Bu yaşanmış bir hikayedir bu, tüm acısıyla, tüm hüznüyle ve imkansızlıklarıyla.
Havanın soğumaya başladığı günlerdi. Kış geliyordu işte. Serin rüzgâr, sıkıca kapatmaya çalıştığım yakamdan içeri girip üşütüyordu beni.
Onu ilk o gün görmüştüm. Servisten inmiş, evime doğru yürüyordum. Maddi sorunlarımın gittikçe arttığı günlerdi. Aklımda sıkıntılar dans ederken, onu uzaktan gördüğümde fazla dikkatimi bile çekmemişti. Nerden bilebilirdim ki, daha sonraki günlerde de karşılaşacağımızı.
Kısa süre, göz göze gelmiştik. Sonra o yoluna ben yoluma. Soğuk sokaktan, sıcak evime bir an önce varmak için adımlarımı hızlandırmıştım. Sonraki günlerde onu her görüşümde o gün gelir aklıma. Onun soğuk sokakta üşüyerek dolaşması, benimse sıcacık evime varışım, bir suçluluk duygusuyla da birleşip yüreğimi yaralar, içimde buz gibi bir rüzgâr eser, gider.
Her neyse, ben hikayeyi anlatmaya devam edeyim. Benim içimi yaralayan bu hikaye, belki sizi de etkiler, sizi de daha vicdanlı, insaflı olmaya yönlendirebilir. Ama sormayın bana, “Şimdi o günlere dönseniz ne yapardınız ? ” diye. Çok farklı mı davranırdım, inanınki bilmiyorum.
Biliyorum, çocuk kadar zekası yoktu ama benim ona duygusal yaklaşmaya başlamamın sebebi bu değildi. Bir gün onu sokağımızda yavrusuyla gördüğümde, küçük oğlum komşulardan öğrendiği acı bilgiyi bana iletmiş ve bu beni açıkçası sarsmıştı; 2 yavrusu ölmüş, biriyle baş başa kalmış.
Her sokağa çıkışımda, ‘Sokağımızda ona rastlar mıyım?’ diye bakar olmuştum. Yine soğuk günlerden birinde kapımıza geldiğinde gördüm onu. İşte kapımıza kadar gelmişti. Ne giyecek ne para … istediği sadece biraz yiyecekti. Komşularımızdan biri benim ona şefkatle yaklaştığımı görünce dayanamayıp seslendi;
-Ahmet bey, kapına bir kere alıştırırsan, bir daha her gün gelir.
Dudağımda acı bir gülümseme dolaştı. Oysa annem derdi ki; “Kapına geleni boş çevirme, Allah’ın gücüne gider.”
Annemin insafı aklıma eski bir hatırayı da getirdi. Sanırım üniversiteye gittiğim yıllardı. Ben evde ders çalışırken kapı çalmıştı. Kapıdaki bir dilenciydi. Annem, bozuk paraları verdikten sonra, halini öğrenmek için birkaç soru da sormuştu. O ara aç olduğunu da öğrenince, yanıma gelip bana sormuştu, “Maça filan gitmeyeceksen, evdeysen kapıdaki dilenciye yemek vereceğim. Gideceksen ekmek arası hazırlayacağım” dedi. Evdeydim. Her neyse, dilenci eve girince, “Hayrını kapıda yapınca, sevabı da orda kalacaktı, eve aldınız sevabı, bereketi de eşikten geçti, eve girdi” dedi. Sonra karnını doyurdu, sohbetten de bizim iyi niyetimize anlayıp, açıkçası kıyamadı bize ve asıl doğru olduğunu düşündüğü sözü söyledi; “Beni aldınız ama başkasını eve almayın. Hırsızı var, katili var !” Yıllarca aklımda kalmış "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla örülüdür” sözünü de hatırlatan bu olay beni etkilemişti. "İyilik bile körü körüne olmamalı, dikkat etmek gerekli" diye düşünür olmuştum.
Bu kadar atasözünden sonra şunu da söylemem gerek; "Can çıkmayınca huy çıkmaz" bazen bütün uyarılar yetersiz kalıyor. Dayanamadım komşunun ikazına rağmen yiyecek bir şeyler verdim. Hemen, uzakta duran, çekinen yavrusunu çağırdı. Aç olduğu belli olduğu halde, bir lokmayı yavrusundan önce yiyememişti.
Takip eden günlerde komşunun ikazı haklı çıkmaya başladı. Nerdeyse her gün kapımıza gelir olmuştu. Bazen kızıyorduk, “Biraz da başkasına gitsin “ diye ama sonuçta insafa geliyorduk.
Batıkent'teki evimiz dubleks. Bu evde bir gün bizi şaşırtan bir olay oldu. Üstü başı pek de temiz olmadığı, hatta kirli olduğu halde ve bizden izin bile almadan eve dalıverdi. Biz ne oluyor demeden üst kata çıkan merdivene çıkmaya başlamıştı bile. Hanım bana canı sıkkın, sesini yükselterek ;
-Sen böyle davranırsan olacağı buydu. Senin yüzünün yumuşaklığından şunun yaptığına bak.
Eve hızlıca girdiğinden, densizce yukarı çıkacağını sanmıştık ama hanım bağırır tonda konuşmaya başlayınca 4-5 basamak çıkıp durmuştu. Hanımın öfkeli sesinden sonra, insaf ister gibi bana baktı. Onun durduğunu görünce hanım hemen ona döndü;
-Şuna bak, bastığı yerde pis ayaklarının izi kalmış, çabuk dışarı.
Son bir umutla yine bana baktı ama sustum. Yukarı bir adım daha atmadı. Mutsuzluğu her halinden belli bir halde çıkış kapısına doğru yürüdü gitti. 'Çocuk kadar aklı yok' demiştim ya, hanım da söz dinleyeceğini beklemiyordu, şaşırmıştı. Ne kadar belli etmemeye çalışsa da vicdanının sızladığını anlamıştım.
Hanım üzgün bir sesle mırıldandı;
-Sanki bu evi önceden biliyor gibiydi. Bizden önce bu evde yaşamış olabilir mi.
Aklımızdan geçen bu düşünceyle bakış açımız biraz değişse de, yani önceden yaşadığı eve özlemini anlamaya çalışsak da, sonuçta elimizden fazla bir şey gelemezdi ki.
Bu olayın burada kalmayacağı, bu kadar kızmadan sonra, aynı densizliği tekrar tekrar yapabileceği hanımın da aklına gelmezdi sanırım..
Birkaç gün sonra, aynı olay nerdeyse aynı ayrıntılarla tekrarlandı. Umut ile bana bakması da tekrar edince, hanım;
-Gördün mü, senin fazla insaflı olduğunu anladı, senden medet umuyor. Günahı sana, ben evime alacak filan değilim.
Haklıydı maalesef. Ama kapımıza geldiğinde kolay kolay yiyeceksiz göndermedik ama kara mizah sahnesi birkaç kez daha yaşandı. Üstelik öyle ki, değil sokaktan geçmesine, bahçemize sürekli girmesine bile alışmıştık. Kime şikayet edecektik ki !. Biz bahçemize girmesine bir şey demeyince bir gün, kapımız yarı açıkken, biz bahçemize doğru bir iki adım atınca, uyanıklık yapar gibi koşup eve girmişti. Hem kızıp, hem de gülmüştük. Sonrasında da yine hanımın öfkeli sesiyle olduğu yerde kalması da aynen yaşandı. Bundan sonra sıradaki sahneye, yani umut bekleyen bakışlarla bana bakmasına dayanamayacağımı düşündüğüm için hemen ortamdan uzaklaştım.
Her ne kadar sonradan bahsederken yüzümüze bir gülümseme yayılsa da, kış gelmişti işte. Gülünecek tarafı kalmamıştı. İlk kar serpiştirdiği gün, her ne kadar hanıma belli etmesek de, gözümüz sokakta onları aradı. Küçük çocuğum Salih sorunca, “Vardır bir kalacak yeri, bu soğukta dışarıda kalınır mı ? ” desem de, içim de bir huzursuzluk dolaşıyordu.
O gün, onları unutmaya çalışarak gün bitmiş, gece olmuştu. Evde yalnız ben uyanıktım, dışarısı karanlıktı, soğuktu ve sessizdi. Salih’e söylediğim sözü kendime de tekrarlayıp durmuştum, “Vardır bir kalacak yeri”. Uyku tutmamıştı ya, uzun süredir aklımda gezinip duran bir hikayeyi yazmak için bilgisayarımın başına gittim. Daha açılış düğmesine yeni basmıştım ki dışardan, evin oldukça yakınından bir ses geldi. Endişelendim, “Bu saatte hırlı mı, hırsız mıdır ? ” diye. Her ne kadar mahallede ne hırsızlık gibi rahatsızlık verici, polislik bir olay dahi olmamıştı, pencereler de hep demirliydi. Fakat dışarının karanlığıyla birleşen, o an ki yapayalnızlığımın stresi, kalbimin hızlı hızlı atmasına sebep olmuştu.
Bir iki dakika sonra çaresizce cesaretimi topladım, pencereye yaklaştım. Yavaşça perdeyi açıp sokağa baktım… Oydu işte, yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Gece karanlıktı, gece soğuktu. Vicdanımı sızlatmak için bilerek mi yaptı bilmiyorum ama köşeyi dönecekken, sokak lambasının altında bir an durup bana baktı. Göz göze geldik bir an, o bir an içimden alevler geçti. İçime işleyen bakışlarıyla sanki bir şeyler söylüyordu; “Ben bu soğukta dışarıdayken, sıcacık evinde rahat mısın ! ” der gibiydi . Göz göze geldiğimiz o kısa süreden sonra, suçluluğun bütün yükünü omuzlarıma yıktı, “Artık sözüm yok !” der gibi, üşümüş ayaklarıyla karda iz bıraka bıraka köşeyi dönüp kayboldu.
Ertesi gün pazardı. Anca sabaha karşı yatmış, gündüz biraz geç kalmıştım. Çocuklar bendeki durgunluğun sebebini bilmiyor, sadece gece yazı yazıp uykusuz kaldığımdan.
İçimdeki hüzün öyle büyüyordu ki, gün neşesiz, sessiz kalacağımı zannediyordum ama pencereden dışarıyı seyreden hanım, “Alışmış ya, hiçbir yere uğramadan doğru bizim kapıya doğru geliyor !” deyince, ayağa fırlayıp dışarı koştum.
İşte yine gelmişti. Üstelik hiçbir şey değişmemişti, sözü eğmeden bükmeden, boş lafa vakit ayırmadan konuya girip doğrudan yiyecek istiyordu . Yine bana bakıp aynı şekilde sesleniyordu; “Miyaavv!”
Kaynak: Ahmet Ünal Çam, Yüreğe Dokunan Hikâyeler, Akçağ Yayınları, Ankara 2011.
0 yorum:
Yorum Gönder