"Siz Allah'ın dinine yardım edin ki, Allah da size yardım etsin."
(Muhammed Sûresi, 33)
İslâm'ın nûruyle aydınlanmış bir sîmâ, Allah'ın dinine yardım ettikçe gençleşen bir yürek: Kazakistanlı Orazgül hanım !.. Yaşı altmış yedi, ama görenleri şaşırtacak derecede genç ve dinç!.. İslâm dininin Kazakistan'da yayılması için büyük bir gayret sarfetmiş ve hâlâ bütün himmetini buna sarfediyor. Onu tanıdıkça, bir insanın bu kadar kısa sürede tek başına neler yapabileceğinin şâhidi olduk. Her şeyin bir kişiyle nasıl başladığını, Allah Teâlâ'nın gayret ve samimiyete ne sûretle bereket verdiğini gözyaşlarımızla yüreklerimizde hissettik. Buyrun siz de tanışın Orazgül Hanım 'ın İslâm heyecânıyla…
Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Orazgül, yaşım 67. Çimkent'te oturuyorum. Bizim memleketimiz Kazakistan yetmiş yıl komünist rejimi altında kaldı. Kazakistanlı müslümanlar kendi kimliklerini kaybettiler. Hemen hepsi ateist ve komünist oldu. Ben de komünist idi. Resmî olarak da hükümet ve devlette de vazifelerim vardı. Taşkent'te Orta Asya Politika Üniversitesi'nde, ardından Gıda Mühendisliği Fakülteleri'nde okudum. Komünist Parti'ye girdim. Dedem mollaydı, ben komünist!.. Bir çark içine girmiştim ve artık dışarıdan başka birisinden hiç etkilenmiyordum. Günümü gün ediyor, hayatın her türlü zevkini çıkarmaya çalışıyordum. Domuz etini ve sucuğu yer, içkiyi rahat ve bolca içerdik. Eşim seyyid soyundan geliyordu, ama o benden de beterdi. Yıllarımız, hayatımızın çoğu böyle geçti.
İslâm'la nasıl tekrar tanıştınız?
1989 yılında eşimle birlikte Özbekistan'a yaptığımız bir seyahat esnasında elimize Özbekçe “Binbir Hadis” kitabı geçti. O zamana kadar hiçbir dînî kitab görmemiştik. Kazakistan'da böyle dinden, Peygamber Efendimiz'den bahseden bir eserle hiç karşılaşmamıştık. Merak ettik. Hemen okumaya başladık. Ben kitabı elimden bırakınca eşim alıyor, o bırakınca ben alıyordum. Âdeta okuma yarışına girmiştik. Sabaha kadar durmadan okuduk. Çok etkilenmiştik. Kitap bitince birbirimize döndük ve:
“-Hayat bu kitaptaymış ve bizim hiç haberimiz yokmuş!” dedik ve bu kitabı Kazakça'ya tercüme etmeye karar verdik. Eşim ilk önce iki yüz kırk hadis çevirdi. Ben de izne çıktığımda kalan hadîs-i şerîfleri çevirdim. Âdeta Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîfleriyle hidâyet bulmuştuk. O zamana kadar İslâm hakkında hiçbir bilgisi olmayan herkes bu kitaptan çok etkilendi. Hadîs-i şerîflerin hepsine insanların ne kadar ihtiyacı olduğunu o zaman fark ettik. İnsanların, dine olan açlığını gördük.
Keşke buralarda da insanların gönüllerinin doyacağı mescidler olsaydı, diye düşündük. Çünkü bulunduğumuz şehir altı yüz bin kişilikti ve bir tane mescid vardı. Çok eski bir yapıydı. Buraya devam edenlerin çoğu ihtiyarlardı. Mescidde görevli bir molla (hoca) da yoktu. Cenâze merâsimi yapacak, insanlara namaz kıldıracak, Kur'ân ve hadîs-i şerîf öğretecek bir hocaefendi yoktu. Mescide cenaze gelir, oradan kabristanlığa götürülür ve eve dönüldüğünde içki masasında ölünün ardından ağıt okunurdu. Bir gün yolda giderken merkezî bir yerde boş ve büyük bir arsa gördüm. Burası mescid olsa ne güzel olurdu diye içimden geçirdim. Belediyeden arsayı bu maksadla istedik, bize cevap vermediler.
1991 yılıydı. Kazakistan bağımsızlığını kazandı. Valilik, belediye ve mühendisler, şehirleri elden geçirmeye ve yeniden inşa etmeye başladılar. Bu sırada görevli bir şehir mühendisi beni çağırdı ve şehrin ortasında mescid yapılmak üzere boş bir arazi tahsis ettiklerini haber verdi. Bu sefer de bizim paramız yoktu. Kazandığımız bütün maaşları mescide ayırdık. Ne kazansak, mescidin inşası için harcıyorduk. Başka işlerimiz de olduğu için mescidin inşaatında bizzat bulunamıyorduk. Para da yeterli değildi. İhtiyarlar yeni bir mescid yapılıyor diye çok seviniyorlardı, ama onların da paraları yoktu. Güç belâ biriktirdiğimiz yedi bin dolarla bir mimar-mühendis tuttuk. İnşaatı ona havâle ettik ve parayı da kendisine teslim ettik. Fakat o da parayla birlikte kayboldu. Mescid yine yarım kalmıştı. Ortada kala kalmıştık. Şimdi ne yapacaktık?!..
Halkımıza önce dini öğretecek bir müessese açalım, orada dinî değerleri öğretelim. Ardından mescid işine tekrar teşebbüs ederiz diye düşündük. Bu niyetle Kur'ân-ı Kerim'in dili olan Arapça öğreten bir kurs açmaya karar verdik. Kurs bir yıllık olacaktı. Allah'a şükür talep çoktu. 115 kişi başvurmuştu. Onlara ders vermek üzere 30 yıl imamlık yapmış birisini bulduk. Dersler bir sene sürdüğü hâlde, o hoca kimseye bir şey öğretmemiş. Irkçılık sebebiyle hiçbir kazak öğrencinin bunları öğrenmesini istememiş. Siz bunları öğrenemezsiniz, diye de alay etmiş. Bir başkasını bulduk. O da bir buçuk ay sonra eğer maaşımı üç kat arttırmazsanız bu işi bırakırım diye bir mektup yazdı. Maaşını yükseltmeye karar verdik, ama yine bırakıp gitti. Oturduk ağlamaya başladık:
“-Ya Rabbi!.. Bizim eksikliğimiz yüzünden dinine zevâl verme! Mescidimiz yarım kaldı. Arapça kursumuza hoca bulamıyoruz. Talebemiz var, hocamız yok! Allah'ım bizi affet, yardımını esirgeme!...”
O zamanlar ne kadar üzüldüğümüzü, ne kadar ağladığımızı bir Allah bilir.
Ertesi gün eşim, işine gitmişti. Dönerken iki ihtiyarla geldi. Adamlar yetmiş yaşına yaklaşmışlardı. Özbekistan'da dînî eğitim almışlardı. Hâfızdılar. Ama amel ve ibâdetleri azdı. Yalnız para için çalışıyorlardı. O yıl 113 talebe mezun oldu. Talebelerimizden altı tanesi çok iyiydi. Bunlar arasından da üçünü seçtik ve özel eğitim imkânları sağladık. Daha sonra iki senelik bir medrese açtık.
Bu medreseyi de Kazak-Arap Dili Enstitüsü'ne döndürdük. Sonra eksiğimizin dinî ilimler sahasında olduğunu düşünerek, Suudî Arabistan'a mektup yazdık ve kendilerinden bu enstitüde ders vermek üzere hoca istedik. Bu dâveti, Kuveyt ve Mısır'a da yaptık. Gelmeye başlayan hoca ve eğitimcilerle eksiklerimizi tamamlıyor, dinimizi öğrenmeye başlıyorduk.
1994-5 yıllarında İlâhiyat fakültemizi açtık. 1996 yılında İslâm'la ilgili “Dini Tanımanın Temelleri” adında ilk telif kitabımı yazdım. O kitap, yayınlanır yayınlanmaz uzun bir müddet satış listelerinin üst sıralarında yer aldı. İnsanlar İslâm'a hasretti. O zamana kadar yazdığım kitaplar hep ateizmle ilgiliydi.
1993 yılında eşim hacca gitmişti, 1995 yılında ben de gittim. Hedeflerimizden birisi de Arabistan'daki üniversitelerle görüşüp fakültemize hoca getirebilmekti. Özbeklerle beraber hacca gitmiştik. Yolda câhil birisi, “Kazaklar da müslüman mı ki?!” deyince çok üzüldüm. Ona cevâben:
“-Elhamdülillâh, müslüman tabiî!..” dedim. Ama yüreğim de içten içe sızladı ve:
“-Yüce Allah'ım, halkıma din ver!” diye duâ ettim. Hac ibâdetimizi edâdan sonra ülkemize geri döndük. Tekrar Taşkent'e gittik. Özbek medreselerinde ders veren bir kazak hoca bulduk. Evinde misafir olduk. O akşam kendisine:
“-Sen kazaksın. Halkına din öğretmelisin. Sorumlusun. Seni daha önce de dâvet etmiştik. Gelmedin. Eğer yine gelmeyecek olursan ayaklarının altından öpeceğim. Ne olur bizi yüzüstü bırakma!..” dedim ve dinim için kalktım, eğildim ve ayaklarını öpmeye teşebbüs ettim. Dizlerinin dibinde:
“-Benim halkımın dine ihtiyacı var!” diye yalvardım. Nihâyet ikna edip beraberimizde Kazakistan'a götürdük. İki ay evimizde kaldı. İki ay sonra âilesini de getirdi. Bu arada mescid inşaatımız olduğu gibi duruyordu. Bir şey yapamıyorduk ve bu durum bizi çok üzüyordu. Nice geceler düşünce ve üzüntüden uykusuz geçti. Yakınlarımızdan bir genç vardı. Zeki ve terbiyeliydi. Bir gün onunla konuştum ve:
“-Hadi seni Mısır'daki Ezher üniversitesine gönderelim. Orada dinimizi öğrensen de geri döndüğünde bize anlatsan! Çok büyük bir hizmet etmiş olursun!” dedim. O da beni kırmayarak gitti. On sene eğitimden sonra bu yıl Kazakistan'a döndü.
O ân gözlerimle gördüm ki, Allah'tan samimiyetle ne istesek duâlarımızı kabul etmiş ve icâbet buyurmuş!...
Üniversitede dersler düzenli olarak devam etmeye başlamıştı. Halktan da talep gittikçe artıyordu.
Amerika'ya 11 Eylül saldırıları olunca, Arapların ülkemizde çalışması yasaklandı. Neredeyse bütün hizmetlerimiz durma noktasına gelmişti. Allah'a yalvardım, yakardım, yardım taplep ettim. O sırada nereden geldilerse Türkiyeli kardeşlerimiz karşımıza çıkıverdi. Onları bize Allah gönderdi. Onlar bize imkân da temin ettiler ve okullarımız ücretsiz oldu. Biz de fakültemizin ismini değiştirdik, “Oturar” koyduk.
Türkiye'ye ne zaman geldiniz?
İlk defa 1993 yılında Türkiye'ye gelmiştim. Başımda şapkam vardı, saçlarım açıktı. Namazı da bilmediğimden öylece kılardım. Bir hanım geldi, başıma örtü verdi. Şapkamı çıkarıp örtüyü başıma örttü:
“-Çok yakıştı, namazlarını hep böyle kıl!” dedi. Bizi gezdirdiler. Türkler, çok dindar ve iyiliksever insanlar. Oradaki namazımdan çok huzur buldum. Gördüğüm her mescidde namaz kılmak istiyordum. Hele Sultanahmed câmiinde namaz kılarken meleklerin tepemde gezdiklerini hissediyordum.
Benzer duyguları Medine'de Peygamber Efendimiz'in mescidinde de hissetmiştim. Orada Cuma namazı kılarken sanki câmi göklere doğru çekilmiş gibi hissetmiştim. Peygamber Efendimiz'in bastığı yerler bembeyazdı. Sonra memleketime baktım, simsiyah!.. Selam verdiğimde yanımda namaz kılan kadına bir şey hissedip hissetmediğini sordum. Sanki mescid yükseldi gibi oldu, dedim. O da tebessüm etti. Anladım ki, o mübârek topraklar Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının bastığı mübârek topraklar!.. Ve hâlâ o toprakların bereket ve rûhâniyeti devam ediyor.
Hizmetlerinizi yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Kazakistan'da müslümanların karşılaştığı bir çok zorluklar var. Dini bilmeyen insanlar, okullarımızı kapanmasına çalışıyorlar. İnsanların mescidlere gitmesinden rahatsız oluyorlar. Okulumuza dokunamazlar. Gerekirse mahkemeye giderim, bu işi sonuna kadar tâkip ederim. Canımı alırlar, okuluma dokunamazlar. Ben bu yola baş koydum.
Mâşaallah, bu yaşta bile hâlâ içinizde heyecan ve aşk taşıyorsunuz. Bu heyecanı nasıl canlı tutabiliyorsunuz?
Ben de bu işin peşini bırakırsam mücâdeleyi göze alacak kimse yok. Resmî müesseseleri çok iyi tanıdığımdan beni başlarından savamıyorlar. Allah bize güç verdiği, ömür verdiği nisbette canla başla çalışmak mecbûriyetindeyiz.
Bize son söz olarak neleri söylemek istersiniz?
Bizim kalbimizde Türkler'in bambaşka bir yeri vardır. Dinimizi, medeniyetimizi, ahlâkımızı sizden öğreniyoruz. Size teşekkür ederiz, duâlarınızı bekleriz.
Biz de size teşekkür ederiz. Allah yâr ve yardımcınız olsun. Yüce Rabbimiz size hayırlı uzun ömürler ihsan buyursun. Bize bir kişinin isterse tek başına neleri yapabileceğinin canlı şâhidi oldunuz. Allah sizin din yolundaki hizmet şuur ve gayretinizden bizlere de hisseler versin. Âmin.
Halime Demireşik
Şebnem Dergisi, 14. sayı
Not: Resimdeki Yer Kazakistan Nur Astana Camii