Yıllar önceydi...
Günümüzdeki adıyla " Mimar Sinan Üniversitesi" olarak bilinen Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin hemen yanındaki Fındıklı Parkında dinleniyordum. Ilık bir ilkbahar akşamıydı ve bitişik bankta da, elli yaşları civarında bir adam vardı. Hatırladığım kadarıyla, Türkiye "borsa" denilen ticari oyunlarla yeni tanışıyor ve herkes, hisse senetlerinin o günlerdeki inanılmaz yükselişinden bahsediyordu.
Yanımdaki adam, bir tomar hisse senedini rulo yapmış vaziyette sağa sola sallarken, arada bir de sol elinin avucuna vuruyordu. Ben, her zamanki gevezeliğimle ona da laf atarak:
- Hisse senetlerindeki artış, herkesi şaşırttı, dedim. Siz de köşeyi döndünüz her halde!
Hafifçe tebessüm edip:
- Evet! diye karşılık verdi. Elimdeki kağıtlar, inanılmaz derecede değer kazandı. Üstelik de bunlardan on binlerce var bende. Bazılarından ise yüz binlerce.
- Kısmetli bir insanmışsınız, dedim. Öyle değil mi? Bakışlarını denize çevirerek:
- Evet! dedi, kısmetli bir insanim. Ve kan kanseriyim. Doktorlar: "Belki üç-dört ay yaşarsın!" dediler.
Şaşkınlığımdan ötürü, ona ne cevap verdiğimi hatırlayamıyorum. Ama ismini söylediğinde, çok şaşırmıştım. Konuştuğum kişi, yıllara damgasını vuran çok ama çok ünlü bir sigortacıydı. Sigorta firması, kendi ismiyle biliniyordu ve İstanbul’un bütün önemli yerlerinde, mesela Galata Köprüsündeki bütün elektrik direklerindeki panolarda, onun adı yazardı: Semih ....
Yukarıdaki hatırayı kaleme aldığım sıralarda yazlık evimize misafir olarak gelen Selim Gündüzalp ve Ali Suat gibi yazar arkadaşlarım, bu hatıramı yirmi sene önce duymalarına rağmen detaylarını benden iyi hatırlamış ve onu kaleme almama yardımcı olmuşlardı.
Semih Beyle konuştuğum dakikalar içinde, dünyanın gerçek yüzünü görebilmiştim. Ama ne yazık ki, ona benzer bir çok olayla daha karşılaşmama rağmen, "ülfet" adı verilen ve her şeye "normaldir!" damgasını vuran alışkanlığımız yüzünden ders alamadım.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde yaşadığım olay gibi...
2003 Yılının mayıs ayında, bir kan tahlili yaptırmak amacıyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesine gitmiştim. Orada okuyan oğlumla birlikteydim ve hastanenin merkez laboratuarında, bir çok kişiyle beraber beklemekteydim.Bizler, kapı tarafındaydık ve sıramız yaklaştıkça, pencere önünde yer alan üç-dört hemşireye doğru ilerliyorduk. Hemen arkamda, hiç durmadan ağlayan otuz beş yaşları civarında bir hanım vardı. Ben, onun kan vermekten korktuğunu zannettiğimden:
- Hemşirelerin eli son derece hafif! dedim. Emin olun, hiç acı duymayacaksınız.
Elindeki kağıt mendille gözlerini silerken:
- Şimdiye kadar en az bir kova dolusu kan verdim, dedi. Kan vermek, benim için hiç sorun değil.
Tekrar ağlamaya başladı. Oğlumla birlikte meraklanmıştık. O da bunu anlamış olacak ki:
- Burası benim ikinci mekanım oldu, dedi. Haftada birkaç defa uğruyorum. Beş-on dakika önce, akciğer kanseri olduğumu ve fazla zamanımın kalmadığını söylediler.
Oğlum, o sırada tıp fakültesinin son sınıfında olduğu için, bu tür olaylara alışık sayılırdı. Ama ben, gerçekten çok üzülmüştüm. Kadın, ağlamaktan kızaran gözlerini benden kaçırmaya çalışırken:
- Doktor, ölüme hazırlıklı olmam gerektiğini ima ettiğinde, bütün vücudum sanki önce tavana, sonra da döşemeye çarptı, dedi. Ve ben, onlar arasında defalarca gidip geldim.
Kan verene kadar beklediğimiz yaklaşık onbeş dakika içinde, o hanıma ecelin gizli olduğunu ve onu Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini; "ölecek" denilen bir çok hastanın şifa bulurken, "sağlam" denilen çok insanın vefat ettiğini ve bu gerçeğin de herkes tarafından kabul edildiğini anlattım. İman nimetinin büyüklüğünden bahsederken, üzüntü ve sıkıntılarla dolu olan dünya hayatının bir gün nasıl olsa sona ereceğini, ama ondan sonra bizi cennet gibi ebedi bir mutluluğun beklediğini, bunun için de iman ve ibadet gerektiğini anlattım. En önemlisi de, şefkat peygamberinin ifadesiyle, zerre kadar imanı olanın kurtulacağını müjdeledim. Ağlaması durdu, ferahlamıştı. İmanlı bir insan olduğunu, hatta Cuma günleri namaz bile kıldığını belirtti. En büyük endişesi, iki kızının henüz küçük yaşlarda olmasıydı. Ama Allah, elbette bir kolaylık verecekti.
Bu olaylardan sonra, şu soruyu sormak geçti içimden:
Eğer yanlış nakledilmiş değilse, bazı doktorların, hastalarına: "ancak şu kadar yaşarsın!" demeleri hata değil mi?
Dünyadan ayrılacağımız tarihi bilmek doğru olsaydı, Allah bunu bize bildirmez miydi?
Ecelin gizli olması, elbette ki rahmettir.
Aksi taktirde, ömrümüzün ilk yarısı gafletle, son yarısı da, idam sehpasına adım adım yaklaşan bir insan gibi, dehşet ve korku içinde geçecektir.
Rabbimiz, aynı şekilde, dünyanın sonu olan kıyametin vaktini de gizli tutmuştur. Ve bu tarih, "mugayyebat-ı hamse" adı verilen beş gizli şeyden biridir. Eğer kıyametin vakti belli olsaydı, son asrın insanları, perişan olmaz mıydı?
"Rahman" ve "Rahim" gibi isimlerinin tecellisiyle, kullarını nazlı bir bebek gibi gözeten ve sayısız nimetlerle kendini sevdiren Rabbimiz, "gayb" adı ile ifade edilen "gelecek olayları" bizden saklamış ve böylelikle hayattan lezzet almamızı sağlamıştır.
"Biz realist insanlarız. Ve hayatın gerçeklerini dile getirmekten yanayız!" diyerek insanlara ömür biçen doktorlar, hastaların her şeyden fazla moral ve ümide ihtiyacı olduğunu unutmamalı.
(Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler Zafer Yayınları)