Faydalı Paylaşımlar..

27 Ekim 2013 Pazar

Siz ne dilerdiniz?(Adam Yetiştirmenin Önemi)

13:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sormuştur:
– Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?

Birisi, “Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim.
Onu harcayarak İslâm’a daha çok hizmet edeyim diye.” dedi.

Bir başkası, “Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm
olsun isterdim. Gerektikçe onları sarf ederek dine yararlı olayım diye.” dedi.

Herkes buna benzer şeyler söyledi.

Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler,
Hz. Ömer’e sordu:

– Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi:

“– Ben de Muaz, Sâlim, Ebû Ubeyde gibi Müslümanlar yetişsin isterdim.
İslâm’a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.”

Kaynak:Ali Budak-Hadis ve Dua

En Değerli Hazine Kaliteli İnsan

Hz. Ömer (r.a) birgün dostlarını “Dileklerinizi belirtin” dedi. Birisi; “Şu ev altın dolu olarak benim olsa da onu Allah yolunda sarfetsem” dedi. Bir diğeri de; “Bu ev inci, zebercet veya mücevher dolu olsa da onu Allah yolunda infak etsem diye” temennide bulundu. Hz. Ömer; “Dilemeye devam edin” deyince arkadaşları; “Ey müminlerin emiri! Biz ne dileyeceğimizi bilmiyoruz. Siz ne dilediğinizi söyleyin” dediklerinde Hz. Ömer; “Ben isterim ki bu ev Ebu Ubeyde gibi kimselerle dolu olsun” diye cevap verdi. (İbn. Cevzi, Sıfatü’s-Safve, I, 367-368)

Kainatta Allah’tan sonra en değerli varlık kaliteli insandır. Her şey kaliteli insanla değer kazanır. Altın, gümüş, elmas gibi madenlerin değerini de ancak insan takdir eder. İnsan kaliteli olmadıkça eşyanın kalitesi de bir anlam ifade etmez. Kalitesiz insanın elinde kaliteler de heder olur.

Hz. Ömer’in imrendiği Ebu Ubeyde cennetle müjdelenen 10 kişiden birisidir. Resulullah ile birlikte bütün savaşlara katılmıştır. Habeşistan’a hicret edenlerdendir. Şam diyarını fetheden komutanlardandır. Hz. Ömer halife olunca onu Halid. b. Velid’in yerine komutan tayin etti. Bunun üzerine Halid; “Komutan olarak size bu ümmetin emini tayin edildi,” dedi. Ebu Ubeyde de; “Ben Resulullah’ın “Halid Allah’ın kılıcıdır” dediğini işittim,” diyerek mücamelede bulundu.

Necran Hıristiyan heyeti Resulullah’la anlaşma yapıp Medine’den ayrılırken, Hz. Peygamber’den kendileri için güvenilir bir kişi tayin etmesini istediler. Görevlendirilecek kişinin mutlaka güvenilir olmasında ısrar ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Ben size gerçekten emin birisini tayin edeceğim” buyurdu. Ashab-ı kiram ümit içinde Resulullah’a yanaştılar. Resulullah, “Ey Ebu Ubeyde kalk” dedi. Ebu Ubeyde kalkınca; “Bu ümmetin emini (en güvenilir kişisi) Ebu Ubeyde’dir” buyurdu. (Buhari, Kitabu’l-Meğâzi, 73) Hz. Ömer ona kardeşim diye hitap eder, sarılırdı. Vali iken de mütevazi yaşadı. Onun kıt kanaat yaşadığını gören Hz. Ömer; “Dünya Ebu Ubeyde’den gayrı hepimizi değiştirdi” dedi.

Maksadımız uzun uzadıya Ebu Ubeyde (r.a)’nin hayatını anlatmak değil, altından, mücevherden daha kıymetli model bir insana işaret etmektir. Bu türlü insanlar pek nadir bulunur. Bunlar toplum içinde hayrın, doğruluk ve güzelliğin sembolü konumundadırlar. Böylelerinin pek az olduğunu Hz. Peygamber şöyle belirtmişlerdir: “İnsan toplumu, neredeyse içerisinde iyi cins yük ve binek devesi bulunmayan 100 develik bir kervan gibidir.” (Tecrid-i Sarih, Hadis no: 2117) Ashab-ı kiram ve tabiin dönemi gibi bazı dönemler istisna edilirse toplumların genellikle kaliteli insanlardan yoksun olduğu görülür. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok ayeti çoğunlukla insanların cahil olduklarını, akıl etmediklerini, inanmadıklarını, haktan yüz çevirdiklerini, yoldan çıktıklarını dile getirmektedir.

Toplumların en büyük problemi kaliteli insan problemidir. Zorluk ve felaket anlarında paradan puldan ziyade kaliteli, vasıflı insanlara ihtiyaç duyulur. Nice zengin servet sahibi fert ve toplumlar görüyoruz ki varlık içinde darlık yaşamaktadırlar. Günümüz İslam toplumlarının hali buna en canlı misaldir. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerine, altına ve altın değerindeki petrole sahip oldukları halde emperyalist güçlerin baskısı ve kuşatması altında yaşamaktadırlar. Serveti yerli yerinde kullanacak kaliteli insanlar olmazsa, servet felaket sebebi olmaktadır. Zira mal silah gibidir, kullanana göre yarar ya da zarar tevlid eder.

Bütün mesele maddi servet kazanmaktan ziyade kaliteli insan yetiştirmeye yönelmektir. Nüfusun çok olması önemli değildir. Nüfuzu olmayan nüfusun kıymeti yoktur. Kuru kalabalıklar kendi başlarına bir işe yaramazlar. Onları yönlendirecek, toplumsal kaliteyi artıracak önder şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Doğru yönlendirilmeyen, kalite kazandırılmayan kalabalıklar daima problem üretirler.

Hz. Peygamber (sav) ilim, iman ve ahlak zemininde ashab-ı kiram gibi dünyaya örnek olan, medeniyet kuran bir kadro yetiştirdi. Günümüze kadar intikal eden güzellikler bu kadro eliyle ekilip yeşertildi. Bu değerlerin korunup gelecek nesillere aktarılması da yine kaliteli kadrolar vasıtasıyla olacaktır.

Hz. Ömer’in ev dolusu altın, gümüş ve mücevherat değil de ev dolusu Ebu Ubeyde gibi ehil ve güvenilir kimseler istemesi konunun önemi açısından fevkalade dikkat çekicidir. Yöneticiler bu hususu daima nazar-ı dikkate almalıdırlar. Altınla, dövizle dolu hazineler hırsızların eline geçerse eşkıyalığın, terörün, mafyanın güçlenmesine vesile olur. Mısır’ın hazineleri Yusuf (as)’ın elinde değerlendi. Bugün Allah’ın Müslümanlara lutfettiği petrol gibi altın değerindeki servetlerin de Hz. Yusuf gibi, Hz. Ömer gibi, Ebu Ubeyde gibi emin ellerde olması gerekir.

Toplumların en büyük şansı altından ziyade altın gibi şahıslardır. Altının hükmettiği değil, altına hükmeden, servetin esiri değil efendisi olan gönlü ve gözü tok, kamil insanlar gerçek hazinedir.

Kur’an-ı Kerim’in hedefi de bu türlü insan yetiştirmektir. Kıssalar, temsiller, uyarma ve müjdeler hep bu hedefe yöneliktir. Hz. Peygamber’in Kur’ân mektebinde yetişenler insanlığa ve insani değerlere model teşkil etmişlerdir.

İnsan eğitimin paradan daha önemli olduğunu Hz. Peygamber ne güzel belirtmiş: “Bir baba çocuğuna güzel bir terbiyeden daha güzel bir miras bırakmamıştır.” (Tirmizi, Birr, 33)

Çocuklarına neden miras bırakmadığı sorulduğunda Selahattin Eyyübi şöyle cevap vermiş: Şayet onlara iyi bir terbiye vermişsem servet kazanırlar ama iyi bir terbiye vermemişsem bıraktığım serveti de batırırlar.

Yeryüzünün ıslahı ıslah olmuş insanlar, ifsadı da ifsat edilmiş insanlar eliyle olur. Dünya insana emanettir. Hz. Peygamberin en önemli vasfı emin oluşudur. Onun vasfı Muhammedül Emin. Ona vahiy getiren meleğin vasfı da Cibril-i Emindir. Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi, “emin olmayan kimsenin imanı yoktur.” (Müsned, 3/135) Zaten iman da “emn” kökünden gelmektedir.

Servetin azalmasından ziyade iyi insanların azalmasından endişe etmek gerekir. Toplumlar ölen salih kimselere ağlamaktan ziyade Salihlerden mahrum kaldıkları için kendilerine ağlamalıdırlar. İyiler toplumun manevi sigortasıdır. Aslında kötüler iyiler sayesinde yaşarlar.

Yaşadığımız modern dünya teknolojiyi imkanlarını ıslahtan ziyade ifsada yönlendiriyor. İmkanlar, araçlar, gereçler haddi zatında masumdurlar. Onları şerre alet eden insanlardır. Şerlilerin imkanları arttıkça şerler de artacak demektir.

Hz. Peygamber, salihlerin günbegün azalma tehlikesine şöyle dikkat çekmektedir: “Salih kimseler birer birer çekilip gider, geriye arpanın veya hurmanın döküntüleri gibi döküntüler kalır. Allah da onlara hiçbir değer vermez.” (Tecrid-i Sarih, Hadis no: 2096) Allah’ın değer vermediği kimselerin ne değeri olabilir? Bunlar toplumda değer üretemedikleri gibi mevcut değerleri de silip süpürürler. Sahte değerler gerçek değerlerin yerini alır. Bu da toplumun kıyameti demektir. Dileğimiz odur ki, evlerde Ebu Ubeydeler eksik olmasın.

Kaynak:Ali Rıza Temel, 2009 - Temmuz, Sayı: 281, Sayfa: 026 Altınoluk Dergisi.

Hz.Ali (R.A.) Düşmanını Öldürmemesi

12:33:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Allah'ın (c.c.) kılıcı Hz. (r.a.) bir savaş esnasında düşmanı olan bir yiğidi yere yıkıp öldürmek üzereyken, düşmanı Hz. Ali'nin (r.a.) yüzüne tükürdü. Bunun üzerine Hz. Ali düşmanını bırakarak ayağa kalktı.

"Yürü git seni öldürmekten vazgeçtim, serbestsin." dedi.

Savaşçı bu duruma şaştı.

- "Beni alt edip öldürmek üzereyken neden vazgeçtin. Seni ne alıkoydu? diye sordu.

Hz. Ali (r.a.) cevap verip şöyle dedi:

- "Ben seninle Allah (c.c.) yolunca ve Allah'ın (c.c.) rızasını kazanmak için savaşıyordum ve onun için seni öldürecektim. Sen yüzüme tükürünce kinlendim, sana kızdım; eğer o an öldürseydim sana kızgınlığımdan bunu yapmış olacaktım. Yani seni Allah (c.c.) rızası için değil de kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. Bu yüzden seni serbest bıraktım."

Bunu duyan adam, bu büyük asalet ve incelik karşısında iman ederek Müslümanlar safına katıldı.


Kaynak: Mesnevi'de Geçen Bütün Hikâyeler (Mehmet Zeren)-Semerkand Yay.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Salih Amcanın Bulduğu Cüzdan

12:25:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Salih Amca ikindi namazını kıldığı camiden çıkarken çok üzgündü. Çünkü işi bozulmuş hiç parası kalmamış­tı. Halbuki çocukları evde yiyecek bekliyorlardı.

Ne yapacaktı?..

Üzüntü ile yürürken, gözüne bir cüzdan ilişti.

Hemen eğilip cüzdanı aldı. İçindeki paranın binlerce liradan fazla olduğunu görünce sevindi. Artık çocukları­nın istediklerini alabilirdi.

Ama bu sevinci çok sürmedi. Bir başka düşüncedir al­dı onu. Diyordu ki:

— Ben şimdi namazdan çıktım. Nasıl olur da başkası­na ait bir parayı alır, evime götürebilirim? Haram para­dan çoluk çocuğuma nasıl yedirebilirim?

Salih Amca, düşünceye daldı. Bir adım gidiyor, yine duraklıyordu; bir türlü ilerleyemiyordu.

Daha fazla gidemedi, geri dönüp cüzdanı bulduğu yere geldi. Baktı ki bir adam orada birşeyler arıyor. Ne aradı­ğını sordu.

Adam da:

— Sorma birader, buraya cüzdanımı düşürmüştüm, onu arıyorum. İçinde çocuklarıma alacağım şeylerin pa­rası vardı. Bulamazsam çok üzüleceğim., dedi.

Salih Amca hemen cüzdanı uzattı:

— Bu mu yoksa?

— Evet evet o! Allah razı olsun sen mi buldun?

— Evet, ben buldum.

— Niye geri veriyorsun öyleyse? Bak bulurken kimse

de görmemiş.

— Kimse görmedi, ama birinin görmesinden bir türlü

kaçıramadım.

— Kim o? — Allah, Allah her şeyi görür, bilir. Melekler de yazar. Bu yüzden çocuklarıma haram para yedirmekten kork­tum. Allah bana başkasının hakkını nasip etmesin diye dua ederek geri getirdim.

Adam birden gülmeye başladı:

— Duan kabul oldu aziz dostum, cüzdan sende kal­sın. Bu paranın hepsi senin, Hem de helâl olarak.

— Nasıl olur?

— Ben zengin bir adamım. Dürüst bir adama iyilik et­mek istedim. Ama adamın dürüst olduğunu nasıl bilebi­lirdim. Namazdan çıkınca içi para dolu cüzdanımı bura­ya kasten düşürdüm. Ben de geriye çekilip bakmaya baş­ladım. Az sonra sen geldin cüzdanı alıp götürdün, ama çok geçmeden geri dönüp sahibini aradın. Anladım ki, sen benim yardım etmek istediğim dürüst bir insansın. Allah'a verdiğim sözü tutuyor, bu paranın hepsini sana hediye ediyorum. Al, güle güle harca.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s.41

Utancından Allah Resulüne Bakamadı

11:31:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbrahim Efendi, iyiliksever bir insandı. Kendisinden yardım isteyenleri öyle 5-10 kuruş vererek başından savmaz, ihtiyacının hepsini karşılamaya ça­lışırdı. İstanbul'da bir ihtiyaç sahibine yüklü bir yardım yaptıktan sonra, aynı sene hacca gitmişti.

Bir sabah Kabe'yi tavaf ederken baktı ki, bütün Müslümanların kıblegâhına karşı, biri saygısızca uzanmış, uyuyor. Hemen adamı uyandırdı ve:

- Burada en küçük saygısızlık bile büyük günah sayılır. Sen istirahatını başka bir yerde yap, biz burada hürmet ile tavaf ederken, böyle laubalice yatı­şın bize ağır geliyor; senin de günahını çoğaltıyor, dedi.

Bu sözleri yan tebessümle dinleyen adam, sesini çıkarmadan kalkıp gitti. Hacı İbrahim de iyi bir iş yaptığına inanarak vicdan huzuru içinde tavafına devam etti.

O gece İbrahim Efendi gördüğü rüyada ak sakal­lı, miranı yüzlü iki zatın şu sözlerine muhatap oldu:

- Biz, Resûlüllah'ın (S.A.V.) gönderdiği elçileriz, hemen önümüze düş, mahkemeye gideceksin!

Ve İbrahim Efendi'yi önlerine alarak çölün ortasına doğru hızla yürüdüler. Hurma ağaçlan ile çev­rilmiş, şırıl şırıl sulan akan bir bahçeye götürdüler. Ortasındaki beyaz badanalı binanın önünde durdu­lar; ak sakallı zat içeri girdi:

- Getirdik ya Resûlallah, dedi.

Dışarıdan bunu duyan İbrahim Efendi'yi bir tit­remedir aldı. İçeri girince baktı ki, bir mahkeme te­şekkül etmiş. Hakim makamında Resûlüllah (S.A.V.) davacı yerinde de gündüz uykudan uyandırdığı adam var.

Bu manzara karşısında iyiden iyiye şaşıran Hacı İbrahim, utancından ayaklarının ucuna basa basa suçlu mevkine geldi ve titreyerek ayakta beklemeye başladı. Bir anlık sessizlikten sonra Resûlüllah Efendimiz, ona hitaben:

- Sen bu kardeşini uykusundan uyandırmak suretiyle istirahatına mani olmuşsun, şimdi senden davacı; ne dersin İbrahim Efendi? diye sordu.

Utancından bir türlü başını yerden kaldırama­yan İbrahim Efendi titrek bir sesle:

- Ya Resûlüllah, onu uykusundan uyandırdığım doğru, fakat niyetim istirahatına mani olmak değildi. Beytullah'ın önünde uzanarak yatması sebebiyle mü'min kardeşimizin saygısız duruma düşmesine mâni olmak kasdiyle bu ikazı yapmıştım. Yoksa kardeşimizi rahatsız etmek aklımdan geçmez.

Bu ifadeye bir diyeceği olup olmayacağı sorulan davacı dedi ki:

- Ya Resûlallah, madem ki kardeşimizin maksa­dı beni rahatsız etmek değilmiş, bilakis bana iyilik yapmakmış; o halde ben de hakkımı helal ediyorum, davamdan vazgeçiyorum.

Bu söz üzerine beraat eden İbrahim Efendi; kan ter içinde mahkemeden kurtularak evine geldi ve sa­bah erkenden rüyada başına gelenleri düşüne düşü­ne tavaf ederken, aynı adamın aynı yerde, evvelki gi­bi uyuduğunu gördü ve sitem ederek dedi ki:

- Şu yaptığını gördün mü? Beni Resûlüllah'a şi­kayet ettin, hâlâ heyecandan titremekteyim.

Adam gülerek şu cevabı verdi:

- Ben çok fakir bir adamım, bir ara ciddi bir aile sıkıntı ile karşılaştım, yüzümü kızartarak sizden sa­daka istedim; siz de beni daha başkasına yüz suyu döktürmeyecek kadar büyük bir yardımla kurtardı­nız. Bu iyiliğinize karşı ben de sizi Resûlüllah ile görüştürmek istedim ve bu bahaneyi buldum. Maksa­dım şikayet değil, seni Resûlüllah'la görüştürmekti, ama sen utancından hâkim mevkiinde oturan Resû­lüllah'a bakamadın!

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.140

19 Ekim 2013 Cumartesi

Şimdiye Kadar Neredeydiniz!

12:49:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Fehmi Yıldırım Bey anlatıyor;

1994 senesiydi. Arkadaşlarla yapacağımız bir sohbete geç kalmıştım. Onun için özür dileyip hem de mazeret beyanında bulunmak kastıyla dedim ki, bir arkadaşımın yakınına baş sağlığı için gitmiştim. Çok enteresan bir ölüm hadisesi idi. Aniden vefat eden adama, ölmeden hemen önce oğlundan, kızından ve damatlarından dört telefon gelmiş; "Merak ettik

Adam, birbiri ardına gelen bu telefonlardan dolayı oldukça şaşırmış, "iyiyim", demiş ama içinden de "Bu işte bir gariplik var!" diye geçirdikten sonra oturduğu yerde vefat etmişti. Bütün bu olanlar yarım saat içinde cereyan etmiş.

Ben bu enteresan hâdiseyi naklettikten sonra sohbette ilk defa gördüğüm bir genç, "Müsaade ederseniz, ben de buna benzer bir hâdise anlatayım?" deyip, bizden olur aldıktan sonra başladı anlatmaya:

-Sizlerin şu samimiyetiniz ve bu kadar güzel dostluk ve sohbetleriniz bana çok tesir etti. Yeni tanıştık ama, bugüne kadar niye sizleri bulamadım? diye hayıflanıyorum. Görüyor­sunuz bir kolum yok. Size bir trafik kazasını ve biraz önce bahsedilenlere benzeyen önsezileri anlatayım.

-Nişanlım ipek ile evlenmemize on gün vardı. O gün onu aldım bir bara götürdüm. Biraz sonra arkadaşım ve aynı zamanda adaşım Murat da İki kız arkadaşı ile birlikte yanı­mıza geldiler.

-Hayrola, hoş geldiniz, dedikten sonra onları hiç bek­lemediğim için "Niye geldiniz?" diye sordum. Onlar "Ölmeye geldik!" deyip gülüşmeye başladılar. "Biz de!" deyip şaka-lastik.

Biraz sonra Hakan isimli arkadaşım da iki kızla çıkıp geldi. O saatler, pek böyle biraraya geleceğimiz bir vakit olmadığı için onlara da "Hoş geldiniz. Hayrola bu saatte bu­raya niye geldiniz?" diye sordum, onlar da, daha önce ko­nuştuklarımızdan habersiz, gülerek "Ölmeye geldik!" dediler.

içkilerimizi içtikten sonra bardan çıktık. Ben arabamı Hakan'a verdim, biz de Murat'ın arabasına doluştuk. Hakan'a verdim, biz de Murat'ın arabasına doluştuk.

O akşam İpek'te bir başkalık vardı. Ben arka koltukta pencere kenarına, onun ise ikinci kızla benim arama orta yere oturmasını istiyordum. Çünkü Murat arabayı kullanacak­tı, kız arkadaşlarından birisi ön tarafa yanına oturmuştu. Ama ipek bütün ısrarlarıma rağmen ortaya oturmaya yanaşmadı ve benim ortaya oturmamı istedi, Ben de mecburen oturdum.

Biraz sonra yolda giderken çok şiddetli bir kaza geçirdik, Murat, ipek ve yanımdaki kız hemen orada ölmüş, ben komaya girmişim. Zaten kolum kopmuş, iç organlarım dışarı fırlamış. Ön tarafta oturan kız ise nasılsa kurtulmuş ve arabadan çıktığı gibi arkasına bakmadan gitmiş. Polisler gelmiş manzarayı görünce hepimizi de ölü zannedip morga kaldırmışlar. Sonra isim tesbiti için tekrar morga gelmişler, kapıyı açınca ben kımıldamış ve bağırmışım. Heyecana kapılan polis heyecandan silahını çekmiş fakat bayılıp yere yığılmış. (Bu polis birkaç ay psikolojik tedaviden sonra malu­len emekliye ayrılmış.)

Daha sonra beni hemen tedaviye almışlar, yurtiçinde ve yurtdışında uzun tedaviden sonra kendime gelebildim. Hakanlar da trafik kazası yapıp ölmüşler. Anlaşılan geriye iki kişi kalmıştı.

Murat bütün bunları anlatırken sanki nefesimizi tutmuş, pürdikkat dinliyorduk. Murat, meselenin değişik bir yönüne geçiş yaparak şunları söyledi:

-Sonradan şunları öğrendim. Arkadaşım Murat, kazadan 10-15 gün önce bir mezar hazırlatmış hatta bir hoca çağırıp, "Kur'ân oku, dua et", demiş. O da, "Burası boş mezar, ben kimin için yapacağını?" demiş. Adaşım, "Sen dua et, oraya girecek olan yakında gelecek", demiş.

Kazadan sonra işte o kazdığı mezara gömülmüş. Nişan­lım ipek de, son olarak benimle çıkmadan önce bütün elbise­lerini bavullara, valizlere doldurup üzerine, "Ben gelmezsem bunları fakirlere, Çocuk Esirgeme Kurumu'na verin", diye yazdığı bir not bırakmış. Zaten o gün inanıyordum ki, nişan­lım kazayı hissetmişti. Beni de çok sevdiği için orta yere otur­tarak korumak istemişti. Çünkü hiçbir zaman karşılaşmadığım inatçı tavrına ilk defa orada şahit oluyordum.

Bunları söylerken Murat'ın gözleri yaşarıyordu. Kafasını kaldırıp bir soru sordu:

-Allah'a imanı vardı, içki içmezdi, iyilik severdi, dürüsttü, fedakârdı. Ama yetiştiği durum itibariyle din adına pek birşey bilmezdi. Acaba Allah onu affeder mi?'

Fetret devrine benzer bir yokluk ve yabancılık içinde yetişen böyle birisi için, "Allah'ın merhameti geniştir, zaten Allah'tan hiçbir zaman ümit kesilmez", diyerek teselli etmeye çalıştık.

Murat, daha sonra kendisi için de şunları söyledi: "Ben Allah'a inanıyorum. Bir senedir de hiç içki içmedim. Ama dinden uzak yaşadım. Bilmiyordum. Elimden tutanım da yoktu. Allah beni de affeder mi?"

Biz yine Allah'ın rahmetinin genişliğinden bahisle teselli edici sözler söyledik. Gözlerinin içi gülüyordu. Fakat birden bire durdu ve "Fakat ben, bizi terkedip giden kızı öldürmek istiyorum, çok mu büyük günah işlemiş olurum?" diye sordu.

Biz de "Niçin?" diye sorduğumuzda o, "iki sebepten. Birincisi kazayı yaptıran o... Çünkü adaşımla sert bir münakaşaya tutuştu. Hatta direksiyonu elinden zorla almaya kalktı ve hızla giden araba bariyerlere çarptı. Sonra da hiçbirimize bak­madan, yardım çağırmadan bizi ölüme terkederek çekip gitti, ikinci olarak da, tahkikat sonucu arabanın içinde bizim beş kişi olduğumuz tesbit edilip ifadesine baş vurulunca da her­halde benim ölümden kurtulup işi düzeltmem mümkün olmaz diye verdiği ifadede benim şoförle kavga edip direk­siyona saldırdığımı ve dolayısıyla kazayı yaptırdığımı söyle­miş. Benim iyileştiğimi öğrenince önce İsviçre'ye kaçmış, sonra da Amerika'ya gidip birisiyle yaşamaya başlamış. Ama ben onu çok iyi takip ediyorum."

Biz, "Sakın ha... Madem iyi bir yola girmek istiyorsun, onu affet.. Allah affedenleri sever, inşaallah geniş ve engin rahmete mazhar olursun", dedik.

Murat bize, "Ben sizlerden ayrılmak istemiyorum, izin verirseniz bütün sohbetlerinize katılmak arzu ediyorum" dedi. Biz de bütün samimiyetimizle "bekliyoruz" dedik.

Öbür hafta kaza hakkında gazetede çıkan haberlerin kupürlerini de toplayıp bir dosya yaparak bize gelmek iste­miş fakat kazadan sonra yakalandığı sara hastalığının nöbeti gelince arkadaşı ismail Bey onu hemen evlerine götürmüş, iyileşince telefon ederek arkadaşlardan, gelemediği İçin ma­zeret beyan edip özür dilemiş. Bir sonraki hafta ise sara nöbeti onu banyoda yakalamış. Düşüp başı zedelenmiş ve acele hastaneye kaldırmışlar. Ziyaretine gittiğimizde bizi tanımıyordu. Birkaç gün sonra da vefat etti.

Bağdat Caddesi'nin bu sevilen genci için kızlı-erkekli bütün arkadaşları ağlıyorlardı. Cenazeye geldiler. Biz ken­dimizi tanıtıp yanlarına sokulunca, hepsi etrafımızda pervane gibi oldular ve "Murat sizlerle tanıştıktan sonra bize geldi ve arkadaşlar çok temiz insanlarla tanıştım. Onlarla görüşün iyi yolu bulalım. Bizim tuttuğumuz bu yol, yol değil. Ben, artık İslâmiyet'i öğrenip yaşamak istiyorum. Yoksa herşey fani, herşey boş." diye sizlerle mutlaka oturup sohbet etmemizi arzuluyordu, ama bizleri tanıştırmaya ömrü yetmedi, dediler.

Demek ki, Allah'ın kendisine bahşettiği son zamanı iyi değerlendirmişti. Ailesine de başsağlığına gittik. Orada da kız kardeşi, annesi ve babası bize "Murat hep sizden bahsediyor­du, sizi çok sevmişti" dediler.

Cenazenin olduğu gün, orada başı sarılı bir delikanlı vardı, "Murat'ı çok severdim. Vefatını duyunca arabamı duva­ra vurdum, onun için başımdan yaralandım. Ama size birşey söyleyeceğim. Sizinle tanışmamız için, mutlaka Murat'ın öl­mesi mi gerekiyordu? Niye bizleri de aranıza almıyorsunuz?" diyerek sitemlerini dile getirdi.

Sonra öğrendik ki, Murat çok cömert bir gençti. İpek'in ölümünden sonra ise iyice cömertleşmişti, Şimdi Karacaahmet Kabristanı'nda ölmeden önce nişanlısı İpek'in yanına yaptır­dığı mezarda yatıyor.

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s. 98

İnsanın Aceleciliği

10:28:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Çin'in bir köyünde bir yaşlı adam varmış... Çok fakirmiş. Ama kral bile onu kıskanırmış. Çünkü öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş; ama adam satmaya yanaşmamış... "Bu at, benim için bir dost... İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep...

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış ve başlamışlar söylenmeye:

- Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala sataydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın.

İhtiyar:

- Hüküm vermek için acele etmeyin, demiş. Sadece*At kayıp* deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi kendine dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.

- Babalık! demişler. Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.

- Karar ve hüküm vermek için gene acele ediyorsunuz, demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan, ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye düşünmüşler...

Bir hafta geçmeden, vahşi atlan terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşüp ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

- Bir kez daha haklı çıktın, demişler. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın, demişler.

İhtiyar:

- Siz erken hüküm verme hastalığına tutulmuşsunuz, diye cevap vermiş köylülere. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu... Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde kapına gelir ve daha sonra neler olacağı size asla bildirilmez...

Birkaç hafta sonra, düşmanlar büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan büyük gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, İhtiyarın sakatlanan oğlu dışındaki bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin öleceğini ya da esir düşüp köle olarak satılacağını biliyorlarmış.

Köylüler, ihtiyara gelmişler...

- Gene haklı olduğun anlaşıldı, demişler. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.

- Siz erken karar ve hüküm vermeye devam edin, demiş ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

La Tzu, etrafına anlattığı bu gizemli hikayesini, şu nasihatle tamamlarmış:

- Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında hüküm vermekten kaçının, Karar aklın durması halidir. Hüküm verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Üstelik akıl, insanı daima karara, hükme zorlar.

Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Ne var ki, gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 111

Cebrail (as) hz. Ebu Bekir'i İmtihanı

10:06:00 Posted by Mücahid Reis

"Cebrail aleyhisselâm, Hazreti Ebu Bekir'i Resûlüllah'a kargı ne ka­dar sevgisi olduğunu öğrenmek istediğini Hak Teâlâ'dan istedi. Cenab-ı Allah ona imtihan etmesini emretti. Cebrail aleyhisselâm bir bayram sabahı Hz. Ebu Bekir'in geçeceği yol üzerine bir âmâ gibi oturdu. Haz­reti Ebu Bekir bayram günü en yeni ve kıymetli elbiselerini giymiş Resûlüllah'ın yanına gidiyordu. Tam Ebu Bekir (r.a.) önüne geldiği za­man :

—Hazreti Muhammed'in sevgisi için bana bir şey vereni Allah affetsin, dedi. Hazreti Ebu Bekir bunu duyunca sırtındaki cübbesini çıkarıp verdi:

—Bu sözü tekrar söyler misin? Diye sordu. Âmâ tekrar söyledi. Hazreti Ebu Bekir bu sefer çıkarıp sırtındaki elbiseyi verdi. Tekrar söy­letip ayakkabısını da verince üzerinde ancak örtünecek kadar elbise kal­mıştı.

Yolun ortasında kalan Hazreti Ebu Bekir'i o ara Bilâl-i Habeşi (radıyallahu anh) görüp elbise getirmesi için eve gönderdi.

Yolda Bilâl'a (r.a.) Peygamberimiz rastlayıp nereye gittiğini an­ladığı için :

—Ya Bilâl, Ebu Bekir'in elbisesini alan Cebrail (as)dır. Bana olan sevgisini ölçmek için böyle yaptı, buyurdu. Hazreti Bilal elbiseyi, Hazreti Ebu Bekir'e götürüp teslim etti ve Resûlullah'ın huzuruna geldi. O zamana kadar Cebrail aleyhisselâm elbiseyi getirip Peygamber Efendimize vermişti bile, Peygamber Efendimiz :

—Ey Ebu Bekir! Al elbiselerini, imtihanı kazandın. Cebrail karde­şim seni imtihan etmişti. Bana olan sevgini Öğrenmek istemişti, buyur­du.

Bunun üzerine Hazreti Ebu Bekir :

—Ya Resûlullah! Ben o elbiseyi senin sevgin için verdim, buyurdu. Sonra geri alamam istediğiniz yere verin, dedi. Elbiseyi bir fakire hediye ettiler.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Siz Böyle Cimri Adam Duydunuz mu?

09:43:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Tarih boyunca iki duygu çarpışmıştır:

— Cömertlik ve cimrilik!

İnsanlar hep bu iki duygunun imtihanı içinde ömür­lerini sürdürmüşler, iki anlayışın ibretli örneklerini bıra­karak hayat sahnesinden çekilip gitmişlerdir.

Kimileri cimrilik örneği bırakmış, kimileri de cömert­lik numuneleri sunmuş, ahirete cömertlerden biri olarak girme saadetine erişmiştir.

Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, cömert­likle cimriliği iki dala benzetir ki, bu dalların birinin kö­kü cennette, birininki de cehennemdedir.

Kim hangisinin ucuna takılırsa onun kökün de bu­lunduğu yere varır.

İşaret etmeye gerek yoktur ki, cömertin tuttuğu dalın kökü Cennettedir. Cimrinin tuttuğu dalın kökü de Ce­hennemde.

Demek, cömertlik insanı en sonunda Cennete götü­rür. Cimrilik de Cehenneme...

Cimrilikte öyle hasislik, öyle aç gözlülük vardır ki, bu hale düşen adamın artık gözü, gönlü hep başkasının ma­lında, başkasının yardım ve ikramdadır. Kendisi kim­seye bir lokma vermez, ama herkesten her zaman ihsan, ikram bekler. Hatta olmayacak yerlerden bile ianeler umar, durur.

Bu yazımızda sizlere Arabın aç gözlü cimrisinden ör­nekler arzetmek istiyorum. Bizim aç gözlülerimize de ib­ret olur inşallah.

Sizler Eş'ab'ı duymamışsınızdır. Bu yazıda Eş'ab'ı ya­kından tanıyacak, aç gözlülük, cimrilik, bahillik nasıl olurmuş ondan öğreneceksiniz.

Bir insan böylesine cimrilik, bahillik girdabına dü­şerse, onun hali felakettir. En acı lokma kendisininki, en tatlı lokma da başkalarından aşırdığı olur artık.

Araplar aralarında bir cimri, bahil adam görünce:

— Eş'ab gibi derler, Eş'ab'ı cimrilikte örnek gösterir­lerdi.

Büyük sahabi Hazret-i Zübeyr'in (r.a.) azad ettiği kö­lelerden olan Eş'ab, komşularından birinin bacasından duman çıktığını görünce hemen eline ekmeğini alır kapıda beklemeye başlarmış. Neyi beklermiş biliyor musu­nuz?

Bacasından duman tüten komşu, belki pişirdiği ye­mekten Eş'ab'a da getirebilirmiş. Beklediği budur.

Eş'ab bir gün çömlek satan adamın dükkanına girer. Çömlekleri şöyle bir inceledikten sonra teklifini yapar.

— Bundan sonra çömlekleri biraz daha büyükçe yapın, olmaz mı?

Adam ümitlenir:

— Efendi, büyük çömlek istiyorsanız getireyim, yahut da istediğiniz büyüklükte yaptırayım, kaç tane istiyorsunuz?

Eş'ab'ın cevabı tam Eş'ab'lık:

— Hayır, ben çömlek filan alacak değilim, der. Düşündüğüm odur ki, bu çömlekleri alanlardan biri bir gün bana yemek getirecek olursa bunlar az yemek alır da onun için..

Eş'ab'm açgözlülüğünü bilen biri, bir gün onu sevin­dirmek için yemeğe davet eder. Eş'ab sofraya oturduğun­da biri kapıyı çalar. Eş'ab, kapının açılmasına şiddetle karşı çıkar.

— Tam yemekte iken kalkılır da kapı açılır mı? Bırak beklesin yemek bitinceye kadar, der.

Ev sahibi açıklamada bulunur:

— Efendim, bu gelen öyle meziyeti olan biridir ki, başkasının sofrasından yemek yemez, deyince Eş'ab he­men sözünü keser:

— Başka faziletini saymaya gerek yoktur, aç kapıyı gelsin öyle ise...

Ne dersiniz bu manzaraya? Cimriliğin, aç gözlülüğün böylesine pes mi? Yoksa bizim de bundan az-çok hisse­miz var mı? Düşünmeliyiz?

Kaynak:Ahmed Şahin, Olaylar Konuşuyor, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 45

18 Ekim 2013 Cuma

Çocuğunuza Kur’an Telkin Ettiniz mi?

08:25:00 Posted by Mücahid Reis No comments



İşadamı Sakıp Sabancı, kızını batı standartlarında tahsil yapması için İngiltere’deki Harward kolejine kaydettirmiştir…

Okul idaresinin, kolejin çeşitli bölümlerini Sabancı’ya gezdirdikten sonra kiliseyi göstererek:” Burası da dini ibadet yeri ” deyip “Senin kızın Müslüman olduğu için dini ibadet günlerinde Kur’anı Kerim getirsin, istediği günlerde okusun. Siz Kur’an okumasını kızınıza telkin ettiniz mi?” diye sormuşlardır… .

Sakıp Sabancı’nın daha sonra bu hadisenin değerlendirmesini yaparken :

“Allah var, doğrusu ben kızımla beraber Kur’an-ı Kerim getirmemiştim. Kızıma da telkinde bulunmamıştım çok utandım. Sırtım terledi. O ‘gavur’ dediğimiz bana verdiği dersten çok mahçup oldum. Adeta yüzüme bir şamar patlamıştı. Ve Türkiye’ye geldiğimde kızıma hemen bir açıklamalı Kur’an-ı Kerim gönderdim.” diyerek kızına dini bilgiler öğretmediğinden dolayı mahcubiyetini itiraf etmiştir.

Kaynak: Vakkasoğlu, Vehbi; Öğretmenin Not Deiteri, cilt 5, Cihan Yay., İstanbul/ 1992, s. 72

Yaşlı Marangoz

08:18:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Yıllardır yanında çalıştığı müteahhidini de çok seviyordu ama artık bu işlerden iyice bıkmıştı.

İşi bırakmak ve emekli olmak istediğini çok sevdiği müteahhide söyleyince müteahhit çok üzüldü bu duruma. Ve ondan, kendisine son bir ev yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti ama gönlünden gelerek çalışmıyordu. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Mesleğinde zirve olmanın hiçbir izini taşımayan bu evi normalinden de kısa sürede bitirdi.

İşini bitirdiğini müteahhide söyleyince müteahhit de şaşırmıştı. Çünkü şimdiye kadar bu kadar kısa bir sürede hiçbir evi teslim edememişti patronuna. Müteahhit, evi gözden geçirmek için geldi. Evi baştan sona dolaştıktan sonra dış kapının anahtarını marangoza uzattı. “Bu ev senin” dedi, “yıllardır bana ettiğin hizmetlerin karşılığı olarak sana benden hediye.”

Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı. Eğer yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi ne de güzel, özenerek yapardı onu!

Hayat bizim için de bazen böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda yaptığımız işe, elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da şoka girerek kendi yaptığımız o baştan savma evde yaşayamayacağımızı anlarız.

Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Tekrar bu hayatı yaşayabilsek çok daha farklı ve hatasız yaşamaya çalışırız. Ne var ki; hayata geri dönüş ve tekrar bir şeyler yapabilmek mümkün olmaz hiçbir zaman.

Marangoz sizsiniz. Müteahhit ise bize ömrümüzün sonunda dünyada yaptıklarımızın karşılığını verecek olan Rabbimiz.

Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da duvar dikersiniz ama o evi kendinize yapar gibi yaparsanız çok güzel bir eser meydana getirirsiniz.

Bugün yaptığımız davranış ve seçimler, yarın belki de içinde ebedi yaşayacağınız evi kurar bizlere. Öyle ise onu akıllıca ve gönlünüzden gelerek yapın. Ne müteahhide karşı mahcup olun, ne de kendinize karşı...

Kaynak:Anonim 

Zulmetmediysen Zulüm Görmezsin

07:51:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İran'da bir zamanlar zalim bir hükümdar yaşı­yormuş. Saltanatını halka zulüm ve baskı ile yürü­tüyormuş.

Bir gün, şehirde gezerken bir evin bahçesinde gördüğü bir kadına göz koymuş, adamlarına onu sa­rayına getirmelerini emretmiş. Adamları zalim hü­kümdara:

- Efendimiz, o göz koyduğunuz kadın, şehirde bir marangozun karısıdır. Kendisi ve kocası çok din­dar, çevrede oldukça sayılıp sevilen kimselerdir. Düşmanlarınız sizin bu arzunuzu duyup, aleyhinize işi büyütebilirler. Siz marangoza bu gece sabaha ka­dar yapamayacağı bir iş teklif ediniz. Sonra da emri­nizi yerine getirmedi bahanesiyle, kendisini idam ediniz. O zaman göz koyduğunuz karısı dul kalır, kendiliğinden size gelir, aleyhinizde herhangi bir de­dikoduya da sebebiyet verilmemiş olur.

Zalim hükümdar, akılcılarının verdikleri bu aklı pek beğenerek, marangozu çağırtmış, şöyle konuşmuş:

- Bu gece sabaha kadar, öd ağacından olmak şartıyla, on tane süslü sandık yapacak; şafak vakti göndereceğim adamlarıma teslim edeceksin haberin olsun!..

İyi kalpli Marangoz buna imkânı olmadığını, ver­diği mühleti birkaç hafta uzatmasını istemişse de, zalim Hükümdarı kararından döndürememiş.

- Şafak vakti göndereceğim adamlarıma, ya on sandığı teslim edersin, yahut da buna mukabil ken­di kelleni verirsin.

Marangoz heyecan ve telâş içinde evine gelmiş, gözyaşı döküp ağlamaya başlamış. Ailesinin ısrarı üzerine de, zalim hükümdarın teklifini anlatmış. Ha­nımından gözyaşları içinde helâllik dilemeye başla­mış. Kadın kocasına:

- Dur bakalım, acele etme, demiş ve ilave etmiş:

- Sen hiç kimseye zulmettin mi?

- Hayır, ben hiç kimseye ne zulmettim, ne de birinin namus ve ırzına yan baktım, işimde ve evimde, kendi halimde yaşayıp duruyordum işte!

Bu sözler üzerine kadın:

- Öyleyse, boşuna telâş etme! Zulmetmediysen zulüm görmezsin, demiş. Fakat adamda ümit iyice kaybolduğu için, "Şu­nun şurasında ne kaldı ki, neredeyse Hükümdarın adamları gelecek diye hayıflanıyormuş.

Kadın ise:

- Hiç telâş etme! Zulmetmediysen zulme uğra­mazsın. Bakalım Mevlâ neyler? diyerek serinkanlılı­ğını muhafaza etmekteymiş.

Sabaha doğru kapı güm güm vurulmuş. Maran­goz, heyecandan elleri, ayaklan titreyerek:

- Eyvah, işte geldiler; halbuki sandıkların bir ta­nesi bile meydanda yok!... Demiş, korkudan ecel ter­leri dökmeye başlamış. Kapının açılması üzerine hız­la içeri giren hükümdarın adamları:

- Çabuk marangozhaneye, demişler. Adam hanımına:

- Görüşmek artık mahşere kaldı, haydi Allah'a ısmarladık!... Deyip vedalaşmış. Hükümdarın adam­ları bu sözlere kızmışlar:

- Neden görüşmeniz mahşere kalsın? Yapacağın, sadece bir tabuttan ibarettir, demişler.

Marangoz anlamayınca da şu izah vermişler:

- Bu gece yansı, hükümdar anî bir kalp krizi ne­ticesinde öldü. Onun cenazesi için bir tabut yapma­nı, yeni hükümdar emretti. Yapacağın bundan iba­rettir!..

Kaynak:Mehmet Dikmen, Esrarengiz Olaylar, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s.92

Zehirli Ekmek

07:35:00 Posted by Mücahid Reis No comments


"Her ne doğrarsan aşına, o çıkar karşına," (Atasözü)

Sık sık evinin kapısını çalıp bir şeyler dilenen kadından bıkıp, oldukça rahatsız olan evin hanımı, bir gün yine aynı dilenci kapısını çaldığında ondan kurtulmaya karar verir. Dilenciye biraz beklemesini söyleyip mutfaktan bir ekmek alır ve ortasından yararak arasına peynir, zeytin yerleştirir. Tabii bu arada arasına haşarat öldürmede kullandığı kuvvetli zehirden dökmeyi de ihmal etmez.

Dışarıya çıkıp ekmeği dilenciye uzattığında, kadın "Allah razı olsun." deyip evden ayrılır.

iyice acıkan kadın bir caminin avlusunda biraz önce kendisine verilen ekmeği çıkarıp tam yiyeceği esnada elini yüzünü yıkamakta olan bir askerin kendisine baktığını görür. Askerin halinden, yoldan geldiği ve yorgunluğu anlaşılmak­tadır. Dilenci, askerin bakışlarından onun aç olduğunu ve sanki "Biraz da bana ver." mânâsını çıkarmıştır. Gencin haline acıyan kadın ekmeğin hepsini askere buyur eder ve oradan uzaklaşır.

Dilenci kadının verdiği ekmeği iştahla yiyen asker, çok geçmeden acıyla kıvranmaya başlar. Bir müddet sonra camiye gelen cemaat yerde kıvranan gencin kimin nesi olduğunu sorup öğrendikten sonra alıp evine götürürler.

Evin hanımı, aylardır binbir ümitle terhisini beklediği yeni terhis olmuş oğlunu perişan vaziyette karşısında görünce çırpınmaya, dövünmeye başlar. Biraz zaman geçip de sakinleşen kadın, oğluna ne olduğunu, niçin kıvrandığını sorup öğrenmeye çalışır.

Delikanlı biraz önce, cami avlusunda bir dilenci kadının kendisine ekmek verdiğini, onu yedikten sonra bu hale geldiğini söyleyince kadın ona verdiği ekmeği hatırlar ve başından aşağıya kaynar sular dökülür. "Ben ne yaptım?" diye dövünmeye başlar ama iş işten geçmiştir, Arslan gibi delikanlı oracıkta hayata gözlerini yumar.

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s. 96

17 Ekim 2013 Perşembe

Fakir Gencin Doğruluğu

10:31:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Fakir delikanlı Kabe'nin etrafında hem dolaşıp tavaf ediyor, hem de durmadan şöyle dua ediyormuş: — Ey bu Kabe'nin sahibi, benim evlenemeyecek kadar fakir biri olduğumu biliyorsun. Ne olur, tavaf ettiğim şu Beyt-i Şerif hürmetine beni fakirlikten kurtar, ev-bark sahibi olacak kadar bir imkâna sahip kil!

Hac mevsimi boyunca bu duayı tekrarlayan fakir genç, bir akşam üzeri yine duasını yapmış, çıkarken ayaklarının ucunda altın işlemeli bir kese görmüş. Eğilip alarak içini açıp bakmış ki, saf altınla dolu koca bir kese. Titremeye başlamış. Kendi kendine söyleniyormuş:

— İşte yaptığım duam kabul oldu. Evlenip, ev-bark sahibi olacak kadar servet elime geçti.

Ama hemen arkasından kalbinden sesler işitir gibi ol­muş:

— Hayır, bu para senin değildir. Bulana helâl değildir. Sahibine mutlaka vermen gerektir.. Derken yaşlı bir ada­mın feryadı duyulmuş:

— İçi altın dolu kesemi kaybettim, bulan yok mu? Hemen yaşlı adamın yanına koşmuş:

— Baba, demiş, işte kesen, buyur, al, boşuna telâşlanma!

İhtiyar, keseye bakmış, içindeki altınları bir bir say­mış, eksiksiz, tam olarak kendisine verildiğini anlamış. Parayı iade eden gence dönerek:

— Bunu bana iade ettiğin için sana yüz dinar versem alır mısın? diye sormuş.

— Hayır, istemem.

— Peki elli dinar olsun. Onu da mı almazsın?

— Hayır, onu da istemem.

— Peki, ne istersin ya?

— Ben benim gibi kullardan bir şey istemem. Ben Allah'dan istedim. Allah verirse O'ndan alırım. Kullardan hakkım olmayan şeyi istemem.

Yaşlı adam bu gencin tok gözlülüğüne, haramdan uzak kalışına hayran olmuş. Oradan ayrılarak uzaklaşır gibi yapmış, peşinden genci takibe başlamış. Delikanlı­nın kaldığı evi, gerçek durumunu gizlice tahkik etmiş. Bir gün gencin evine yaşlı bir hanım gelmiş:

— Oğlum, sen böyle yapayalnız ne yapıyorsun bu ev­de? demiş. O da durumu anlatmış. Kimsesiz, öksüz bir genç olduğunu söylemiş. Yaşlı hanım kendisini dikkatle dinledikten sonra söyle bir teklifte bulunmuş:

— Benim şimdiye kadar yabancı bir erkeğe asla görünmemiş bir tane kızım var, onu sana vermek istiyo­rum. Senin gibi dindar bir gence bizim ihtiyacımız var.

— Ama teyze, ben fakir bir gencim, ne param, ne barı­nacak doğru dürüst evim var, deyince de yaşlı hanım şöyle karşılık vermiş:

— Evladım, senin evin de var, paran da. Gel bakayım benimle..

Fakir genç merak ve heyecanla yaşlı hanımın peşine düşmüş, birlikte bir müddet yürüdükten sonra, saray gi­bi bir evin kapısına gelmişler. Bir de ne görsün, Kâbenin yanında parasını bulup da verdiği yaşlı zat kapıda duru­yormuş. Gencin şaşırdığını gören yaşlı zat şöyle konuş muş:

— Evlâdım, hiç şaşırma. Ben Kabe'nin etrafında dolaşıp tavaf ederken Rabbime sığınıyor, "Ey Yüce Rabbim, benim bu biricik kızımı senin emirlerine çok sadık, din dar bir gence nasip eyle, haram-zâdelere düşürme" diye yalvarıyordum. Bu duamın senin hakkında kabul oldu­ğunu tahmin ediyorum. Nitekim istediğim gencin sen ol­duğunu gösteren bir olay da o sırada cereyan etti. Dikkat et. Şu benim beğeneceğini sandığım tertemiz yürekli kı­zım, şu da ikinize bağışladığım evim. Teklifimizi kabul edersen bizi sevindirmiş olursun, belki kaderin hükmü­nü de böylece yerine getirmiş oluruz. Fakir genç, kendisi gibi o zatın da dua ettiğini anla­yınca, bunda hikmet var deyip teklifi kabul etmiş. Böyle­ce yokluğu kapıdan attığı gibi, huzurlu ve mes'ud bir yu­vanın da sahibi olmuş. Onların bu hâli de bir ibret dersi olarak kitaplara yazılmış, bizlere kadar nakledilmiş. Al­lah'ın, doğruların yardımcısı olduğu böylece nazara veril­miş.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 125

12 Ekim 2013 Cumartesi

İbretlik Bir Hadise...

12:11:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Anadolu Evliyalarından Beyzâde Efendi, bir sene hacca gitmeye karar verir… Hac için yolculuğa çıkma zamanını kararlaştırdılar. Eş ve dostları ile vedâlaştı. Tam hac yolculu­ğuna çıkacakları haftalarda eşi hastalandı. Bir gün hanımı yatakta yatarken dışarıdan et kokusu geldi. Kocasına seslendi:

–Efendi! Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git benim hatırım için bir parça isteyiver. Canım çekti. Beyzâde Efendi:

-”Hatun! Senin İsteğin et olsun çarşıya gideyim sana etin ve kebabın en iyisini getire­yim. Kadın ısrar etti:

-”Hayır istemem…. Ben sadece kokusu burnuma hoş gelen bu eti istiyorum. Beyzade Efendi diretir:

-”Hanım çok şükür biz varlıklıyız. Gidip fakir bir komşudan et istemek bize yakışmaz… Bizim onlara vermemiz lazım… Kadın:

-”Ben hastayım, canım kokusu burnuma hoş gelen o eti istedi… Eğer bana biraz merhametin var git komşulardan o kızarmış eti bana iste. Beyzâde Efendi mecburen utana utana komşunun kapısına gitti… Kapıyı kendisine açan komşu kadına durumu anlattı. Komşu kadın: -”Bu eti size veremem? -Neden?

-Bu et size haram? -Ya size? -Helal. -Neden?

-Efendim! Üç günden beri çoluk-çocuk açız… Çocukların ağlamalarına fazla dayanama­dım. Haram olan bir necis eti getirip pişirerek onları oyalamaya çalışıyorum…

Beyzâde Efendi evine koşar. Hac için ayırmış olduğu paranın büyük bir kısmını getirir kadına verir. Geri kalan parasını da çevresindeki fakirlere ve ilim talebelerine dağıttı. Bütün parasını dağıtarak fakir hale düştüğü için üzerinde haccın farziyeti düştü.

Bir hafta sonra Harputlular hacca giderken Beyzâde Efendi gitmedi. Sebebini de açıklamadı. Arkadaşları bin bir zorluklarla Mekke-i Mükerremeye vardıklarında Beyzâde Efendi’yi orada gördüler. Her yerde onu önlerinde gördüler… Haline şaştılar. Bir mâna veremediler. Hacılar Harput'a döndüklerinde durumu kendisine sordular. 0: -Siz Ka’beye hep yürümekle mi varıldığını sanırsınız? -Peki bu dereceye nasıl yükseldiniz? -Hayır ve hasenat yüzünden….

Beyzâde Efendinin bu hadisesinden sonra Harput’ta bir fakir hiçbir zaman muhtaç duruma düşmedi. Zenginler, fakir aramak için yarıştılar… Zekat ve sadaka verecek fakir bulamadıkları zaman bile oldu

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri: 3/639-640.

Ebû Bekir ( r.a.)`ı Yükselten Şey Nedir ?

12:10:00 Posted by Mücahid Reis 1 comment


Hazret-i Ali (k.v.)’den hikâye olundu. Buyurdular: -”Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin halifesi Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) hazretlerine sordum:

-”Ey Resûlüllah’ın halifesi! Bu yüce menzil ve mertebeye ne ile ulaştın?

Hakikaten hepimizi (bütün sahabeleri) geçtin?” de­dim.

Hazret-i Ebû Bekir Stddîk (r.a.) buyurdular:

-”Beş şeyle...”

Birincisi: İnsanların iki sınıf olduğunu gördüm.

1 - Dünyayı isteyenler,

2- Âhireti isteyenler. Ben Mevlâyı istedim…

İkincisi: Ben İslama girdiğim zamandan bu yana asla dünya yemeklerinden (doyuncaya kadar yiyip) doymadım. Çünkü marifetüllâh’ın lezzeti, beni dünya yemeklerinin lezzetlerinden alıkoydu…

Üçüncüsü: Ben İslama girdiğim vakitten bu yana dünya sularından kana kana içmedim. Çünkü muhabbetüllah. beni dünya sularından (ve şerbetlerinden) alıkoydu…

Dördüncüsü: Her ne zaman karşıma iki amel çıksa: biri dünya ameli ve diğeri de âhiret ameli: (bunların içinden her zaman) âhiret amelini dünya ameli üzerine tercih ettim.

Beşincisi: Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle sohbet ettim. Onun sohbetini güzel yaptım.

Derim ki: Bundan dolayı Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) hazretleri, Efendimiz (s.a.v.) hazretleriyle olan sohbetten bir saat bile ayrılmadı. Hatta onunla beraber mağaraya girdi. Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin katlandığı bütün zorluk ve şiddetlere maruz kaldı… Bununla beraber, Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) hazretlerinin kalbi, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerine vasıl olmaktan asla bozukluk göstermedi ve Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinin emirlerine muhalefet etmeyi asla düşünmedi. Bu bâzı sahabelerden vâki olduğu gibi, (Uhud günü) hezîmete uğrayanlar gibi….

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/155-157.

Haram lokma

12:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri buyurdular:

-”Bir gece beyt-i makdîsteki sahranın ( kayanın ) altında ibâ­detle meşgul idim.

Gecenin bazısı geçtiğinde, iki melek indi.

O iki melekten biri diğer arkadaşına:

-”Burada olan kimdir?” diye sordu. O da:

-”İbrahim Edhem’dir!” dedi. Diğer melek:

(-Hangi İbrahim Edhem?)

-”Hani…! Allâhü Teâlâ hazretlerinin derecesini düşürdüğü şu İbrahim Edhem…” Diğeri sordu:

-”Allâhü Teâlâ hazretleri niçin derecesini indirdi?” O:

-”İbrahim Edhem, Basradan hurma satın aldı. Hurma satın alırken bakkal’ın hurmalarından bir hurma, onun hurmalarının içine karıştı!” dedi.

İbrahim Edhem (k.s.) hazretleri buyurdular:

-”Basraya gittim! O adamdan hurma satın aldım. Satın aldı­ğım hurmalardan bir hurmayı onun hurmalarının içine koydum. Ve yine beyt-i makdise döndüm. Yine sahranın (kayanın) altında geceledim. Gecenin bir kısmı geçtiğinde, bir de baktım iki melek­le beraberim. O iki melek gökten indiler. İkisinden biri diğerine;

-”Burada kim var?” dedi. İkisinden biri;

-”Bu Hurmayı yerine reddeden ve bu amelinden dolayı dere­cesi yükselen İbrahim Edhem’dir!” dedi.

işte hakikî takva budur.

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-Beyan Tefsiri: 4/269-270.

İslâm'da Kayırma Olmaz

12:05:00 Posted by Mücahid Reis No comments
Hazreti Ömer, hilâfeti zamanında , yanında oğlu Abdullah ve Hz. Hasan olduğu halde Medine sokaklarında dolaşıyordu. Bir sokaktan geçerken gayet zayıf kalmış, bakımsız bir çocuk görüp:

“Bunun hiç kimsesi yok mu acaba? Nasıl insan bunlar, çocuğa hiç bakmamışlar” dedi. Oğlu Abdullah:

“Baba tanıyamadın mı? O senin torunun, benim de kızımdır, deyince, Hz. Ömer kızdı ve:

“Yazıklar olsun sana” dedi. Babasının öfkelendiğini anlayan oğlu:

“Baba ne yapayım, sen halifesin bana biraz daha imkan versen çocuğa daha iyi bakardım. Elindeki imkanları kullanıp bana daha fazla fırsat vermiyorsun ki” dedi. Bu söz üzerine halife:

“Vallahi oğlum, diğer Müslümanlara yaptığımdan daha fazlasını sana yapamam. Onlara ne yapıyorsam sana da ancak o kadar yapabilirim. Bunu böyle bil” dedi.

Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Krem

11:59:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Televizyon spikeri, kameraman arkadaşı ile birlikte geldiği süpermarkette canlı bir röportaj yapıyordu. Herkes ekranda görünmek için onların etrafını sarmış ve kendilerini ön plana çıkarabilmenin telaşına kapılmıştı. Spiker, çevresindeki hanımları inceden inceye süzdükten sonra, elindeki mikrofonu genç bir kıza uzatarak:

Sayın bayan, dedi. Güzellik konusunda tarafsız bir araştırma yapıyoruz. Özellikle cilt güzelliğinizi neye borçlu olduğunuzu sorabilir miyim size?

Genç kız kot pantolonuna kadar sarkan saçlarını geriye savurup bakışlarını devirirken:

Henüz yeteri kadar para kazanamadığım için cildime salatalık kabukları yapıştırıyorum, dedi. Arada bir de salatalık kremi kullanıyorum. Bu yüzden de parıl parıl parlıyor elbet.

Spiker bu sefer genç bir kadına dönerek:

Ya siz hamfendi? diye sordu. Sizin de cildiniz çok bakımlı görünüyor.

Kadın kendinden emin vaziyette:

Ben pahalı bir “ cilt bakım seti “ ne sahibim, dedi. Düzenli olarak cildime bakar, sabah akşam kremleyip nemlendiririm.

Röportajın burasında, orta yaşlı bir hanım devreye girerek:

Vaktiyle ben de öyle yapmıştım kızım, dedi. Ama cildimin nemi fazla kaçmış olmalı ki, üç-beş sene sonra ıslak çamaşır gibi aşağı sarktı.

Spiker canlı yayanda oldukları için durumun kötüye gittiğini anlamıştı. Kadının sözlerini boğuntuya getirmek gayesiyle birkaç defa öksürüp lafı kıvırtarak:

İyi ama hanfendi, diye atıldı. Cildiniz fena görünmüyor ki:

Kadın boynundaki fuları çözüp altındaki dikişleri gösterirken:

Estetik ameliyat diye bir şey duymadın galiba, diye çıkıştı. Cildimi gerdirmek için az mı bıçak altına yattım ben?

Spiker, bir anda berbat olup meslek hayatını tehlikeye sokan röportajını nasıl noktalayacağını düşünürken, süpermarketin raflarına mal dolduran yaşlı bir kadını fark etti. Kadın, oldukça fakir görünmesine rağmen çevresindeki bütün meraklılardan daha değişik güzelliğe sahipti. Spiker, çalıştığı televizyona boy boy reklam veren kozmetik firmalarını daha fazla kızdırmamak gayesiyle ister istemez o tarafa yönelerek:

Teyzeciğim, dedi. Lütfen bizi bağışlayın. Güzellik ve cilt bakımı konusunda araştırma yapıyoruz. Siz ilerlemiş yaşınıza rağmen bu kadar güzel olan cildinize hangi kremi sürüyorsunuz?

Yaşlı kadın, nurlu yüzünü çevreleyen başörtüsünü biraz daha sıkarken, hafifçe gülümseyerek:

Biz yüzümüze krem falan sürmeyiz evlad, dedi. Ama yüzümüzü seccadeye süreriz. Farkettiğin güzellik secdelerin nurudur.

Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler 

Doğruluk

11:56:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:

- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...

Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:

- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?

Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:

- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.

Hazreti Habib mahcup bir şekilde:

- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.

* * * Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 149-150

Şeytan Sizi Ne Etsin?

11:54:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yahudinin biri, Efendimiz(s.a.v.) hazretlerinin huzuruna geldi. Ve Efendimiz(s.a.v.) hazretlerine;

-“Ey Muhammed! Huzuru kalble ve şeytanın vesveselerinden uzak bir şekilde ibadet ediyoruz! Ama senin ashabından kendilerine vesveselerin geldiğini işitiyoruz!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz(s.a.v.)hazretleri(yanında bulunan) Ebu Bekir(r.a.) hazretlerine;

-“Sen buna cevap ver!” buyurdu.

Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir(r.A.) buyurdu:

-“Ey Yahudi! İki ev var! O evlerden biri, altın, gümüş, inci, yakut, değerli kumaşlar ile dolu….

Diğer evde, bu zikredilenlerden hiçbir şey yok. Bomboş ve harap bir evdir.(Söyle bakayım) hırsız bu değerli para ve eşya ile dolu eve mi girer; yoksa boş olan eve mi?” Yahudi:

-“Tabi ki hırsızlar, değerli eşya ile dolu ve para bulunan eve girerler” Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir(r.A.) buyurdu:

-“İşte bizim(Müslümanların) kalbleri!

1. Tevhid,
2. Marifet,
3. Takva,
4. İhlas,
5. İyi niyet,
6. Ve benzeri faziletlerle doludur.

Sizin kalbleriniz ise bu güzellik ve faziletlerden bomboştur. İşte bundan dolayı “Hannas” olan şeytan sizin kalblerinize yönelmez.(Şeytan sizi ne etsin?) dedi.

Bunun üzerine Yahudi hemen Müslüman oldu…

Kaynak : Ruhu’l Beyan Tefsiri 15 cilt Sayfa 423

Allah'ın Tokadı Gelince Sert Vuracağını Düşün

11:52:00 Posted by Mücahid Reis No comments


"Seksen yaşını aşkın bir teyzeyle konuşuyorum. O yaşta sırtında ot dolu sepetiyle tarladan yeni gelmiş. Bir güler yüzlü, bir tatlı dilli, beyaz tenli ve çemberinin uçlarından sapsarı saçları görünüyor. Ekrandan iyi tanıyor beni… Konuşuyoruz. Bir mübarek dualar ediyor. Bin maşallah.

Söz dönüp dolaşıp kocasına geliyor… `Evladım, kocam yirmi yıl dövdü beni.` dedi. `Yirmi yıl sırtıma değnek yedim. İmtihan dedim, evladım dedim, konu komşu dedim, sabrettim, dayandım. Ne yaptım sana! Azıcık bir şey olsa basıyor günahı küfrü... Her şeyin günah keçisi ben! Ne suçum var benim! En sonunda dayanamadım, karşı çıktım ona. `Allah`ım seni bildiği gibi yapsın! Benim adımı sayıklaya sayıklaya çıksın canın!` dedim. Şok edici! Sessizlik! Gözlerimiz titredi… İkimizin de.. Devam etti teyze…

`Birkaç hafta geçmedi, aniden bir şey oldu ona, hastaneye kaldırdılar. Haftalarca yattı. Gelene gidene beni sormuş. Helalleşmek için çağırıp durmuş. Gitmedim ziyaretine. Gece gündüz, gözünü açınca benim adımı sayıklıyormuş ve sayıklaya sayıklaya ölmüş dediklerine göre…"


Otuz veya kırk yıl önceki hadise… Akılsızca zulmünün sonunda gelen haklı bir bedduayla ömrünü bitiren bir koca… O günden beri dul yaşayan, tarlalarda çalışan ve inek bakmaya devam eden seksen küsur yaşında bile dipdiri bir Karadenizli köylü teyze… Hayat ders alınacak hikâyelerle tıka basa dolu. Ne olur kibri bırakıp da ders alsak. Ne olur Allah`ın tokadı gelince sert vuracağını düşünüp titresek de, zulümden sakınsak!"

Dr. Muhammed Bozdağ

Gözlerinize İbadetten Nasibini Veriniz

11:50:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir gün Peygamber Efendimiz (sav), sahâbîlerine:
“–Gözlerinize ibâdetten nasîbini veriniz!” tavsiyesinde bulunmuştu.

“–Gözlerimizin nasîbi nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sav)de:

“–Mushafa bakmak, onun içindekileri düşünmek ve inceliklerinden ibret almaktır.” buyurdular.

Kaynak: (Süyûtî, I, 39)

Cihad

11:47:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Hicretin sekizinci senesi idi. İslâm ordusu Zeyd bin Harise'nin kumandasında 15 bin kişilik bir askerle Mûte'de Rum ordularıyla savaşacaktı. Düşman ve İslam orduları harp meydanında hazır oldular. Nihayet Resûlüllah'ın verdiği beyaz bayrak Zeyd bin Harîse'nin elinde olduğu halde savaş başladı. 

Zeyd bin Harise, düşman üzerine öylesine dalışlar yapıyordu ki, 15 bin kişilik İslâm ordusuna karşı savaşan 100 bin kişilik düşman askeri ummadıkları bir kuvvetle karşı karşıya olduklarını anladılar. Fakat Müslümanlar az olduklarından ancak bir kişi bir manga düşmanla dövüşmek mecburiyetinde kalıyordu.

Birkaç dakika sonra Zeyd bin Harise şehit düştü. Atından düşen Zeyd'in bayrağını hemen Cafer bin ebi Talip alarak düşman üzerine olanca şiddetiyle saldırmaya başladı. Bayrağın Cafer'in eline geçtiğini gören kafirler, korku içinde sağa sola kaçışmaya başladılar. Onlar kaçıyor hazreti Cafer kovalıyordu. Harp bütün şiddetiyle devam ederken tenha bir yerden Abdullah bin Revaha'nın gür sesi bütün ashap tarafından işitildi. Abdullah bin Revaha (R.A.) şöyle nida ediyordu:

— Ey Müslümanlar, Ey Resûlüllahın eshabı! Biz evlerimizden çıkarken şehid olmak ve islâm izzetini yüceltmek için çıkmadık mı? Biz ölürsek, şehid olup irtihal eden kardeşlerimize kavuşuruz. Galip gelirsek Mûte'ye islâm bayrağını diker dünyada ve ahirette şerefe kavuşuruz, diyerek ashaba bir kat daha moral verdi.

Hazreti Cafer girdiği küffar askerlerini pırasa gibi doğrarken arkadan bir düşman askeri sağ kolunu bir kılıç darbesiyle düşürdü. Sağ elindeki İslâm bayrağını bu defa sol eline alan Cafer Hazretleri o haliyle bile düşmana karşı koymaya devam ediyor ve mücadeleyi sürdürüyordu. Biraz sonra bir kılıçla da Cafer'in (R.A.) sol kolunu kestiler. Fakat o hâlâ bayrağı bırakmıyor koltuğunun altında muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat artık takati kalmamıştı. Atından aşağı düşerek şehadet şerbetini içti.

Hazreti Cafer'in şehid edildiğini duyan Abdullah bin Revaha elinde yemekte olduğu et parçasını bir tarafa fırlatarak:

— Cafer öldükten sonra bana yaşamak yakışmaz diyerek, bayrağı kaptığı gibi oda düşman saflarına hücuma geçti. O da Hazreti Cafer gibi çok üstün kılıç kullanıyordu ve her vuruşta bazen iki bazen bir kafir kellesini kesip canını cehenneme yolluyordu.

Müslümanların zayiatı çok büyük olmuştu. Nihayet Abdullah da şehid oldu. Bu sefer bayrağı Hazreti Halid almıştı. O gecenin karanlığından istifade ederek askerlerin yerlerini değiştirdi. Sabah savaşa sağdaki askerleri sola soldakileri de sağa alarak başladı.

Bu harp taktiği düşmanın aklına gelmemişti. Onlar Müslümanlar'a yeni takviye kuvvetler gelmiş zannederek çareyi kaçmakta buldular ve savaş alanını terkettiler. Böylece Halid bin Velidin kumandasındaki İslam askeri 100 bin kişilik düşmana galip gelmiş zafer 15 bin kadar Müslümana nasip olmuştu. 


Kaynak: Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980.

Tercih Sizin…

11:40:00 Posted by Mücahid Reis No comments


“Her kim kendini Allah Teâlâ’ya kulluğa ve

O’nun yolunda hizmete adarsa,

Cenab-ı Hakk da o kulunun her ihtiyacını karşılar ve

onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır.

Kim de tamamen dünyaya dalar,

Rabbini unutursa,

Allah da onu dünyanın mihnet ve meşakkatleriyle baş başa bırakır.”
.

(Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10/303; Taberâni, el-Mu’cemü’s-Sağîr, 1/201)

Kime dört şey verilmişse, ona dört şey daha verilmiş demektir

11:39:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Resûlullah (s.a.v.), 

"Kime dört şey verilmişse, ona dört şey daha verilmiş demektir" buyurdu. 

Sonra da bu sözünü Kur'ân'dan âyetlerle açıkladı. Şöyle buyurdu:

"Kime Allah'ı zikretme nasib edilmişse, Allah da onu anar. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Beni zikredin ki, Ben de sizi rahmetimle anayım''(Bakara: 2/152.)buyuruyor.

"Kime dua yapmak nasib edilmişse, kendisine cevap verilecektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Bana dua edin, size cevap vereyim" (Mü'min: 40/60.) buyuruyor.

"Kime verilen nimetlere şükretme nasib edilmişse, fazlası verilecek demektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Şükrederseniz daha çok veririm"(İbrahim: 14/7.) buyuruyor.

"Kime istiğfar etmek nasib edilmişse, o bağışlanacak demektir. Çünkü Allah Kur'ân'da, 'Rabbinizden af dileyin,
çünkü O çok bağışlayıcıdır"( Nuh: 71/10.) buyuruyor.


Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir Tercüme ve Şerhi, (İsmail Mutlu), Mutlu Yayınları: 2/404-405.

Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur...

11:37:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Rasûlullâh (sav) bir gün:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlallâh?” diye sordular.
Efendimiz:

“–Muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötülük eden bir kişi ise o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” buyurdular.

(Tirmizî, Zühd, 59)

Hazreti Süleyman(a.s) ve Kanadı Kırık Kuş

11:22:00 Posted by Mücahid Reis
"Hz. Süleyman zamanında bir kuş, kanadını bir sofînin kırdığından şikâyet ile Hz. Süleyman’a gelmiş. Hz. Süleyman da o kuşun şikâyetçi olduğu sofîyi huzuruna getirtip sormuş:

— Bak, bu kuş senden şikâyetçi. Niye bu kuşun kanadını kırdın?

Sofî cevap vermiş:

— Sultanım, Allah bu mahlûkatı bizim emrimize musahhar kılmıştır. Ben bu kuşu avlamak istedim, önce kaçmadı. Yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacakken kaçmaya çalıştı. O esnada da kanadını incittim. Ona kaçması için fırsat verdim, fakat o bekledi. Adeta “Gel beni tut, ne istiyorsan yap,” dedi.

Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa hitaben demiş ki:

— Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Neticede sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun.

Kuş, Hz. Süleyman’a şöyle cevap vermiş:


— Efendim, ben onu sofî kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı o zaman hemen kaçardım. Fakat bundan bana zarar gelmez diye öylece bekledim.

Hz. Süleyman bu savunmayı beğenmiş ve kuşu da haklı bulmuş. Kısasın yerine gelmesi için:

— Kuş haklı. Hemen bu sofînin kolunu kırın, diye emretmiş.

Kuş o anda:

— Efendim, böyle yapmayın! diye feryad etmeye başlamış.

— Ne yapayım?

diye sormuş Hz. Süleyman.

— Efendim, bunun kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapmaya kalkar.

Bu söz üzerine Hz. Süleyman:

— Peki, ne yapalım? diye sormuş tekrar.

Kuş bu sefer şöyle cevap vermiş:

— Siz bunu sofî kıyafetinden, libasından sıyırın! Sıyırın ki benim gibi kuşlar aldanmasın!*

(*: M. Fatih Çıtlak, Huzur Defteri, 1. Baskı: Mart 2012, Sufi Kitap, Yayın no: 64)"

(Mehmet Abdullah Songül - Adâlet Tartısı ve Mîzân, Türk Düşüncesi Dergisi, 2. sayı, s.30)