilmez güzellikteki kokuyu içine çekti ve ciğerlerini onunla doldurdu.
İmam efendi namazı kıldırmak için hazırlıklarını tamamlamış bekliyordu. Yaşlı adamı görünce: "Gel Abdullah Amca, gel bugün de biz bize kaldık. Hava soğuk diye galiba kimse gelmedi" dedi. "Sen öyle zannet"diye içinden geçirdi ihtiyar. Önce imama sonra zahiren boş görünen ilk safa baktı. Her zaman namazlarını kıldığı ilk safta değil de bir arkaya geçti. Gözlerinden akmak için sabırsızlanan yaşları tutmaya gerek görmüyordu artık. Ve salıverdi onları yanak yamaçlarından ak sakallarına doğru. Bu kutlu misafirlerle beraber, Allah'a doğru kanatlanma adına "Allahü ekber"diyerek aldı tekbirini. Tekbirlerle beraber gördüğü Hakk'a doğru yavaş yavaş açılan ışıktan bir koridordu...
Kaynak: Afife Eren - Yağmur Dergisi

Her İşte Bir Hayır Vardır

12:43:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Soğuk bir kış sabahı sahilde bulunan küçük bir koydan bir balıkçı filosu denize açıldı. Öğleden sonra büyük bir fırtına koptu ve gece olduğunda balıkçı teknelerinden hiçbirisi limana dönememişti.
Bütün gece boyunca eşler, anneler, çocuklar ve sevgililer ellerini oğuşturup, kaybolan sevdiklerini kurtarması için Allah'a yakararak rüzgara açık kıyıda bir aşağı bir yukarı dolandılar.
Bu berbat durumda, bir de kulübelerden birinde yangın çıktı, Erkekler olmadığı için yangını söndürüp kulübeyi kurtarmak mümkün olmadı.
Ancak gün ışıdığında, herkesin sevinçle gördüğü gibi balıkçı teknelerinin tümü de sağlam olarak limana döndü.
Fakat, orada ümitsiz bir kişi varda. Bu kişi yangında evi kül olan adamın eşiydi.
Kocası karaya çıkarken şöyle bağırıyordu:
- "Aman Allah'ım, mahvolduk! Evimiz, içindeki herşeyle birlikte yangında kül oldu!"
Adam ise, kadını şaşırtan şu sözleri haykırdı:
- "O yangını verene şükürler olsun! Yanan kulübemizin ışığı sayesinde bütün tekneler yolunu buldu ve sâlimen limana döndük."
Kaynak: Anonim

Hiç Kimse Geçmişini Unutmasın

12:18:00 Posted by Mücahid Reis No comments


 Atalarımız bazı doğruları vecizeleştirip bizlere hediye etmişlerdir. Bunlardan biri de malumunuz: "Aslını inkar eden haramzâdedir." sözüdür. Bugün sizlere, bir aslını inkar etmeme olayı arz edeceğim.

    Ola ki, siz de ibretle okuya, hayretle düşüne ve aslınızı unutmama konusunda düşüncenizi perçinlemiş bulunasınız.

* * * * * * *


    Efendim, on sekizinci asrın başlarında İstanbul'dayız. Avcı Mehmet diye bilinen Sultan IV. Mehmed'in annesi Turhan Sultan, İstanbul'da bir gezintiye çıkar. Bir ara bugünkü Unkapanı Köprüsü'nün Galata'ya varan ucundaki Azap Kapı'ya da uğrar. Oradan Galata tarafına geçmek isterken Sokullu Mehmet Paşa Camii'nin bulunduğu yerde bir kızcağızın oturmuş, gözyaşı döktüğünü görür. Yaklaşır, bakar ki, çocuğun önünde kırılmış bir testi var.

    Şefkatle seslenir:

    - Yavrucuğum niçin ağlıyorsun, boşuna gözyaşı dökme. Kırılan testi olsun. Sil gözünün yaşını. İşte sana testinin parası. Hemen yenisini al.

    Kızcağız yaşlı gözlerini silerek baktığı Turhan Sultan'a titrek sesle cevap vermeye çalışır:

    - Ben der, testi kırıldığı için ağlamıyorum. Sabahtan beri iplik gibi akan su başında bekleyip de doldurduğum testinin suyunu hizmetçilik ettiğim eve götüremeyecek kadar beceriksizlik gösterdiğim için ağlıyorum.

    Turhan Sultan bu cevaptan çok memnun olur. Orada kızcağızın kim olduğunu soruşturur. Ana-babadan yetim bir öksüz olduğunu, hayırsever bir ailenin yanında karın tokluğuna hizmetçilik ettiğini öğrenir. Hemen gidip kızcağızı aileden ister, saray terbiyesine alır.

    Fevkalade bir öğrenim kabiliyetine sahip olan öksüz kızcağız, kısa zamanda inkişaf eder, her konuda sarayda örnek bir hanım haline gelir. Öylesine itibar kazanır ki, onu hayırseverin evinden alıp saraya getiren Turhan Sultan, padişah hanımı olmaya bile layık görür ve nitekim Sultan Mustafa (II) ile evlendirir. Böylece Saliha Hanım, Saliha Sultan unvanını alır, Hanım Sultan olur.

    Aradan geçen zaman içinde dünyaya getirdiği oğlu Mahmud (I)'in de padişah olması sebebiyle bu defa da Saliha Sultan'lıktan yükselir Valide Sultan olur.

    Ne var ki, Saliha Sultan, Valide Sultan'lığa terfi ettiği halde geçmişini asla unutmaz. Öksüzlüğünü, hizmetçiliğini, hatta kırdığı testinin başında ağlarken elinden tutulup da böylesine eşsiz bir mevkiye çıkışını, hep düşünür.

    Bir gün çevresiyle birlikte testisini kırdığı, başında gözyaşı dökerken elinden tutulup da saraya getirildiği yere gider. Sessizce yine gözyaşı dökmeye başlar. Meraklananlar sebebini sorarlar. O da geçmişteki olayı onlara açık seçik anlattıktan sonra emrini verir:

    - Testimin kırıldığı bu yere öyle bir çeşme yapılsın ki, asırlar geçsin; ama çeşmenin suyu bitmesin, sanatı gözden düşmesin. Testisini kıran kızlar bir daha dolduramam diye gözyaşı dökmesin. Su bol aksın.

    - Sonra ne mi olur? Öylesine bir sanat eseri büyük çeşme yapılır ki, aradan asırlar geçer, çeşme halen sanatındaki eşsizliği korumakta, çevreye de su hizmeti vermektedir.

    Unkapanı Köprüsü'nün Karaköy başında Sokullu Mehmet Paşa Camii'nin yanındaki çeşmeyi bugün olanca ihtişamıyla görmeniz mümkündür.

    Demek Saliha Sultan geçmişini unutmamış. Valide Sultan'lığa terfi etmesine rağmen hizmetçilik ettiği günleri mukayesesiyle yaşamıştır. Bu yüzden yaptırdığı çeşmesiyle, ben burada testi kıran bir hizmetçi kızdım demek istemiş, kendinden sonra gelenlere örneklik etmiştir.

    Evet, siz de unutmayın geçmişinizi, yokluk, sıkıntı ve ıstırap dolu günlerinizi ve şu anda sahip olduğunuz imkanlarınızla yapmanız icap eden hizmetlerinizi...

    Bilmem bir şey anlatmış oldum mu?

Yazar: Ahmed Şahin 19.03.2001

Geç Kalınmış Bir Pişmanlık

02:59:00 Posted by Mücahid Reis No comments

1994 Eylül'ünün sonları... Serin bir sabah... İzmir yönünden Balıkesir'e yaklaşan bir otobüs, şehrin girişindeki inşaat malzemeleri satan bir dükkânın önünde durdu. Otobüsten, uzun boylu bir genç indi. Elindeki valizden ve tedirgin bakışlarından, buranın yabancısı olduğu anlaşılıyordu. Gömleğinin cebinden çıkardığı kâğıdı dikkatle inceledi. Aradığı adrese ulaştığını görünce, yüzünde hafif bir tebessüm dalgalandı. Kapıdaki görevliden, aradığı kişinin içeride olduğunu öğrenince, sevinci bir kat daha arttı. Heyecanla titreyen eli, büronun tokmağına dokundu:
—Giriniz lütfen, kapı açık!
—İyi günler! Mustafa Bey, Denizli'den asker arkadaşınız Oktay Bey gönderdi. Size şu notu iletmemi istedi.
Mustafa Bey, eski bir dostu hatırlamaktan son derece memnun olmuştu. Ama, "Bu gence,
maddî yönden sahip çıkın!" notunu da okuyunca, biraz tedirginleşti. Evet, "ekonomik yönden sıkıntı içinde olan, hem siması hem de yüreği temiz öğrenciler" için yardım ediyor, hattâ yardım bile topluyordu. Karşısındaki gence, bu düşüncelerle bir kere daha baktı. "Saçları jöleli... Üzerine tokaları şıkırdayan dar bir kot takım giymiş; üstelik, sigara da kokuyor." diye düşündü. Arkadaşının, nasıl olup da böyle birine sahip çıkmasını beklediğini anlayamamıştı. Yardım eli uzatılması gereken nice Anadolu delikanlısı dururken... Neyse, görünüşü tuhaf bu genci gözü tutmadığı için, hemen cevap vermektense gencin durumunu araştırmayı düşündü. Ona şimdilik sadece telefon numarasını verip; 'Sen şimdi git yurda yerleş, bir gelişme olursa, ben sana ulaşırım.’ dedi.
Daha sonra Denizli'deki arkadaşını arayıp genç hakkında geniş bilgi edinmeyi düşündü; fakat işlerinin yoğunluğundan buna bir türlü fırsat bulamadı.
Günler geçip gidiyordu. Bir iki gün sonra, aynı genç yine dükkâna geldi. Mustafa Bey, dükkânın içinde koşuşturup işçilere talimat yağdırırken, genci ihmal ettiğinin farkına bile varamıyordu. Gencin daha sonraki gelişlerinde de Mustafa Beyin işleri dolayısıyla gençle ilgilenmeyişi tekrarlanınca genç artık uğramaz olmuştu. Mustafa Bey, Denizli'deki arkadaşını bir vesileyle aradığında arkadaşı genci sormuş ve onun hakkında bazı bilgiler vermişti. Mustafa Bey, yaptığı hatayı anlamıştı; çünkü genç aslında temiz ve izzetine düşkün, arayış içinde, sahip çıkılması gereken ve istikbal vaat eden biriydi. Mustafa Bey, bunun üzerine genci birkaç gün aradı; fakat bulamayınca bir daha üstüne düşmedi.
Bu hâdisenin üzerinden uzun bir zaman geçti.
1999 Haziran'ında, sıcak bir Balıkesir akşamı... Mustafa Beyin dükkânına, iyi giyimli birisi geldi:
—İyi günler! Şehrin dışında yaptırdığım villa için, acilen alçıpene ihtiyacım var.
—Peki efendim. Şimdilik siparişinizi alalım pazartesi getiririz.
—Ama malzemeler yarın lâzım. Eğer getirirseniz, hem nakliye masrafınızı karşılar, hem de yüklü bir avans verebilirim.
Bu acil ve kârlı siparişi kaçırmamanın tek yolu, kamyonete atlayıp İzmir'e gitmekti. Nitekim o da, bunu yapmaya karar verdi.
Mustafa Bey, dükkânını kapayıp evine gitti. Akşam yemeğinden sonra, kamyonetiyle yola koyuldu. Şehrin 10 km kadar dışında karanlığın koynuna doğru ilerliyordu. Biraz sonra, üniversitenin önündeydi. Az ileride birisi, "oto-stop" çekiyordu. Yaklaşınca, yavaşlayıp oto-stop çeken kişiyi şöyle bir süzdü: Sırtındaki çantası ve tuhaf kıyafetiyle, bir ‘ucube’yi andırıyordu. Üstelik, uzun ve boyalı saçlarından, kız mı, yoksa erkek mi olduğu anlaşılamıyordu. "Hey babalık! Beni de alsana arabana!" deyince, erkek olduğunu anladı. Kendi kendine, "Terbiyesiz!" diye söylenerek, tekrar gaza yüklendi. İki yüz metre gitmemişti ki, içinden bir ses, "Dön ve o genci arabana al!" diyordu. Önce önemsemeyip, yoluna devam etmek istedi. Ama içindeki ses, daha kuvvetli bir şekilde, aynı çağrıyı tekrarladı. Durdu, geri dönüp genci arabasına davet etti. Lâkayt bir tavırla koltuğa yerleşen genç, alkol kokuyordu. Genç hafif bir sırıtmayla teşekkür etti sadece. Yola devam ederlerken Mustafa Bey, gencin makine mühendisliğinin uzatmalı beşinci sınıfını okuyan Denizlili biri olduğunu öğrendi. Bu duruma bayağı keyiflenmişti. Aklına, Denizlili arkadaşı geldi. Gence, bu arkadaşından bahsetmeye başladı. Karşısındaki gencin yüzünde birden soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Genç sanki, şok geçiriyordu. Tam bu sırada:
—Durdur şu arabayı, durdur diyorum sana! Hemen inmem gerekiyor!
Mustafa Bey, şaşırmıştı. Ne oluyordu böyle? Acaba, karşısındakini kıracak bir sözü veya davranışı mı olmuştu? Onun gönlünü almaya çalıştı. Ama, ısrarına rağmen, gencin inme isteğinin önüne geçemedi. Gecenin karanlığında, bir ağaç kümesinin dibinde arabasını durdurmak zorunda kaldı. Genç, öfkeyle kendini dışarı attı. Mustafa Bey, ısrarla aynı şeyi soruyordu:
—Bari, niye inmek istediğini söyle!
Gencin, lâkayt tavrından eser kalmamıştı. Sesinde, yıllar öncesinden kaynayıp taşan bir öfke gizliydi:
—Bak bana, iyi bak! Beni tanımadın değil mi? Beş yıl önce kapına gelip senden yardım istemiştim. Sen ise, orada olduğun hâlde kendine yok dedirttin!
Mustafa Bey, şaşkınlıktan donakalmıştı. Kısa süreli bir düşünce felci geçiriyor gibiydi. Kendini toparlayıp, gencin hâlinden pişmanlık duyarak ondan özür dilemek istedi. Yalvarmalarına rağmen genç, karanlığın içinde kaybolup gitti. Bir süre peşinden gitmiş ama yetişememişti. İzmir'e gitmekten vazgeçip, her yeri didik didik aramaya koyuldu. Gencin gidebileceği her yere baktı. Sanki genç, yer yarılıp da içine girmişti. Ne yaptıysa, bir türlü ona ulaşamadı. Eve geldiğinde, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yıllar önce yaptığı bir ihmal, onun içini kurt gibi kemiriyordu.
Günler, ağır aksak da olsa, geçiyordu. O gecenin üzerinden henüz on beş gün geçmişti. Mustafa Bey, içini kemiren o büyük pişmanlıkla, her geçen dakika mum gibi eriyip tükeniyordu. O sabah da işine erken gelmişti. Kapıdaki görevliye selâm verip, odasına geçti. Biraz sonra kapıdaki görevli, sabah çayıyla simidini ve gazetesini getirdi. Görevli henüz kapıya varmamıştı ki, bir gürültüyle irkildi. Arkasına baktığında gazetenin üzerine yığılan Mustafa Beyi gördü. Koşup Mustafa Beyi kaldırdı, odadaki kanepeye yatırdı. Masadaki gazetinin baş sayfasında, kanlar içinde bir gencin büyük boy fotoğrafı vardı. Altında da, bütün olup biteni özetleyen şu cümle yazılıydı: "Makine mühendisliği 5. sınıf öğrencisi genç, oto-stop çekerken, kendisine çarpan bir aracın altında, fecî şekilde can verdi."
Kaynak: Veysel ERGİN / Hikaye - Mayıs 2005 Sızıntı Dergisi

İmhaldeki Sır

02:39:00 Posted by Mücahid Reis No comments

İki büyük hastahaneye ve şehirler arası otobüs terminaline yakın olması hasebiyle bu durakta gün boyu kalabalık eksik olmazdı. Otobüs durağına yakın olan minibüs durakları, kalabalığın daha da artmasına sebep oluyordu. Hastalar ve hasta yakınları her gün değişse de, bizim gibi dört mevsim aynı saatlerde burada araba bekleyenler birbirinin simasına âşina olmuştu.
Durağa yakın büyük köprünün altında yaşayan, her gün aynı saatlerde görmeye alıştığımız bir sakini daha vardı buranın. Onunla ilk defa yüz yüze gelen biri, âni bir ürpertiyle sarsılır ve hızla oradan uzaklaşırdı. Köprünün durağa uzak bir yerinde çöpten topladığı kolilerden kendine barınacak bir yer yapmış, yaz-kış orada yaşayan bu adamı ilk gördüğümde ben de irkilmiştim. Zamanla onun bu aykırı görüntüsüne alışmıştık. Aslında kimseye bir zararı yoktu. Her sabah biz otobüs beklerken, o da duraktaki büfenin önüne gelir, büfecinin kendisine plâstik bir bardakta vereceği çayı sessizce beklerdi. Bazen de çayla birlikte bir ekmek parçası düşerdi nasibine. Tepkisi hiç değişmezdi. Her zaman, geldiği gibi, kalabalıklar arasından sessizce süzülür giderdi. Birçokları gibi ben de onun etrafında cereyan eden hâdiseleri merak ederdim. Ne sabah işe yetişme telâşı yaşayanlar, ne akşam bineceği otobüsü bekleyenler onu zerrece alâkadar etmiyordu. Toza toprağa bulanmış yüzünde hep aynı donuk ifade vardı.
Saçı sakalı birbirine karışmış bu adamın bir gözü âmâydı. Bu hâl onu daha korkunç yapıyordu. Alnı, yüzü ve çıplak ayakları, kirden toprak rengini almıştı. Birbirine karışmış yağlı saçları omuzlarına sarkıyordu. Ne zamandır suya, sabuna dokunmuyordu kim bilir? Sırtından yaz-kış eksik etmediği palto lime lime olmuştu.
Bacaklarında ise dizleri parçalanmış, yamaları sarkmış, kirden kayışlaşmış bir pantolon vardı. Bazen büfeciyle bir müşteri, bazen de durakta sırasını bekleyen minibüs şoförleri aralarında onun nasıl bu hâle geldiğini konuşurdu:
“Hasımları; eşini ve çocuklarını gözünün önünde öldürmüşler. O yüzden aklını oynatmış zavallı.”
“Yok yok öyle değil. Evi-barkı çoluk çocuğuyla beraber yanmış. O yangından sonra böyle olmuş…” Bu felâket senaryolarına, bazen işyerinin bütünüyle yandığı, bazen bütün ailesinin depremde enkaz altında kaldığı şeklinde ilâveler olurdu. Hâdiseye kara sevda cephesinden yaklaşanlar da yok değildi: “Çok sevdiği biri varmış; ama kavuşamamışlar zavallılar!” Bu söylenenlerden hangisinin ne derece doğru olduğu bilinmezdi. Bilinen tek hakikat; halife olarak yaratılan, varlık ağacının en mükemmel meyvesi insanın duçar olduğu bu ibretlik tabloydu.

O gün durağa geldiğimde, onu büfeciden aldığı çayı içerken gördüm. Çayını bitirdikten sonra büfecinin dışarıya bıraktığı karton kolileri koltuğunun altına alarak, barınak olarak kullandığı köprü ayaklarına doğru ilerleyen adam, birden, köprüden, bizim bulunduğumuz durağa inen merdivenlere bakışlarını sâbitlemiş, öylece kalakalmıştı. Her gün yüzlerce insanın kullandığı merdivenlerde ilk defa birilerini fark etmişti. Bu hâli onu tanıyan ve orada bulunan herkesi şaşırtmıştı. İster istemez bakışlarımız ona çevrildi. Koltuğunun altındaki koliler yere düşmüştü. Dehşetle açılmış tek gözü, merdivenlerden inen biri ihtiyar, diğeri genç iki çiftin üstünde takılı kalmıştı. Kendi hâlinde bir ihtiyar, bir de genç çift ellerinde çantalarla durağa geliyordu. Gelenleri daha önce bu durakta hiç görmemiştim; fakat pejmurde adamın gelenlerden bazılarını tanıdığı anlaşılıyordu.
Adam gelenlerin önüne geçip el ve kollarını açarak inleme yalvarma arasında garip sesler çıkarmaya başladı. Konuşamadığı için ne dediğini anlayamıyorduk. Gelenler adamı birden bire karşılarında bu şekilde görünce korku içinde durakladılar. Kadın imdat dileyen bakışlarla kocasının koluna sarıldı. Genç adam ise sabah sabah karşısına çıkan bu garip adama bir mânâ veremiyor, dikkatini ondan ayırmadan ‘yardım edin’ dercesine bakışlarını ara ara bizlere kaydırıyordu. Yalvarır gibi sesler çıkaran bu garip adamın sağlam olan gözünden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Genç adamla göz göze geldiler. Genç adam kirli saç ve sakallar arasından gözlerine çevrilmiş tek göze dikkatle bakınca tanımıştı adamı. Genç adamın dudaklarından hayret ve şaşkınlık ifade eden, “Tamer Bey siz misiniz?” sözleri döküldü. Ardından “Evet, evet sizsiniz. Ama Allah’ım ben ne yapmışım?!..” sözleri etrafa yayıldı. Pejmürde adam, “Evet!” mânâsında başını öne eğdi. Ağlaması devam ediyordu. Bu durum orada hâdiseye şâhit olanları hüzünlendirmişti.
Birkaç saniye içinde olup bitenleri anlamaya çalışıyorduk ki; genç adam elindeki çantaları yere bırakarak yandaki sokağa daldı. Ne anne-babasının, ne de eşinin bir şey demesine fırsat vermişti. Sadece, “Allahım ben ne yapmışım?!..” dediğini anlayabilmiştik. Garip adam da geriye dönerek yolun karşısına doğru koşmaya başladı.
İsminin Kâşif olduğunu öğrendiğimiz genç az sonra geri geldi. Nefes nefese kalmıştı. Ondan neden kaçarcasına gittiğini ve ismi Tamer olan bu garip adamın hikâyesini anlatmasını rica ettik.
Yıllardır aramızda dolaşan meçhul adamın sır perdesi aralanacaktı. Büfeciden aldığımız sandalyelere oturup anlatılanları merakla dinlemeye başladık. Durakta sıralarını bekleyen minibüs şoförleri de yanımıza gelmişti.
Tamer Bey, Kâşif Bey’in yıllar önce çalıştığı fabrikanın personel müdürüymüş. İşçilere her konuda müsamaha gösterir yardımcı olurmuş. Ama iş namaz kılmaya, Kur’ân-ı Kerîm okumaya gelince, çok acımasız davranıyormuş. Öğle paydosu sırasında dahi ibadetlerini yapmaya gayret edenlere, mâni olmaya çalışırmış. Sigara ve çay molası verildiğinde, bilhassa ibadet edenleri takip eder, namaz kılan birini gördüğü veya duyduğu anda mesai kesme cezasını acımadan yazarmış. Bununla kalmaz, en ağır işleri de onlara yaptırırmış. Ramazan ayı geldiğinde, Tamer Bey oruç tutulmasını engellemek için, her yolu denermiş. Yine de işçilerin pek çoğu oruçlarını aksatmadan tutarlarmış. Kâşif Bey çocukluğunda birkaç sene hafızlık eğitimi almış; ama babasının tayini dolayısıyla hafızlığını tamamlayamamış. Ramazan ayı aynı zamanda Kur’ân ayı sayıldığından, öğle yemeği saatinde işçilerle mukabele okumaya karar vermişler. Ustabaşı bile bu teklifi memnuniyetle kabul etmiş. Tamer Bey’den çekinse de fırsat buldukça kendisi de onlara katılıyormuş. Bir hafta geçmemişti ki, Tamer Bey hâdiseyi duymuş, Kur’ân okuyan işçileri suçüstü(!) yakalamış.
Kâşif Bey’in anlattıklarını dinledikçe bir yandan hayretimiz artıyor, diğer yandan da bir an önce neticeyi öğrenmek istiyorduk. Vicdanımız, Tamer Bey’in yaptıklarının yanına kâr kalmaması gerektiğini söylüyordu.
“O günü hayatım boyunca unutamadım.” diyerek anlatmaya devam etti Kâşif Bey. “Az önce de, o gün yaptığım büyük bir hatadan tövbe etmek için en yakın camiye koştum. Tamer Bey o gün bize bir sürü hakaretler yağdırdı. Ne irticacılığımız kaldı, ne de yobazlığımız. Hâlbuki biz sadece Rabb’imizin Kelâmı’nı Ramazan ayında biraz daha fazla okuyarak ibadetimizi yapmaya çalışıyorduk. En son bizi rejim düşmanı ilân edip, Kur’ân-ı Kerîm’e ağır hakaretlerini sürdürünce dayanamadım söze karıştım.
‘Tamer Bey kendinize gelin! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Allah kelâmı olan Kur’ân’a hakaret ediyorsunuz. Çarpılıp kalacaksınız şimdi.’ Biz atadan dededen böyle duymuştuk. İşte o anda gözü dönmüş bir vaziyette Kur’ân-ı Kerîm’i elimden aldığı gibi bağıra çağıra odasına yöneldi. ‘Gelin benimle. Hepiniz gelin. Gelin de nasıl çarparmış görelim bakalım.’ diyordu. Onunla beraber odaya girdik. Tamer Bey’in yaptıklarını dehşet içinde izliyorduk. Donmuş kalmıştık. Odasındaki dolaptan eksik etmediği şişedeki içkiyi elinde tuttuğu Kur’ân-ı Kerîm’in üstüne bir anda boşalttı. İğrenç bir içki kokusu yayıldı odaya. Hiçbirimiz bir şey yapamamıştık. Tek tesellimiz, o anda bu adamın yaptığının karşılığını hemen göreceğine olan inancımızdı. O zevkten elleriyle karnını tuta tuta kahkahalar atıyor, ‘Hani ne oldu çarpmadı işte. Ben size göstereceğim demedim mi?’ şeklindeki alaylı sözleri odanın duvarlarından yansıyıp kulaklarımızda çınlıyordu. Bırakın bu eski kafalılığı. Aydınlık düşünceye gelin. Bilimin gerçeklerine inanın artık!”
Kâşif Bey bir an soluklanmak için duraklayınca hepimiz gayriihtiyarî nefret dolu bakışlarla çöp adamın az önce gittiği yöne baktık. Kâşif Bey son cümlelerini ayakta tamamladı; sesindeki eziklik hissediliyordu: “O gün ben de dâhil, hepimizin inanç ve itikadı yara almıştı. Ne namaz kaldı sonraları, ne de Kur’ân okuma hevesi. Bazılarımız ibadetlerine devam etti belki; ama o günkü iğrenç tablo aklımızın bir köşesinde yer etmiş habis bir ur gibi inancımızı karartmıştı. Ben daha sonra o fabrikadan ayrılıp başka bir şehre çalışmaya gittim. Kaç senedir gelmemiştim buraya. Düğün vesilesiyle geldik. Az önce köprünün üstünde şehirler arası otobüsten indik. Merdivenlerden durağa gelirken Yüce Allah (cc) bu adamı karşıma çıkardı. Mukaddes Kitab’ına hakareti reva göreni daha dünyada ne hâle getirdiğini kör gözüme gösterdi. Gördüğüm manzara inanç dünyamda ayaküstü müthiş bir ameliyat-ı cerrahiye yaptı ki, Yüce Rabb’ime ne kadar şükretsem azdır. Bu aslında Kur’ân-ı Kerîm’in bir mu’cizesi arkadaşlar. Cebbâr ve Kahhâr olan Allah (cc) yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e yapılan bu hakareti yapanın yanına kâr bırakmamış. Ben ise ibadetsiz itaatsiz geçen senelerime yanıyorum şimdi.”

O gün işe bir hayli geç kalmıştım; ama ömür boyu unutamayacağım ibretlik bir hâdiseye şahit olmuştum. Yol boyunca Kur’ân-ı Kerîm ile olan meşguliyetimin sadece bazı gün ve gecelerde değil ömrümün her anında olması gerektiğinin muhasebesini yaparak iş yerine ulaştım. O gün o durakta dinlediklerim hayatımın kalan kısmında en sâdık yâren olması için dua ettiğim Kur’ân ile tanışmama vesile oldu. O günden sonra, Tamer Bey’i bu durak civarında kimse görmedi. Bu hâdise, İlâhî adaletin “imhal ettiği (zâlimlere mehil ve süre verdiği) fakat asla ihmal etmediği” hakikatini bir defa daha açıkça gösteriyordu.

Kâşif Bey, daha sonra eski mesai arkadaşlarından, Tamer Bey’in, zimmete para geçirme ve ahlâksızlık gibi birçok yüz kızartıcı hâdiseye de karıştığını öğrendi. Bu hâdisenin akabinde, Kâşif Bey ibadetlerine özen göstermeye, ezkâr ve evradına dikkat etmeye başladı. Emekliliğinde de bütün vaktini, hizmetlerini takdir ettiği temiz, güzel ahlâklı, fedakâr insanlara İngilizce öğretmek için harcadı. Mekânı cennet olsun!
* Merhum Kâşif Acan Bey’in yaşadığı ibretlik bir hâdise.
Kaynak: Ruhi ERİŞ / Hikaye - Mart 2007 Sızıntı Dergisi