Uzun bir yolculuktan sonra yolu bir köye düşmüştü. İyice susamış, üstelik acıkmıştı da... Gözüne kestirdiği bir evin kapısını hafifçe tıklattı. Kapıyı evin hanımı açtı.
Bir tas suyunuz var mı bacım, çok susadım da dedi.
Bir tas suyun lafı mı olur kardeş, yoldan geliyorsun, görünen o ki, acıkmış olman lâzım. Siz içeri buyurun, çok kalmaz beyim de gelir.
Misafir daveti kabul etti. Serin bir köşeye çekildi oturdu. Kısa bir süre sonra ev sahibi de geldi. Hoş beşten sonra misafirin önüne sofra serildi. Birkaç parça yiyeceğin yanında bir tabağa da pekmez koymuşlardı. Pekmez hoşuna gitmişti.
Ev sahibi yıllardır uyguladığı bir âdetini anlatmaya başladı misafirine:
Köye girerken gözünüze çarpmıştır. Önemli bir gelir kaynağımız üzüm bağcılığıdır. Benim de bir parça bağım var. Her sene hasat mevsimi olunca, üzümü keserim, suyunu sıkar, pişiririm, pekmez yaparım. Dört teneke pekmez çıkar. Üç tenekesini köylüye dağıtırım, bir tenekesini de eve bırakırım. Gelirken siz de görmüşsünüzdür. Bu sene bir çekirge âfeti geldi. Ne kadar yeşillik varsa, hepsini yedi bitirdi. Köyün bağları da bu felâketten nasibini aldı. Ne yeşil bir yaprak kaldı, ne de bir salkım üzüm...
Ancak benim bağa hiçbir şey olmadı. Çekirge sürüsü benim bağa uğramadı, bir zarar da vermedi. Sapa sağlam kaldı. Her sene olduğu gibi, bu sene de yine üzümü kestim, suyunu sıktım, pekmez yaptım, dört teneke çıktı, birini eve bıraktım, geri kalan üç tenekesini de köyde fakir fukaraya dağıttım. Bu yüzden, çekirge bütün bağları kırıp geçirdiği halde benim bağa dokunmadı.
Misafir hayranlığını gizleyemedi, Gözüyle görmüştü, o kadar bağın içinde tek yeşil kalan bir bağ vardı ve hayranlığını Mâşaallah! diyerek dile getirdi ve örnek davranışından dolayı ev sahibini kutladı.
* * *
Birkaç sene sonra bir yaz mevsimi, hasat zamanıydı. Ekinler biçilmiş, toplanmış, harman yapılmıştı. Harman yerlerinde tepecikler halinde buğday ve arpa desteleri vardı. Çiftçinin bir yıllık emeğiydi bu. Yıllık gelirini buradan karşılayacaktı.
Ancak acı haber kısa sürede her tarafa ulaştı: Kilisin harmanlarına ateş düşmüş, yangın bütün harmanları sarmıştı.
Çevreden duyanlar koşmuş, bir an önce yangını söndürmeye koyulmuştu. Kendisi de yerinde duramamış, bu insanların yanında yer almaya gitmişti. Gerçekten de manzara dehşet vericiydi. Alevler göklere yükseliyor, harmanlar cayır cayır yanıyordu. Fakat olanca gayrete rağmen harmanların büyük bir kısmı yanmış, öbek öbek kül yığınları oluşmuştu.
Ancak herkesi şaşırtan bir görüntü vardı kül kümelerinin yanında. Yangının ortasında kalmasına rağmen koca bir buğday harmanı olduğu gibi duruyordu. Dev alevler orayı atlamış geçmişti. Harman sahibi ise harmanının yanında bekleyip duruyordu. Bir şaşkınlık içindeydi.
Yanına vardı. Sordu: Kardeş, sebebi ne ola ki, herkesin harmanı yanıp kül olduğu halde senin harmanın böyle olduğu gibi kalmış Yangından ve ateşten bir zarar görmedin!
Harman sahibi üzüntülüydü, çünkü bütün komşuların bir yıllık emeği kül olmuştu; sevinçliydi, kendi harmanı kurtulmuştu.
Ben, dedi, her sene harmanı kaldırırken, içinden onda bir zekâtını (öşrünü) ayırırım, fakir ve muhtaçlara veririm, ondan sonra buğdayı ambara çekerim. Böylece Rabbim benim harmanı korudu.
Evet, hadis-i şerifler açıktı:
Mallarınızı zekâtla koruyun. Hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin. Belâ dalgalarına dua ve yakarışla karşı koyun.?[1]
Karadaki ve denizdeki bir mal ancak zekâtının verilmemesinden dolayı telef olur.?[2]
Zekat, sadaka ve infak manevi bir sigortaydı.
[1] et-Tergib ve?t-Terhib, 1:520.
[2] Feyzü?l-Kadîr, 5:437.
Yazar:
Mehmed Paksu
Kaynak: “Olayların Kur’an’ca Yorumu, Mehmed Paksu, Nesil Yayınları” kitabından…
0 yorum:
Yorum Gönder