Faydalı Paylaşımlar..

11 Aralık 2014 Perşembe

Ayakkabı

14:05:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ayakkabısını çıkardı. Boyacının terliklerini giydi. Ahşap sandalyeye yan oturdu. Sol koluyla arkalığa yaslandı. Sokağı seyre daldı. Üzerinde hiçbir gözün olmadığını bilen insanların serbestliği içinde gelip geçenleri izlemeye koyuldu. Benim de onu yanıbaşında gözetlediğimden haberi yoktu.

Ayakkabıcı işine başladı. Kurumuş çamurları, çimento kalıntılarını yamulmuş çay kaşığıyla bir heykeltıraş gibi sıyırdı. Pos bıyıklı fırçayla tozunu aldı. Fazlalıkları atıp ayakkabıya ulaşınca murdar bir sünger parçasıyla boyayı yedire yedire sürdü kurumuş, kartonlaşmış deriye. Bakımsızlıktan çatır çatır çatlamış ayakkabı kendini, cildine krem sürüldüğünde damar damar gençleştiğini anlayan bir ihtiyar gibi hissetti. Boyayı içine çekti, doydu, her karnı doyan varlık gibi gevşedi, gerginliğini attı, yumuşadı. Adam nemini uçuran ayakkabıya son bakım işlemini yaptı, cilasını vurdu.

- Hiç yeni ayakkabını boyayamayacak mıyız Hamit Usta?

Gülümsedi. Dudakları yanaklarına doğru mülayimce yayılmakla yetindi. İleri gitmedi.

- Ayakkabı dediğin nedir ki, yenisi de eskisi de bir.

- O sana göre öyle. Olan benim boyaya oluyor.

- Nasıl yani?

- Eski deri, süngerden farksızdır, boyaya doymaz, ha babam yer, yer de yer. Senin ayakkabılara gidecek boyayla sekiz on ayakkabı boyarım.

Haraplık konusunda ayakkabı sahibinin, ayakkabıdan farkı yoktu. Sert işlerde çalıştığı belliydi. Elleri kalın, kemikli, pençe gibiydi. Tırnakları sararıp kat kat olmuştu. Elinin, kollarının derisi, ayakkabı gibi kurumuş, kalınlaşmıştı. Yer yer yara izleri de vardı.

Ben bulduğum bu tasvir malzemesine dalmışken pideci siparişlerimin hazır olduğunu işaret etti. Parasını ödeyip paketi aldım. Bir gözüm arkada eve yöneldim.

Akşam, aşağı mahalleden birinin evine çay içmeye gidecektik. Anacağızım yemekten sonra çıkacağımızı duyunca:

- Oğlum biraz da bizde dur istersen! Biliyorsun senin evin burası! Abiler, abiler... başka bir şey bilmez oldun.

- Şimdi onlara değil anne, bir amcanın evine sohbete gidiyoruz.

Gidiyoruz'un izini sürüp babamın da benimle geldiğini öğrenirse bana demediğini bırakmazdı. Lafı başka yöne çevireyim, dedim.

- Anne kafeye, bara takılsam daha mı iyiydi?

Bu her zaman işe yarar.

………………

İçeride, salonda gözler birbirini incitmemecesine birbirine bakıyor. Yürekler iman kardeşliği ateşini alevliyor. Ortada kurulmuş, emayesi yer yer dökülmüş kömür sobası yanmıyor, demek koca salonu günün yorgunluğunu hiçe sayan bu sıcak yürekler ısıtıyor. Babamla birlikte oturuyoruz.

Şakir Abi derse başladı bile.

"Bismillahirrahmanirrahim.

Hazret-i Yunus'un Allah'a yakarışı ne yüce bir yakarıştır öyle.

Yunus Peygamber'in meşhur macerası özetle şöyledir.

Bindiği gemiden denize atılmış, koca bir balık onu yutuvermiş.

Fırtınalı mı fırtınalı bir denizde, karanlık mı karanlık bir gecenin ortasında her taraftan ümit kesik. Sesini, yalvarışını, yakarışını her bir şeyi eksiksiz duyan o zattan başkasının duyması mümkün değil, o Allah ki gizli açık her sesi eksiksiz duyar."

Evin oğlu çalan zile koştu. Kapının buzlu camının arkasında girenin silüeti belirdi. Ayakkabısını çıkardığı belliydi. Şimdi de ceketini verdi çocuğa. Kapının buzlu camı, uydu bağlantısında problem çıktığında kesik kesik karelenen ekranlar gibiydi. Salon kapısı aralanıp açıldı. O da ne! İçeriye, kahvede ayakkabısını boyatan adam süzüldü, girdi. Utangaç utangaç yürüyüp kanepelerden birinin dibine ilişti. Konuşanı dinlemeye başladı.

Salonu dolduranlar pür dikkatti. Sohbeti dinleyen bu yaşlı başlı adamlar ilkokul öğretmeninin önünde ilk okuma derslerini sökmeye çalışan kırk elli yaşlarındaki adamları andırıyorlardı. Anlatanın bilgisine, görgüsüne güveniyorlardı. Bu gencin kendilerini iman merdiveninde birkaç basamak yukarı çıkaracağına itimatları tamdı.

Kahvedeki adam başını önüne eğmiş anlatılanları kafasıyla tasdik ediyordu.

Sohbet bitti. Kitap kapandı. Şakir Abi son söz olarak üniversitede okuyan fakir öğrenciler için yardım toplanacağını bildirdi. Mahallede bir öğrenci evi daha açılacaktı. Bu ev için eşyaya ihtiyaç vardı. Herkes gönlünden ne koparsa veriyordu.

Cam kenarındaki ikili koltukta oturan sakallı, takkeli amca evdeki eski elbise dolabını verebileceğini, ama birilerinin bunu evden alması gerektiğini, kendisinin getiremeyeceğini söyledi. Onun yanındaki zayıf, sarı bıyıklı olan, evden bir halının eksilmesinin çok önemli olmayacağını, kendisinin de bunu verebileceğini belirtti. Daha bunun gibi birçok şey himmet edildi.

Bunları başı önünde dinleyen kahvedeki adam yerinden kalktı. Şakir Abi'ye doğru gitti. Sehpanın önünde çömeldi. Fısıltıyla gizli bir şeyler söyledi. Söyledikleri gizli olmasa, bunları herkesin duymasını istese herkesin içinde sesli söylerdi, herhalde.

Şakir Abi'nin gözleri, kulaklarının işittikleri karşısında yuvalarından uğradı. Kaşları hayret makamında kalktı. Dudakları şaşırma kalıbına girdi. Sonra başı ret anlamında iki yana gelip gitti. Adamın söylediklerini kabul etmiyordu. Adam rica eder şekilde başını yana eğiyor, işi söylediği şekilde kapatmak istiyordu. Sonunda Şakir Abi, bunu birilerine sormadan evetleyemem, der gibi bir tavır takındı. Ayrıldılar.

Allah var, adamın söylediklerini merak etmiştim. Sanıyorum oradaki herkes de merak etmişti. Çıkışta yanaşıp sordum meseleyi. Şakir Abi bunu söyleyemeyeceğini, kimseye açmayacağına söz verdiğini belirtti. Üstelemenin anlamı yoktu. Vazgeçtim.

Söylenen öğrenci evi bir hafta kadar sonra mahallemizde açıldı. Söylenene göre, yeni yapılmış bir apartmanın üçüncü katıymış. Gösterişliymiş. Hem ev sahibi bu ev karşılığında içindekilerden kira da almıyormuş. Adam zenginmiş demek ki, diyeceksiniz. Yok be yahu! zengin mengin değilmiş. Bir devlet kurumunda inşaat işçisiymiş. Emekli ikramiyesiyle aldığı bu evi hayrına bağışlamış. Bağışlarken bir ricada bulunmuş:

- Aman ha aman, bu evi benim verdiğimi kimse duymasın! Riya olmasın!

Kaynak: Şemsettin Yapar, Gönül Atölyesi Kitabı - Sütun Yayınları

Bir Kış Günü Yalın Ayak

08:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Dalmaçya’da Ermeni bir beyin yanında yamaklık eden on-oniki yaşlarındaki Jozef Maskoviç isimli çocuk, Zemberirin en fırtınalı günlerinde buzlar üzerinde yalınayak eve su taşımakta iken, komşularından fakir ve dul bir kadıncağız bu hale üzülüp kocasından yadigar bir çift partal kundurayı çocuğun ayaklarına giydirmişti.

Aradan çok uzun yıllar geçti. Bu arada Osmanlılar o yerleri fethetti; kadın da İslamiyet’le hidayet buldu. Günlerden bir gün, iyiden iyiye yaşlanmış olan kadıncağızın kapısı çalınıp önüne bir torba bırakıldı. Torbayı açan ihtiyar eller, vaktiyle kocasının olan o bir çift partal kunduraya dokununca, birdenbire takattan kesildi, kıpırdamaz oldu.

Kadıncağız neden sonra baktı ki, ayakkabıların her ikisinin de içleri altın dolu. Yoksul hasırının üzerine dökülen altınları toplayayım derken, gözleri küçük bir kağıt parçasına ilişti. Yarım saat kadar sonra, kasaba imamı kadıncağıza bu tek cümlelik pusulayı okuyordu:

“Anacığım! Buzdan donmuş çıplak ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin çocuk, sana olan borcunu ödemeye çalışıyor.” Bu pusulanın Osmanlı Devleti”nin kaptan-ı deryalarından, Hanya fatihi Silahtar Yusuf Paşa’nın divitinden akan mürekkeple yazıldığını, o gün hiç kimsecikler anlamayacaktı. Ta ki, Osmanlı arşivinden söz konusu altınların muhasebesini tutan belge ortaya çıkıncaya kadar?

Kaynak: Selim Gündüzalp, Ümit Öyküleri, Zafer Yayınları, 2002.

Bir Canı Almak

07:53:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Doktordu. Günleri hastanede geçiyordu. Eve yorgun argın dönüyordu her gün. İnsanlar doktorları rahat rahat hayat yaşayan kişiler olarak bilirler hep. Halbuki en stresli hayat belki de onların hayatıydı..

İki çocuğu ve karısı ile beraber mutlu bir hayatları vardı. Bütün gelirlerini ve giderlerini bu üç, bir de kendi dört kişiye göre planlamıştı. Böyle planlı yaşamazlarsa bir gün ekonomik sıkıntı çekebilirlerdi. Sevgi dolu bir kalbi vardı. Çocuklarını ve karısını çok seviyordu. Karısı da iyi bir insandı. Hele hele bu iyilik ve güzelliği çocuklarına aşılamaya çalışması, onu bir kuyumcu kadar hassas yapmıştı. Adeta işliyordu bir gergef gibi ruhlarını çocuklarının. Bu böyle giderken, mutlulukları yolundayken bir gün içlerine sıkıntı ateşi düşürecek bir şey oldu. Belki pek o kadar mühimsenecek bir şey değildi ama onlara göre ekonominin bu kadar enflasyonla basınç yaptığı bir devirde bu büyük bir konu idi. Üç dört aylık hamileydi karısı. Hiç beklenmedik bu haber karşısında ikisi de şoke olmuştu. Bütün planları, hayatlarının programı altüst olacaktı böylelikle. içlerindeki sıkıntı gün geçtikçe büyüyordu. Bu çocuğu istemiyorlardı. Doğmaması gerekti bu miniğin. Hayatlarını bunalıma sokacak bu misafirin evlerine ayak basmaması her şeyden daha iyi olacaktı..

Bir gece baş başa verdiler ve iyice konuyu derinlemesine konuştular aralarında. Ve karar verdiler onu aldırmaya. Çünkü güçleri yetmeyecekti onu yetiştirmeye..

Evet ertesi gün gidecekler ve bu işten iyi anlayan bir doktor arkadaşı tarafından üç dört aylık misafirin hayatına son vereceklerdi. Bir sürü bahaneler ve sebepleri bir bir sıraladılar gece boyu birbirlerine. Ve bu işin bitmesi gerektiğine karar verdiler sabaha doğru.

İçlerinde bir huzursuzluk olsa da; bu, hayatları boyunca çekecekleri huzursuzluktan daha büyük olamazdı.

Evet o sabah beraberce çocuklarını evde yalnız bırakarak doktora gittiler. Onları yalnız bırakmalarının sebebi ise, çok çabuk döneceklerini tahmin ettiklerindendi. Doktor arkadaşı onlara randevu vermişti ve bu işi çok çabuk bitirebileceğini, hiç sıra beklemeyeceklerini söylemişti.

Evde yalnız kalan çocukların büyük olanına iyice tembih etmişlerdi kavga falan yapmamaları için. Küçüğü zaten sözden anlayacak yaşta değildi. Her söylenene baş sallıyor veya sinirlenince 'olmaz' deyip, geçiyordu. Aklı ermiyordu bazı şeylere..

Onlar gittiklerinde çocuklar güzel güzel oynamaya başladılar. Gün ışığı perdeleri açık olan pencereden içeriye sızıyor ve halıların üstünde aydınlık motifler oluşturuyordu. Ama bu motifler gün boyu sürecek miydi? Bu aydınlık bütün günü kaplayacak mıydı?

Evet onlar muayenehaneye ulaştıklarında iki kardeş de iyice oyuna dalmışlardı. Hele hele bir de bu oyun büyüğün, babasının ameliyat aletlerini bulmasıyla hareketlenince daha da sevinmişlerdi. Günlerdir yalnız kalmayı özlüyordu zaten çocuk. Küçüğüyle beraber doktorculuk oynamayı, onu ameliyat etmeyi aklına koymuştu nice zaman önce. Ama bir fırsatını bulamamıştı. İşte bugün eline böyle bir fırsat geçmişti. Anne ve babaları dönmeden bu fırsatı değerlendirmeli ve ameliyatı bitirmeliydi. Hatta dikişi bile televizyonlarda gördüğü gibi tamamlamalıydı.Ama onun alnından terleri kim silecekti? Hiç hemşiresi yoktu bu işi yapacak. Olsun; kardeşi bu işi yapardı. Ara sıra alnındaki terleri o silebilirdi. Zaten bu bir oyun değil miydi?

Cerrahi oyunu başlamıştı. Kardeşini ameliyat olması gerektiğine iyice ikna etti ağabey. Sonra eline neşteri aldı. Bir sürü pamuk, tentürdiyot gibi malzemeleri de yanı başına koymuştu. Sargı bezi, merhemler hepsi vardı işte kutuda.

Dikiş için ip ve iğne bulması gerekiyordu. Bunun için annesinin perdeye geçen gün iliştirdiği ipi takılmış iğneyi aldı ve onu da malzemelerin yanına koydu. Onlar bu işle meşgul iken anne ve baba muayenehanede çocuğu aldırmakla meşguldüler. Çocuk ilk bıçağı kardeşine vurduğu anda, doktor da ilk bıçağı vurmuştu cenine. Sanki aynı anda devam ediyordu ameliyat işi. Bir fark vardı aralarında. Biri biraz sonra iyileşecek umuduyla kalbi atan bir miniğin yaptığı ameliyattı. Diğeri bir daha hayata uyanamayacak ceninin karamsar tablosuydu. Fakat her ikisi de bir feryat odağında toplanıyordu bu işin.

Çocuk bıçağı kardeşinin şah damarında gezdirdi. Ve birkaç darbe de oralara vurdu.'Buralarda mikrop olabilir' diyordu durmadan. Biraz sonra kardeşinin bütün vücudu kanrevan olmuştu. Yattığı yer kıpkırmızı bir renge boyanmıştı. Diğer tarafta kürtaj masasındaki annesinin içindeki istenmeyen bebek de ölümün kollarına ulaşmıştı. İki ölüm bir anda oldu. İki can bir anda çıktı. Ama bunu kimse bilmiyordu. Çocuk çok korktu kardeşinin durumundan. Onun çırpına çırpına can vermesi onu oldukça ürkütmüştü. Ama küçük olduğu için ölümün ne olduğunu bilmiyordu. Uyusun diye üzerine beyaz bir çarşaf örttü sonra da. Tıpkı televizyonlarda olduğu gibi.

Anne ve baba eve dönmeye hazırlanırken çocuk da yaptığı hatayı biraz hissettiği için evden kaçıp saklanmayı kafasına koymuştu. Saklanmak için en emin yer evlerinin önüne devamlı park eden kamyonun altıydı. Orada kimse onu bulamazdı. Çünkü oldukça sakin bir yerdi bu kamyonun altı. Ara sıra burada arkadaşlarıyla saklanırlar ve ellerine geçirdikleri bir kediyle saatlerce oynarlardı. Bunu hatırladı çocuk ve doğrudan doğruya kamyonun altına girdi ve tekere sırtını yaslayıp öylece minik kalbiyle suçunu düşünmeye başladı. Anne baba yola çıkmış evlerine doğru ilerliyorlardı. Bu sırada kamyon sahibi de bir yere yük almak için evinden çıktı. Her şeyden habersiz olarak kamyona doğru yürüdü ve bindi. Kontak anahtarını çevirdi. Anne baba semtlerine yaklaşmışlardı; ama kamyon harekete geçmişti. Onlar daha eve ulaşamadan ağabey kardeşine ulaşmıştı. Evet kamyon bu küçük bedeni bir teker dönüşüyle ezip geçmişti.

Bir şeyi ezdiğini fark eden şoför aşağıya indi ve bir de ne görsün; karşı evin çocuğu kamyonun altındaydı. Büyük bir şok geçirdi adam. Büyük bir kalabalık toplanmıştı evin önünde. Bugün iki can gitmişti ve bir üçüncüsü de daha doğmadan göklere uçuvermişti biraz evvel...

Anne ve baba evlerinin önündeki bu kalabalıktan kuşkulanmışlardı. Olay yerinde başlarına geleni anlayınca anne düşüp bayıldı. Onu hastaneye götürdüler. Baba büyük bir telaş içinde eve koştu. Ve küçüğü bağrına basıp öpüp koklamak istiyordu. Bir evladını kaybeden babanın içinde diğerine odaklanan sevgiyi bu derdi çekenler, bu acıyı tadanlar çok iyi bilirler. Ama eve girdiğinde fersiz gözleri bir noktaya dikilmiş çocuğu görünce babanın bütün hayatı sönmüştü. Bütün dünyası yıkılmıştı. Evin içindeki, dıştan akseden ışık bile artık halılara aydınlık motifler örmüyordu. Her şey karanlıktı artık. Her şey zifiri bir renge bürünmüştü. Evet bir cana bedel iki çocuğunu da almıştı işte Allah. Bu bir ikazdı; ama çok pahalı bir ikaz olmuştu onlar için.

Çok pahalı bir ikaz...

Kaynak: Mehmet Erdoğan, Kalem Sırra Dokundu
(Yaşanmış Hikâyeler), Kaynak Kültür Yayınları

Issız Tepede Üç Mezar

06:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kaptan-ı Derya, Küçük Ali Paşa, yanına şair Siyahî Ahmed Efendi’yi de alarak, bir deniz yolculuğuna çıktı. Bir müddet sefer eyledikten sonra, bugünkü Ağva sahillerinde konakladılar.

Şair Siyahî Ahmed Efendi, karaya çıkıp, etrafı biraz gezmek arzuladı. Orada burada gezerken, bu ıssız yerin, daha da ıssız bir tepeciği üzerinde, yan yana üç mezar gördü. Dayanamayıp güldü ve şöyle dedi:

“Hey mübarekler! Ne vardı bu ıssız yerde ölecek. Az ötede şenlikli Şile kasabası vardı. Ayol biraz dişinizi sıksaydınız da, oraya gömüleydiniz olmaz mıydı?”

Gezip tozmasını bitiren Siyahî Efendi, bir miktar yorulmuştu. “Gemiye gidip dinleneyim” artık dedi.

Gemiye çıkıp, odasına çekildiğinde, kendisine ani bir rahatsızlık geldi. Büyük bir sancı, tüm bedenini ızdırablara sardı. Az zaman sonra da, ruhunu teslim eyleyip, Rahmet-i Rahman’a kavuştu.

Kaderin acip cilvesine bakınız ki, gemi taifesi, Şair Siyahî Ahmed Efendi’nin bedenini, o üç mezarın yanına kazdıkları dördüncü kabre defnettiler. Böylece o ıssız tepecikteki üçün dördüncüsü oldu gitti. Allah rahmet eylesin…

Kaynak: Selim Gündüzalp, Tarih Öyküleri, Zafer Yayınları, 2008.

En Küçük İtfaiyeci

05:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments


ARIZONA’NIN Phoenix şehrinde, 26 yaşında bir anne, hastanede lösemiden ölmek üzere olan oğlunun yanıbaşında duruyordu. Kalbi üzüntüyle dolmasına rağmen, kesin kararlıydı, oğlunun son günlerini mutlu geçirmesini sağlayacaktı. Elbette her anne gibi, o da, oğlunu büyütmek ve onun hayallerini gerçekleştirmesine yardımcı olmak istiyordu.

Oğlunun elini tuttu ve:

“Billy, büyüyünce ne olmak isterdin? Hayattan en çok istediğin şey neydi?” diye sordu.

Billy:

“Anne ben her zaman büyüyünce itfaiyeci olmak istedim” diye cevap verdi.

Anne gülümsedi ve:

“Elimden geldiği kadar hayalini gerçekleştirmeye çalışacağım bi tanem” dedi.

Ertesi gün yerel itfaiye departmanına gitti ve orada şehrin tanınmış itfaiyecilerinden Şef Bob ile tanıştı. Ona oğlunun durumunu ve son istediğini söyleyerek, oğlunun itfaiye merkezini gezmesinin mümkün olup olmadığını sordu.

Bob:

“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Eğer oğlun Çarşamba sabahı burada hazır olursa, o gün için onu itfaiyeci yaparız. Bizimle çalışır, birlikte yemek yeriz ve yangın yerlerine gideriz. Hatta onun için Phoenix İtfaiye Müdürlüğü’nün amblemi olan üniforma bile diktirebiliriz” dedi.

Üç gün sonra itfaiyeci Bob, Billy’e üniformasını giydirdi. Billy’i hastanedeki odasından itfaiye arabası ile aldı.

Billy arabaya bindi ve itfaiye merkezine gitti. Kendisini çok mutlu hissediyordu. O gün, üç yangın ihbarı alındı ve Billy üçüne de gitti.

Farklı türden arabalara bindi. Hatta şefin arabasına bile bindirdiler onu. Günün sonuna doğru, bir yerel televizyonun haber programına katıldı. En büyük hayali fazlasıyla gerçek olmuştu.

Doktorlar bu moral ve sevgiyle Billy’in tahmin ettiklerinden üç ay daha fazla yaşadığını söylüyorlardı.

Bir gece ansızın Billy’in bütün yaşam fonksiyonları kötüleşti. Başında duran hemşire, Billy’in yalnız başına ölmemesi için sevdiklerine haber verdi. Ailesini aradı, ayrıca Billy’in bir gününü itfaiyeci olarak geçirdiğini hatırladı ve itfaiye merkezini arayarak, Billy’in ölmek üzere olduğunu, üniformalı bir itfaiyeciyi göndermelerinin mümkün olup olmadığını sordu.

Şef:

“Bundan daha iyisini yapacağız. Beş dakika içinde orada olacağız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Siren seslerini duyduğunuzda yangın olmadığını anons eder misiniz? Sadece itfaiye departmanı, en iyi elemanlarından birisini görmeye geliyor olacak. Sizden bir ricam daha olacak. Billy’in odasının penceresini açın lütfen?”

Beş dakika sonra itfaiye aracı hastaneye vardı. Merdivenlerini Billy’in odasının penceresine dayadılar ve annesinin izniyle bütün itfaiyeciler tek tek Billy’e sarıldılar ve onu ne kadar çok sevdiklerini söylediler.

Ölmek üzere olan Billy, Şef Bob’a baktı ve:

“Şef, ben gerçekten şimdi itfaiceyi mi oldum?” diye sordu. Şef ise:

“Billy sen şefsin” dedi ve Billy, bütün çocuklar gibi cennete gitti.

Kaynak:Yaşanmış Öyküler Kitabı / Zafer Yayınları
(İngilizceden Tercüme: Emine Aydın)