Ayakkabısını çıkardı. Boyacının terliklerini giydi. Ahşap sandalyeye yan oturdu. Sol koluyla arkalığa yaslandı. Sokağı seyre daldı. Üzerinde hiçbir gözün olmadığını bilen insanların serbestliği içinde gelip geçenleri izlemeye koyuldu. Benim de onu yanıbaşında gözetlediğimden haberi yoktu.
Ayakkabıcı işine başladı. Kurumuş çamurları, çimento kalıntılarını yamulmuş çay kaşığıyla bir heykeltıraş gibi sıyırdı. Pos bıyıklı fırçayla tozunu aldı. Fazlalıkları atıp ayakkabıya ulaşınca murdar bir sünger parçasıyla boyayı yedire yedire sürdü kurumuş, kartonlaşmış deriye. Bakımsızlıktan çatır çatır çatlamış ayakkabı kendini, cildine krem sürüldüğünde damar damar gençleştiğini anlayan bir ihtiyar gibi hissetti. Boyayı içine çekti, doydu, her karnı doyan varlık gibi gevşedi, gerginliğini attı, yumuşadı. Adam nemini uçuran ayakkabıya son bakım işlemini yaptı, cilasını vurdu.
- Hiç yeni ayakkabını boyayamayacak mıyız Hamit Usta?
Gülümsedi. Dudakları yanaklarına doğru mülayimce yayılmakla yetindi. İleri gitmedi.
- Ayakkabı dediğin nedir ki, yenisi de eskisi de bir.
- O sana göre öyle. Olan benim boyaya oluyor.
- Nasıl yani?
- Eski deri, süngerden farksızdır, boyaya doymaz, ha babam yer, yer de yer. Senin ayakkabılara gidecek boyayla sekiz on ayakkabı boyarım.
Haraplık konusunda ayakkabı sahibinin, ayakkabıdan farkı yoktu. Sert işlerde çalıştığı belliydi. Elleri kalın, kemikli, pençe gibiydi. Tırnakları sararıp kat kat olmuştu. Elinin, kollarının derisi, ayakkabı gibi kurumuş, kalınlaşmıştı. Yer yer yara izleri de vardı.
Ben bulduğum bu tasvir malzemesine dalmışken pideci siparişlerimin hazır olduğunu işaret etti. Parasını ödeyip paketi aldım. Bir gözüm arkada eve yöneldim.
Akşam, aşağı mahalleden birinin evine çay içmeye gidecektik. Anacağızım yemekten sonra çıkacağımızı duyunca:
- Oğlum biraz da bizde dur istersen! Biliyorsun senin evin burası! Abiler, abiler... başka bir şey bilmez oldun.
- Şimdi onlara değil anne, bir amcanın evine sohbete gidiyoruz.
Gidiyoruz'un izini sürüp babamın da benimle geldiğini öğrenirse bana demediğini bırakmazdı. Lafı başka yöne çevireyim, dedim.
- Anne kafeye, bara takılsam daha mı iyiydi?
Bu her zaman işe yarar.
………………
İçeride, salonda gözler birbirini incitmemecesine birbirine bakıyor. Yürekler iman kardeşliği ateşini alevliyor. Ortada kurulmuş, emayesi yer yer dökülmüş kömür sobası yanmıyor, demek koca salonu günün yorgunluğunu hiçe sayan bu sıcak yürekler ısıtıyor. Babamla birlikte oturuyoruz.
Şakir Abi derse başladı bile.
"Bismillahirrahmanirrahim.
Hazret-i Yunus'un Allah'a yakarışı ne yüce bir yakarıştır öyle.
Yunus Peygamber'in meşhur macerası özetle şöyledir.
Bindiği gemiden denize atılmış, koca bir balık onu yutuvermiş.
Fırtınalı mı fırtınalı bir denizde, karanlık mı karanlık bir gecenin ortasında her taraftan ümit kesik. Sesini, yalvarışını, yakarışını her bir şeyi eksiksiz duyan o zattan başkasının duyması mümkün değil, o Allah ki gizli açık her sesi eksiksiz duyar."
Evin oğlu çalan zile koştu. Kapının buzlu camının arkasında girenin silüeti belirdi. Ayakkabısını çıkardığı belliydi. Şimdi de ceketini verdi çocuğa. Kapının buzlu camı, uydu bağlantısında problem çıktığında kesik kesik karelenen ekranlar gibiydi. Salon kapısı aralanıp açıldı. O da ne! İçeriye, kahvede ayakkabısını boyatan adam süzüldü, girdi. Utangaç utangaç yürüyüp kanepelerden birinin dibine ilişti. Konuşanı dinlemeye başladı.
Salonu dolduranlar pür dikkatti. Sohbeti dinleyen bu yaşlı başlı adamlar ilkokul öğretmeninin önünde ilk okuma derslerini sökmeye çalışan kırk elli yaşlarındaki adamları andırıyorlardı. Anlatanın bilgisine, görgüsüne güveniyorlardı. Bu gencin kendilerini iman merdiveninde birkaç basamak yukarı çıkaracağına itimatları tamdı.
Kahvedeki adam başını önüne eğmiş anlatılanları kafasıyla tasdik ediyordu.
Sohbet bitti. Kitap kapandı. Şakir Abi son söz olarak üniversitede okuyan fakir öğrenciler için yardım toplanacağını bildirdi. Mahallede bir öğrenci evi daha açılacaktı. Bu ev için eşyaya ihtiyaç vardı. Herkes gönlünden ne koparsa veriyordu.
Cam kenarındaki ikili koltukta oturan sakallı, takkeli amca evdeki eski elbise dolabını verebileceğini, ama birilerinin bunu evden alması gerektiğini, kendisinin getiremeyeceğini söyledi. Onun yanındaki zayıf, sarı bıyıklı olan, evden bir halının eksilmesinin çok önemli olmayacağını, kendisinin de bunu verebileceğini belirtti. Daha bunun gibi birçok şey himmet edildi.
Bunları başı önünde dinleyen kahvedeki adam yerinden kalktı. Şakir Abi'ye doğru gitti. Sehpanın önünde çömeldi. Fısıltıyla gizli bir şeyler söyledi. Söyledikleri gizli olmasa, bunları herkesin duymasını istese herkesin içinde sesli söylerdi, herhalde.
Şakir Abi'nin gözleri, kulaklarının işittikleri karşısında yuvalarından uğradı. Kaşları hayret makamında kalktı. Dudakları şaşırma kalıbına girdi. Sonra başı ret anlamında iki yana gelip gitti. Adamın söylediklerini kabul etmiyordu. Adam rica eder şekilde başını yana eğiyor, işi söylediği şekilde kapatmak istiyordu. Sonunda Şakir Abi, bunu birilerine sormadan evetleyemem, der gibi bir tavır takındı. Ayrıldılar.
Allah var, adamın söylediklerini merak etmiştim. Sanıyorum oradaki herkes de merak etmişti. Çıkışta yanaşıp sordum meseleyi. Şakir Abi bunu söyleyemeyeceğini, kimseye açmayacağına söz verdiğini belirtti. Üstelemenin anlamı yoktu. Vazgeçtim.
Söylenen öğrenci evi bir hafta kadar sonra mahallemizde açıldı. Söylenene göre, yeni yapılmış bir apartmanın üçüncü katıymış. Gösterişliymiş. Hem ev sahibi bu ev karşılığında içindekilerden kira da almıyormuş. Adam zenginmiş demek ki, diyeceksiniz. Yok be yahu! zengin mengin değilmiş. Bir devlet kurumunda inşaat işçisiymiş. Emekli ikramiyesiyle aldığı bu evi hayrına bağışlamış. Bağışlarken bir ricada bulunmuş:
- Aman ha aman, bu evi benim verdiğimi kimse duymasın! Riya olmasın!
Kaynak: Şemsettin Yapar, Gönül Atölyesi Kitabı - Sütun Yayınları