Amerika ve İngilterenin beraber yaptığı bombardıman, Bağdat’ın üzerine kâbus gibi çökmüştü. 1998’in ramazan ayına bir gün kalmıştı. Fakat Irak halkı, oruç ayına neşeyle değil, korku, hüzün ve yoklukla giriyordu. Yıllardır zalim devlet başkanlarından çektikleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD’nin Saddam’ı bahane ederek yaptığı saldırılar,ambargonun getirdiği sefalet, halkı ölüm sınırına çoktan getirmişti. Dünyanın bir ucunda balinaları kurtarmak için trilyonlar harcanırken, burda insanları öldürmek için çok daha fazla para harcanıyordu.
Yaşlı Abdullah ve ailesi de, yokluk çekenlerdendi. Sekiz yıldır süren ambargo, oğlu Hasan’ın da işlerini bozmuş, para kazanamaz olmuştu.Ailenin tek çalışanı olan oğlunun ne sıkıntılar çektiğini biliyordu. Hasan’ın fedakârlık yaptığını, bazen peşpeşe birkaç öğün hiç birşey yemediğini çok iyi biliyordu ama elinden birşey gelmiyordu. Son zamanlarda kendisi de torunları bir lokma fazla yesin diye sofradan aç kalkıyor, ancak yaşamını sürdürecek kadar yiyordu. Yine de sıkılıyor, utanıyor, gece gündüz ne yapabilirim diye düşünüyordu. Geçen yaz ortası ölen torunu Zehra gözlerinden gitmiyordu. Gerçi doktorlar, ilaç olmadığı için kurtamadıklarını söylemişti ama Abdullah dede; ”-Eğer torunum yeterince beslenseydi, zayıf düşüp hastalanmazdı” diye düşünüyordu.
Zehra’nın “-Dedeciğim” deyişi aklına geldikçe yaşaran gözlerini zorlukla saklıyor, hemen bastonuna uzanıp, torunlarının “-Dede,nereye !..” diye seslenişlerine cevap vermeden, kendini sokağa atıyordu.
Akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş yaklaşırken, Abdullah dedenin evinde ailecek sofraya oturmuşlardı. Ne olduğunu anlamadığı, çok olsun diye bolca su katılmış çorbaya kaşık sallıyorlardı. Büyükler yokluğun ezikliğini paylaşıyordu. Ama çocuklar çorbaya itiraz ediyor, çocuk saflıklarıyla çaresiz büyüklerini ne kadar yaraladıklarını bilmiyorlardı.
O sırada dışardan siren sesleri gelmeye başladı. Anlaşılan yine bombalama başlayacaktı. Sofrayı olduğu gibi bırakıp karı-koca çocuklarını kucakladılar. Son birkaç gecedir insafsızca yapılan bombardımanlarda, bu koşuşturmaya alışmışlardı. Özellikle önceki gece gördükleri manzaradan sonra daha büyük korkuyla, aceleyle sığınağa koşuyorladı. Önceki gece, bombardımanın bitiminden sonra, sığınaktan çıktıklarında kendi evlerinden az ötede, sığınağa gidemeyen bir anne ile çocuğu biribirine sarılmış olarak, feci halde ölmüştü. Son anında bile çocuğuna sarılmış olan annenin vücudunun yarısı yoktu.
Aceleyle evden çıktılar. Henüz birkaç adım uzaklaşmışlardı ki, kucağında iki çocuğunu taşıyan Hasan, babasının çıkmadığını farketti. Hızla eve döndü. Kapıdan içeri baktığında, babasının düşünceli düşünceli oturduğunu gördü, telaşla seslendi;
“Hadii babaa!.. siren seslerini duymadın mı!..”.
Yaşlı Abdullah sesine öfke tonu vermeye çalışarak seslendi.
-Ben çocuk değilim, geliyorum. Sen oyalanma çocukları götür.
Kalktı bastonuna uzandı, sonra kapıda bekleyen oğluna döndü;
-Bak hâlâ bekliyor. Yaşlandım diye sözüm dinlenmiyor mu artık !…”
-Estağfurullah baba. Ama sen de acele et biraz
Bu sözüne de babasının kızabileceğini düşünerek hemen dışarı çıktı, kucağında çocuklarıyla sığınağa doğru koşmaya başladı.
Hasan, evini görebileceği son köşeyi dönerken durdu, geri baktı. Babasının çoktan kapının önüne çıkması gerekirdi ama görünmüyordu. Acı siren sesleri arasında birkaç saniye daha bekledi ama babası çıkmadı. Geri dönmeye cesareti yoktu, babasını kırmaktan hâlâ çok çekinir, daima saygılı davranırdı. Koştu sığınağa girdi, hanımını aradı, izdiham yaşanan kalabalıkta şans eseri kısa sürede buldu. Çocuklarını hanımının yanına bıraktıktan sonra babasını aramak için geri dönmek istedi ama kalabalıkta geriye gitmesi çok zordu. Epey gayret ettikten sonra kapıya yanaşmıştı ki sığınağın kapılarının kapatıldığını gördü. O ana kadar girmiş olabileceğini ümit ederek babasını aramaya başladı, ama bir türlü bulamıyordu, gittikçe daha çok endişeleniyordu. Dışardan bomba sesleri gelmeye başlayınca Hasan birden irkildi, “-Baba !..” diye bağırarak sığınağın kapılarına hücüm etti. Yokluk içindeki aileye yük olmamak için babasının kendini feda etmek istediğini anlamıştı ama sığınağın kapılarını açtırması imkansızdı.
Abdullah dede, evin hemen önüne koyduğu sandalyede oturmuş, gökyüzünü seyrediyordu. Gökyüzünden geçen parlak ışıltılı, alevli bombalara bakıyor, içini çekiyordu;
“-Çocukken, kayan bir yıldız görünce ne çok sevinirdim. Bu bombaları atanlar da çocukken öyle sevinir miydi acep?”
Abdullah dede, okumuş bir adamdı, kültürlüydü. Bağırdı gökyüzüne;
“-Eh Amerika, eh İngiltere mazlumun ah’ı kalır mı sanırsınız !. Sizden büyük Allah var !..”
Bunu söylerken Atlantis denen kayıp ülke hakkında yıllar önce okuduğu yazıyı hatırlamıştı. O yazıda, teknolojisi ve ordusu diğer ülkelerden çok güçlü olan Atlantislilerin, diğer ülkeleri sömürdükleri, ezdikleri ve artık hiç bir gücün karşılarında duramayacağını düşündükleri bir zamanda, gökyüzünden düşen çok büyük bir meteorun çarpmasıyla tüm kıtanın okyanusa gömüldüğü anlatılıyordu. Abdullah dede, ABD’yi Atlantis’e benzetiyordu. Tekrar bağırdı;
“-Mazlumun ah’ı kalmaz !..” .Şehadet getirdi, oturduğu sandalyede başını önüne eğdi, dualar mırıldanmaya başladı…
Yazar:Ahmet Ünal ÇAM