Faydalı Paylaşımlar..

5 Aralık 2014 Cuma

Üç Filtre

13:43:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir gün, bir tanıdığı bir bilgeye rastladı ve:

“Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?” diye sordu.

Bilge:

“Bir dakika bekle” diye cevap verdi. “Bana birşey söylemeden önce senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Filtre Testi deniliyor.”

“Üçlü Filtre de ne?” diye sordu adam.

Bilge:

“Birincisi, Gerçek Filtresi” dedi. “Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?”

“Hayır” dedi adam. “Aslında bunu sadece duydum ve...”

“Tamam,” dedi bilge. “Öyleyse sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim. İyilik Filtresini... Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?”

“Hayır, tam tersi...”

“Öyleyse,” diye devam etti bilge, “onun hakkında bana kötü birşey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. Faydalılık Filtresi... Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?”

“Hayır, gerçekten değil.”

“Peki,” diye tamamladı bilge, “eğer bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve de faydalı değilse, bana niye söyleyesin ki?”

Kaynak: Zeki Kanmaz, Ders Veren İbretlik Hikayeler, Neden Kitap Yayınları, 2014, İstanbul.

Üç Sual ve Bir Cevap

13:18:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Mevlânâ’ya felsefecilerden bir grup gelerek bazı sorular sormak istediklerini söylediler. Mevlânâ’da onları hocası Şems-i Tebrîzî’ye havale eder. Bunun üzerine onun yanına giderler. Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelerine, bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu.

Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler. Şems-i Tebrîzî, “Sorun” dedi. Felsefecilerden biri sormaya başladı.

“Allah var dersiniz; ama görünmez. Göster de inanalım.”

Şems-i Tebrîzî, “Öbür sorunu da sor” der.

O, “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonrada ateşle ona azap edilecek dersiniz. Hiç ateş ateşe azap eder mi?” dedi.

Şems-i Tebrîzî; “Peki öbürünü de sor” der.

O, “Ahiret’te herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları, canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın” der.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurur. Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı olur. Ve “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” diye şikayet eder.

Şems-i Tebrîzî, “Ben de sadece cevap verdim” der.

Kadı bu işin açıklamasını ister.

Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır: “Efendim! Bana “Allah-u Teâlâ’yı göster de inanayım” dedi. Şimdi bu felsefeci, başına vurduğum kerpicin başında ağrı yaptığını söylüyor, başının ağrısını göstersin de görelim.

Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu. Ben buna toprak parçasıyla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Toprak toprağa nasıl acı verir?

Yine bana, “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım, onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?”

Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında mahcub olup, söyleyecek söz bulamaz.

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.

Vahşi Ormanın İnsanlaşmış Hayvanları

13:04:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ucu bucağı bulunmayacak kadar büyük bir orman varmış. Meşesi, çamı, gürgeni, söğüdü ve daha nice ağaç çeşidiyle ve aslanından sincabına, serçesinden yılanına çeşit çeşit hayvanıyla cennet gibi bir ormanmış bu. Aslanlar ceylan sürülerinin peşinden koşarmış, ama karınları tokken yanlarından geçip su içen aynı hayvanlara dönüp bakmazlarmış bile. Nehirlerde büyük balıklar küçük balıkları yutarmış, ama ne küçük balıkların nesli tükenirmiş, ne de büyük balıklar sırf küçük balık yutmak için aç değilken ava çıkarmış. O yüzden orman yüzünden ne ceylan türünün ne de küçük balığın silindiği görülmemiş.

Gel zaman git zaman, bu ormanın içine kötülük tohumları düşmeye başlamış. Ormanın dışındaki köylere gidip tavukları boğazlamayı marifet bilen tilkiler, orada insanlardan gördüklerini ve duyduklarını ormanda uygulamaya kalkmış.

Ne mi yapmışlar? İnsanlardan duydukları “Burası benim. Şuraya kadar bana ait,” veya “Buralar bize ait, bizden başkası giremez” gibi sözlerin cazibesine kapılıp ormanda bir “tilkiler diyarı” kurmaya karar vermişler.

Ormanın daha yoğunca yaşadıkları bir köşesini seçip:

“İşte” demişler, “burası artık ´Tilkistan´dır´. Tilkistan´da sadece tilkiler yaşar ve burası tilkilerindir.”

Sonra da sınır diye yere belirli belirsiz çizgiler çizmişler, fakat diğer hayvanların bu çizgileri pek de umursamadığını fark edince hemen tedbirler almışlar. “Tilkistan” ın sınırlarına güçlü-kuvvetli tilkileri nöbetçi olarak dikmişler. Bu tilkiler sınırdan geçmeye çalışan daha zayıf hayvanları yaka paça uzaklaştırmışlar.

“Haddinizi bilin. Siz tilki değilsiniz. Öyleyse burada ne yaşayabilir, ne de izinsiz geçebilirsiniz” demişler.

Egemenliklerini ilan ettikleri orman köşesinde yaşayan sincapları, fareleri, ceylanları, tavşanları vs. dışarı atmışlar.

Bu olup bitenlerin haberi ormanda çabucak yayılıvermiş. Tilkilerin yaptıklarını meşrulaştırmak için, başkalarının da aynı şeyi yapmasını istemiş ve o yüzden de kurt, aslan, fil vs. gibi daha kuvvetli hayvan sürülerinin yanına gidip:

“Bakın şu nehir kenarı tam size göre. Burası da sizin ülkeniz olsun.” Veya:

“Şurada çok güzel meyveli ağaçlar var, tam size lâyık” gibi sözler etmişler.

Bu hayvanlar da “Bizim tilkilerden neyimiz eksik?” diye düşünüp ormanın büyükçe bir kısmını kendilerine ayırmışlar.

Böylece ormanı “Aslanistan”, “Gergedanistan”, “Kurtistan” veya “Filistan” gibi bir sürü parçaya ayırmışlar.
Ormanı bu şekilde paylaşma ve sahiplenme işi öyle bir çılgınca boyuta varmış ki, sincaplar ve tavşan gibi hayvancıklar bile “büyükler”den arta kalan bir-iki ağaçlık bir orman köşesini hemen “Tavşanistan” veya “Sincapistan” diye ilan edivermiş.
Buna diğer kuvvetli hayvanların pek aldırdığı yokmuş gerçi; çünkü sanki kendilerininmiş gibi oralarda zaten yatıyor, uyuyor, avlanıyorlarmış.

“Olsun” diyormuş sincaplar “netice bizim de kendimize ait cennet gibi bir beldemiz var ya.”

Bütün hayvan türleri en güzel ve yüksek ağaçların ormandan kaptıkları kendi köşelerinde bulunduğunu, en güzel ve lezzetli meyvelerin kendi ağaçlarında yetiştiğini; diğer hayvan gruplarının sırf bu yüzden gözlerini kendi beldelerine diktiğini düşünmeye başlamış. Bütün hayvan grupları topraklarının dört bir tarafının düşman hayvanlarla çevrili olduğunu, bu yüzden hep tetikte olmaları gerektiği fikrine de kapılmışlar. Kurtların arasındaki konuşmalara kulak verdiğinizde üç cümleden birisinin “Kurdun kurttan başka dostu yok” olduğunu duyarmışsınız. Fillere sorarsanız en kuvvetli hayvan türü filler, kurtlara sorarsanız en cesur hayvanlar kurtlar, tilkilere göre ise en zeki ve en yetenekli hayvan türü elbette ki kendileriymiş. Kısacası, hayvan türlerinin arasında sadece hayali sınırlar değil, rekabet ve kıskançlık uçurumları da girmiş.

Fakat bu gidişatın acı meyvelerini tatmaları pek uzun sürmemiş. Hayvan sürüleri arasında önce sınır kavgaları başlamış. Aslanlar kutlarla, filler kaplanlarla, tavşanlar sincaplarla sürüler halinde kavgaya tutulmuşlar.

“Tek bir ağaç dalımızı bile kimseye vermeyiz” diyormuş kimisi.

“Siz bizim topraklarımızdan izinsiz geçtiniz, bunun cezasını çekeceksiniz” diyormuş bir başkası.

Bazen kurtlarla tilkiler birleşip aslanlara saldırıp onların birkaç ağacını ele geçiriyorlarmış, ama aslanlar bir gece baskınıyla ağaçlarını tekrar kazanıp, üstüne bütün “Tilkistan”ı istila ediyorlarmış. Bazen geyikler tilkilerle meydan savaşına çıkıyormuş. Ama bu arada onlarca hayvan boş yere can veriyor, yüzlercesi yaralanıyormuş.

Bu işten en çok zararı zayıf hayvanlar çekiyormuş. Ne geyikler, ne ceylanlar ormanın diğer köşelerine geçemedikleri için yeterli beslenemiyorlar ve aç kalıyorlarmış. Üstelik yırtıcı hayvanlar için diğer hayvanları avlamak artık bir beslenme yolu olmaktan çıkıp, öç ve zevk alma aracı haline gelmiş. Hiç aç değilken geyik veya ceylan sürülerinin arasına dalıp onları öldürdükten sonra bırakıp gidiyorlarmış. Aslanlar diğer taraftan, “Aslanistan”ları hemen kenarına ilan ettikleri nehrin sadece kendilerine ait olduğunu, başka hiçbir hayvan grubunun ondan su içemeyeceğini iddia etmişler. Bunun üzerine, başta çok sayıda ceylan, geyik ve zürafa gibi daha zayıf hayvanlar susuzluktan telef olmuş. Nehirden gizlice su içmeye çalışan kimileri ise aslanların pençeleri altında can vermiş. Aslanlar, sadece kendilerine tabi ve yardımcı olacağına söz veren hayvanların nehirlerden yararlanmalarına izin vermişler.

Kısacası bütün ormanı bir kargaşadır, bir kavga ve dirliksizliktir almış kaplamış. Bir zamanlar cennet gibi her şeyin ahenk ve huzur içinde sürüp gittiği, hayvanların kardeş kardeş yaşadığı orman artık cehennemden farksız hale gelmiş. Bütün hayvanlar anlamsız bir kavga ve kıskançlığa; asılsız ve dahası haksız bir paylaşım ve rekabete tutuşmuş. Tek bir istisnayla…

Kuşlar bütün bu kavgaları yüksekten kimi zaman acı acı gülerek, kimi zaman üzülerek izliyorlarmış. Çünkü ulu çınarların tepesinden bakıldığında ormanın tamamı görülebiliyor; aşağıda ne filistanın, ne tavşanistanın ne de aslanistanın sınırlarının gerçekte var olmadığını görebiliyorlarmış. Ve bu hayali sınırlar, kanatların kendilerine sağladığı özgürlükle ormanın istedikleri köşesine uçabilen kuşlar için hiçbir engel teşkil etmiyormuş.


Kaynak: Murat Çiftkaya, Ahirzaman Masalları, Zafer Yayınları, 2001.

Yedi Kutsal Gerçek

12:34:00 Posted by Mücahid Reis No comments


(Bir bilge ile kendisine yirmi yıl talebelik yapan birinin arasında geçen bir konuşma):

- Kaç yıldır benim yanımdasın?

- Yirmi yıldır efendim.

- Bu zaman süresince benden ne öğrendin?

- Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim.

- Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu yedi gerçek mi öğrendin?

- Evet!

- Söyle bakalım öyleyse, neler öğrendin?

- Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak, bunların hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki, onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.

- Çok güzel, ikincisi ne bakalım?

- Baktım ki, insanların birçoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O’na satıp, gönlümü yalnız O’nun sevgisine açtım.

- Devam et!

- İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak birçoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlakça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.

- Devam et yavrum!

- Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.

- Sonra?

- Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa, kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunu bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.

- Doğru!

- Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde, dünya nimetleri insanlara yeter de artar bile.

- Ve yedincisi nedir evlat?

- Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine… Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak iğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O’na sığınıp yalnız O’ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu.

- Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu yedi gerçek etrafında toplandığını tesbit ettim.

Kaynak: Bilgelik Hikâyeleri, Cevdet Kılıç, İnsan Yayınları.