Faydalı Paylaşımlar..

7 Aralık 2014 Pazar

SON BOMBA YÜREĞİME

14:56:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Amerika ve İngilterenin beraber yaptığı bombardıman, Bağdat’ın üzerine kâbus gibi çökmüştü. 1998’in ramazan ayına bir gün kalmıştı. Fakat Irak halkı, oruç ayına neşeyle değil, korku, hüzün ve yoklukla giriyordu. Yıllardır zalim devlet başkanlarından çektikleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD’nin Saddam’ı bahane ederek yaptığı saldırılar,ambargonun getirdiği sefalet, halkı ölüm sınırına çoktan getirmişti. Dünyanın bir ucunda balinaları kurtarmak için trilyonlar harcanırken, burda insanları öldürmek için çok daha fazla para harcanıyordu.



Yaşlı Abdullah ve ailesi de, yokluk çekenlerdendi. Sekiz yıldır süren ambargo, oğlu Hasan’ın da işlerini bozmuş, para kazanamaz olmuştu.Ailenin tek çalışanı olan oğlunun ne sıkıntılar çektiğini biliyordu. Hasan’ın fedakârlık yaptığını, bazen peşpeşe birkaç öğün hiç birşey yemediğini çok iyi biliyordu ama elinden birşey gelmiyordu. Son zamanlarda kendisi de torunları bir lokma fazla yesin diye sofradan aç kalkıyor, ancak yaşamını sürdürecek kadar yiyordu. Yine de sıkılıyor, utanıyor, gece gündüz ne yapabilirim diye düşünüyordu. Geçen yaz ortası ölen torunu Zehra gözlerinden gitmiyordu. Gerçi doktorlar, ilaç olmadığı için kurtamadıklarını söylemişti ama Abdullah dede; ”-Eğer torunum yeterince beslenseydi, zayıf düşüp hastalanmazdı” diye düşünüyordu.
Zehra’nın “-Dedeciğim”  deyişi aklına geldikçe yaşaran gözlerini zorlukla saklıyor, hemen bastonuna uzanıp, torunlarının “-Dede,nereye !..” diye seslenişlerine cevap vermeden, kendini sokağa atıyordu.



Akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş yaklaşırken, Abdullah dedenin evinde ailecek sofraya oturmuşlardı. Ne olduğunu anlamadığı, çok olsun diye bolca su katılmış çorbaya kaşık sallıyorlardı. Büyükler yokluğun ezikliğini paylaşıyordu. Ama çocuklar çorbaya itiraz ediyor, çocuk saflıklarıyla çaresiz büyüklerini ne kadar yaraladıklarını bilmiyorlardı.



O sırada dışardan siren sesleri gelmeye başladı. Anlaşılan yine bombalama başlayacaktı. Sofrayı olduğu gibi bırakıp karı-koca çocuklarını kucakladılar. Son birkaç gecedir insafsızca yapılan bombardımanlarda, bu koşuşturmaya alışmışlardı. Özellikle önceki gece gördükleri manzaradan sonra daha büyük korkuyla, aceleyle sığınağa koşuyorladı. Önceki gece, bombardımanın bitiminden sonra, sığınaktan çıktıklarında kendi evlerinden az ötede, sığınağa gidemeyen bir anne ile çocuğu biribirine sarılmış olarak, feci halde ölmüştü. Son anında bile çocuğuna sarılmış olan annenin vücudunun yarısı yoktu.



Aceleyle evden çıktılar. Henüz birkaç adım uzaklaşmışlardı ki, kucağında iki çocuğunu taşıyan Hasan, babasının çıkmadığını farketti. Hızla eve döndü. Kapıdan içeri baktığında, babasının düşünceli düşünceli oturduğunu gördü, telaşla seslendi;
“Hadii babaa!.. siren seslerini duymadın mı!..”.
Yaşlı Abdullah sesine öfke tonu vermeye çalışarak seslendi.
-Ben çocuk değilim, geliyorum. Sen oyalanma çocukları götür.
 Kalktı bastonuna uzandı, sonra kapıda bekleyen oğluna döndü;
-Bak hâlâ bekliyor. Yaşlandım diye sözüm dinlenmiyor mu artık !…”
-Estağfurullah baba. Ama sen de acele et biraz
Bu sözüne de babasının kızabileceğini düşünerek hemen dışarı çıktı, kucağında çocuklarıyla sığınağa doğru koşmaya başladı.



Hasan, evini görebileceği son köşeyi dönerken durdu, geri baktı. Babasının çoktan kapının önüne çıkması gerekirdi ama görünmüyordu. Acı siren sesleri arasında birkaç saniye daha bekledi ama babası çıkmadı. Geri dönmeye cesareti yoktu, babasını kırmaktan hâlâ çok çekinir, daima saygılı davranırdı. Koştu sığınağa girdi, hanımını aradı, izdiham yaşanan kalabalıkta şans eseri kısa sürede buldu. Çocuklarını hanımının yanına bıraktıktan sonra babasını aramak için geri dönmek istedi ama kalabalıkta geriye gitmesi çok zordu. Epey gayret ettikten sonra kapıya yanaşmıştı ki sığınağın kapılarının kapatıldığını gördü. O ana kadar girmiş olabileceğini ümit ederek babasını aramaya başladı, ama bir türlü bulamıyordu, gittikçe daha çok endişeleniyordu. Dışardan bomba sesleri gelmeye başlayınca Hasan birden irkildi, “-Baba !..”  diye bağırarak sığınağın kapılarına hücüm etti. Yokluk içindeki aileye yük olmamak için babasının kendini feda etmek istediğini anlamıştı ama sığınağın kapılarını açtırması imkansızdı.


Abdullah dede, evin hemen önüne koyduğu sandalyede oturmuş, gökyüzünü seyrediyordu. Gökyüzünden geçen parlak ışıltılı, alevli bombalara bakıyor, içini çekiyordu;

“-Çocukken, kayan bir yıldız görünce ne çok sevinirdim. Bu bombaları atanlar da çocukken öyle sevinir miydi acep?”



Abdullah dede, okumuş bir adamdı, kültürlüydü. Bağırdı gökyüzüne;

“-Eh Amerika, eh İngiltere mazlumun ah’ı kalır mı sanırsınız !.  Sizden büyük Allah var !..”

Bunu söylerken Atlantis denen kayıp ülke hakkında yıllar önce okuduğu yazıyı hatırlamıştı. O yazıda, teknolojisi ve ordusu diğer ülkelerden çok güçlü olan Atlantislilerin, diğer ülkeleri sömürdükleri, ezdikleri ve artık hiç bir gücün karşılarında duramayacağını düşündükleri bir zamanda, gökyüzünden düşen çok büyük bir meteorun çarpmasıyla tüm kıtanın okyanusa gömüldüğü anlatılıyordu. Abdullah dede, ABD’yi Atlantis’e benzetiyordu. Tekrar bağırdı;

“-Mazlumun ah’ı kalmaz !..” .Şehadet getirdi, oturduğu sandalyede başını önüne eğdi, dualar mırıldanmaya başladı…

Yazar:Ahmet Ünal ÇAM

Sorgu

14:20:00 Posted by Mücahid Reis No comments


“Adın ne senin?”

“İsmim Yavuz efendim.”

“Adını sordum adını! İsmini bırak!”

“Yavuz efendim.”

“Bizle dalga geçiyorsun herhalde. Böyle ad olmaz. Onu çağdaş hale sokup biraz değiştirelim. Yaz kızım! Bu Tavus’muş. Ne iş yapıyorsun sen?”

“Talebeyim efendim.”

“Yaz kızım! Öğrenciymiş. Kırlarda gezerken yakalanmışsın.”

“Bahar gelmişti efendim, onu seyrediyordum.”

“Bu bahar, komşunuzun kızı falan mı?”

“Hayır efendim! İlkbaharda uyanan tabiatı kastetmiştim.”

“Geri zekâlı olduğun açıkça belli zaten… Bir öğrenci tabiatla uğraşmamalı. Ama “her şey tabiatın eseri “ diyorsan o başka tabi. Ne işin var bağlarda bahçelerde?”

“Efendim ben orada gezerken birbirinden güzel çiçekleri seyreder, toprağın canlanışını tefekkür eder ve yaradılışın sırrına ermeye çalışırım. Kısacası, o yeşilliklere hayranım.”

“Yeşil dedin ha! Açık bir itiraf bu… Yaz kızım! Bu da yeşillerdenmiş. Bir daha yeşilin ve doğanın sadece tivi’lerden seyrettirilmesine… Elinde bir tarih kitabı varmış. Bunun için ne dersin?”

“Geçmişimi öğrenmek istemiştim.”

“Başka işin yok mu sersem, geleceğe baksana! Tarihini öğrenmek yasaktır bilmiyor musun?”

“Bilmiyordum efendim.”

“Devrim tarihi okumak serbesttir ama, tarihini öğrenmen kesinlikle yasak!”

“Niyetim kötü değildi efendim. Sadece büyüklerimin nasıl insanlar olduğunu öğrenmek istemiştim.”

“Bu daha da kötü ya! Ya iyileri ararken, iyi bilinen kötüleri de öğrenirsen? Hem iyileri bilmen de iyi olmaz. Yaz kızım! Bir daha tarih okutturulmamasına… Cebinden bir namaz takkesi çıkmış. Dedenin takkesi değil herhalde de mi?”

“Değil efendim. Benim dedem sarık bağlardı zaten.”

“Senin bütün geçmişin karanlık ya! Yaz kızım! Gerçek aydınların yanında aydınlanıncaya kadar göz hapsinde bulundurulmasına… Sıradaki kız gelsin. Adın ne senin?”

“Ayşe efendim.”

“Ne kadar da ters bir ismin var senin. Bu yüzden tersten okuyup düzeltmek gerek.böylelikle sizin için düşündüğümüz kimliğe çok uygun düşer. Yaz kızım! Bu kız eşyaymış. Sen Eşya! Başındaki örtü için ne diyeceksin?”

(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Yayınları)

Unutulan

13:53:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir yoksul bir mescide konuklamıştı. Açtı, susuzdu. Karanlık bastıktan sonra arkasından bir tıkırtı duydu. Kendi kendine: “Kalk” dedi, “gelen galiba iyi kişi. Beni namaz kılarken görür de iyilik eder.” Başladı namaz kılmaya. Hem de sabaha kadar hiç durmadan. Hep arkadan onu seyreden kişiyi düşünüyordu. Sonra tan yeri ışıdı, mescidin içindeki karanlık gitti. Yolcu, görebilmek için yavaşça arkasına döndü, baktı.

Gördü ki, mescidin açık kalan kapısından bir köpek girmiş, ortalığı şaşkın şaşkın seyrediyor.

O zaman yolcu, ağlamaya başladı:

“Vah bana! Ah bana! Bütün gece bir köpeğe yaranmak için ibadette bulundum, beni o görecek sandım. Halbuki beni her zaman gören Allah’ı unuttum.

Kaynak:Yusuf Çetindağ Şark Klâsiklerinden Seçmeler Kaynak Yayınları

TERZİ

13:28:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir bilgeye sormuşlar:

'Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?

'Terzimi severim,' diye cevap vermiş.

Soruyu soranlar şaşırmışlar:

'Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı? Neden terzi?'

Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:

'Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.'

Kaynak:Selim Gündüzalp, Dostluk Öyküleri, Zafer Yayınları, 2004.

Tuz ve Su

13:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Hintli bir yaşlı usta, çırağının herşeyden sürekli şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "Çok Tuzlu" diye yanıt verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

"Tadı nasıl?"

"Ferahlatıcı" diye yanıt verdi genç çırak.

"Tuzun tadını aldın mı?" diye soran yaşlı adamı, "Hayır" diye yanıtladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:

"Hayattaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey, acı veren şeyle ilgili duygularını genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

Uçuş Gücü

12:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Genç bir dağcı bir zirveye bayrak dikmek istemiş. Çıkmayı düşündüğü dağ pek yüksek olmasa da, diğerlerine oranla pek rağbet görmüyormuş. Dağın dik yamaçları, ikide bir derin yarıklarla kesildiğinden, en usta dağcıları bile korkuturmuş. Fakat esas tehlike, söz konusu yarıkların karla örtülmesiymiş. Kara bastığını sanan şanssız yolcular, yüzlerce metre aşağı uçuverirmiş. Dağ keçileri bile ürkermiş buradan. Eğer yaşlı bir tekeyi rehberlik yapmaya ikna edemezlerse, boyunlarını bükerek dönüşe geçerlermiş.

Kısacası bu dağda, kuşların dışında pek canlı görünmezmiş. Bir de dağ fareleri...

Genç dağcı, söz konusu zorlukları iyi bilse de, içindeki arzuyu yenememiş.

Ve bir gün hazırlık yaparak bulutlarla örtülen zirveye yönelmiş. Üç gün sonra hedefine ulaşmış ama bir de bakmış, gökyüzünde, kartalların daireler çizdiği yerde, ak saçlı-sakallı biri uçup duruyor.

Delikanlı aşırı yorgunluktan hiçbir şey düşünemez durumdaymış. Gördüğünü hayal sanıp önüne döndüğünde, "Kolay gelsin!" demiş biri hemen yanı başından. "Buralara sadece ben çıkarım sanıyordum. Ama seninle birlikte şimdi üç oldu. On beş yıl kadar önce, senin gibi biri daha çıkagelmişti. Sıcak bir şey içelim de biraz nefeslen. Daha sonra yemek yeriz inşaallah."

Genç dağcı, paniğe kapılarak küçük çocuklar gibi çığlık atmış. Gökyüzünde gördüğü adammış bu. Biraz sakinleşince, yaşlı adam bir bardak çay uzatmış ona, etrafa mis gibi kokular yayan, daha yeni konmuş gibi sıcacık...

Zirvenin yamacında, geniş bir mağara bulunuyormuş. İhtiyarın yaşadığı, soğuktan hem kendisini hem de bir kaç keçisini koruduğu yer.

Oraya geçerek sohbete başlamışlar.

Delikanlı hiç durmadan sorular soruyormuş. İhtiyarın nereden geldiğini, kimlerden olduğunu, böyle yüce bir makama nasıl eriştiğini...

Yaşlı adam kırmamış genç dağcıyı. On beş yıl kadar önce yanına gelen diğer gençten bahsetmese de, yeni misafirinin bütün sorularını cevaplamış. Önceleri büyük bir şehirde yaşadığını, bir batağa düşer gibi sayısız günaha girmek zorunda kaldığını, sonunda bu dağa kaçıp tek başına yaşamaya başladığını; kısacası günahlardan uzaklşınca, Rabbinin de kendisini böyle güzel bir makama yükselttiğini anlatmış tatlı bir dille.

Delikanlı bu sözlerden çok etkilendiğinden o ihtiyar gibi hayat sürmeyi, Allah'a kulluktan başka bir şey düşünmemeyi, sonunda da göğe yükselmeyi istemiş. Eğer o ihtiyarın yanında kalırsa, her işini mükemmel bir şekilde görecekmiş, üstelik de hiç şikayet etmeden.

Yaşlı adam onu uyarmış tabi: "Bu tür makamlar istenmez, belki verilir. Hedefimiz Allah rızasıdır" diyerek. Fakat delikanlı çok ısrar ediyormuş. Özellikle gökyüzüne yükselme konusunda...

Yaşlı adam fıtratı gereğince, "Olmaz!" demekten hiç hoşlanmıyormuş. Göğe çıkma hususunu defalarca açarak: "Bu iş Allah'ın işidir; verecekse O verir. Bildiğim kadarıyla, göğe yükselmek için her türlü günahtan uzak kalmak gerekir. Zaten oraya yükselmek tehlikelidir. Yeryüzünde bir hata yapsan neyse ama, gökyüzünde yaparsan mahvolursun, bunun telafisi mümkün değildir" demiş.

Genç adam, kendisini bu dağ başında veya gökyüüznde günaha sokacak bir şey bulunmadığına karar verince, ihtiyara yaptığı baskıyı artırmış.

Yaşlı adam garanti vermese de, en nihayet misafirine boyun eğmiş, "Her şeyde bir hayır vardır" diyerek.

Aradan beş yıl geçmiş. Delikanlı ihtiyarın işlerini görürken bir yandan da ezbere Kur'an okuyormuş. Zikir desen zikirde, şükür desen şükürde emsalsizmiş. Eski günahları için günde en az bin kere tövbe ediyormuş. Teheccüdler, nafile namazları, kaza namazları ve oruçları, en sonunda beklenilen meyveyi vermiş. Ve bir ramazan gününde, büyük bir ihtimalle kadir gecesinde, yerden bir kaç metre kadar yükselmeyi başarmış. Bayram yapmış delikanlı bayramdan önce. İnanılmaz derecede şevke kapıldığından, beş yıl daha çalışarak istediği yüksekliğe çıkacak hale gelmiş.

Yaşlı adam durumu farkedince, bir kez daha ikaz etmiş delikanlıyı: "Bu makamın hakkını vermelisin! Sakın şımarayım deme, çok feci tokat yersin! İbadetlerini daha da artır! Dağ başı deyipde kendini salma! Bu dünyanın günahları, dört bir yandan yağmur gibi dökülür üstümüze. Şüpheli şeylere asla yanaşma! Hele göğe yükselince hiç boş bulunma! Bu makamda hata kabul edilmez, sonra paldur küldür düşersin!" diye...

Delikanlı eminmiş kendisinden. Gökyüzündeki kuşlardan istese de zarar gelmezmiş ona. Onları öldürecek değilmiş ya!

Bir gün delikanlı yine göğe yükselmiş. Eskiden ancak üç günde tırmandığı zirveyi yükseklerden tefekkür etmekteyken, daha yükseklerden uçan bir şey farketmiş. Yolcu uçağıymış bu, mavi boşluğa bembeyaz çizgiler çizen...

Delikanlı meraka kapılarak bir hamlede çıkmış onun yanına. Önce kanatlarından birine oturmuş. Sonra da pencerelere yanaşmış usulcacık.

İçeride yüzlerce insan varmış. Rahat koltuklarında kestirme yapanlar, bebeklerini doyuran merhametli anneler, son derece şık giyinmiş iş adamları ve onlara hizmet eden güler yüzlü, boylu poslu hostesler.

Sanki hepsi birer dünya güzeli...

Delikanlı hostesleri seyre koyulduğunda, sıtmalı hastalar gibi sarsılmaya başlamış ve uçuş gücünü o anda kaybetmiş. Aşağıya tepe taklak düşmek üzere iken, zorlukla tutunmuş uçağın kanadına. Bu arada korku çığlıkları atsa da, uçaktaki yolculardan kimse onu duymamış, kimsecikler görmemiş.

Yaşlı adam, aşağıdan onu seyrediyormuş. On yıllık misafiri, o uçakla birlikte gözden kaybolurken: "Demek ki buradan gitmek istedi" demiş. "Benden bıkmış olmalı. Fakat anlamıyorum. Bu kadar güzel uçarken o uçağın kanadına neden tutundu? Daha önce yanımda kalan genç de, başka bir uçağa tutunup ayrılmıştı."

(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler)