Faydalı Paylaşımlar..

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Hiçlik Makamı

11:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: 
“Kimsin?”
“Hiç” demiş Hoca, “hiç kimseyim.”
Dudak büküp 
önemsemediklerini görünce, sormuş:
“Sen kimsin?”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.


“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca.


“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam...

“Daha sonra?..” diye üstelemiş Hoca.

“Vezir” demiş adam.

“Daha daha sonra ne olacaksın?”

“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki ondan sonra?”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp
son makamını söylemiş: “Hiç.”

“Daha niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden,
senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: 
‘hiçlik makamında!”

Kaynak:Anonim








16 Ağustos 2013 Cuma

Anne Olmak...

13:09:00 Posted by Mücahid Reis No comments

“Kadın, adın nedir?” “Bilmiyorum.”

“Yaşın kaç? Nerelisin?” “Bilmiyorum.”

“Niçin o tüneli kazıyordun?” “Bilmiyorum.”

“Ne zamandır gizleniyorsun?” “Bilmiyorum.”

“Niçin ısırdın parmağımı?” “Bilmiyorum.”

“Bizden sana zarar gelmeyeceğini bilmiyor musun?” “Bilmiyorum.”

“Kimin tarafındansın?” “Bilmiyorum.”

“Bu bir savaş, seçimini yapmalısın?” “Bilmiyorum.”

“Köyün hâlâ yerinde duruyor mu?” “Bilmiyorum.”

“Şunlar senin çocukların mı?” “Evet.”


Wislawa SZYMBORSKA (Vietnam) Çeviri: Tuğrul Asi BALKAR

15 Ağustos 2013 Perşembe

Anne-Babasına Ders Veren Çocuk..

12:53:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Bir zamanlar oğlu, gelini ve dört yaşındaki torunuyla birlikte yaşayan yaşlı bir adam vardı.Elleri titriyor, gözleri eski denli iyi görmüyor ve yürürken sürekli sendeliyordu.Yemek zamanı geldiğinde tüm aile masaya birlikte otururdu.Fakat yaşlı büyükbabanın titreyen elleri ve bulanık gören gözleri yemeği işkenceye dönüştürüyordu.Bezelyeler kaşığından yere yuvarlanıyor, bardağı tuttuğunda masa örtüsüne süt sıçratıyordu.Oğlu ve gelini bu durumdan rahatsız olmaya başlıyordu.

Böylece karı koca köşeye küçük bir masa yerleştirdiler. Ailenin geri kalanları yemeklerin tadını çıkarırken, büyükbaba bu küçük masada tek başına yiyordu.Zaman içinde bir iki tabak kırmasının ardından büyükbabaya yemekleri tahta tabakta verilmeye başlandı.

Böyle yalnız başına yemek yerken yaşlı adama göz attıklarında onu sessizce ağlarken buldukları oluyordu. Yine de karı kocanın büyükbaba ile konuşmaları yalnızca düşürdüğü çatal, döktüğü yemek için yapılan azarlamaların ötesine gitmiyordu.

Ailenin en küçük bireyi ise tüm bunları sessizce izliyordu. Bir öğleden sonra babası küçük oğlunu tahta parçalarıyla uğraşırken buldu ve tatlı bir sesle ona ne yaptığını sordu.Oğlu ise ona aynı tatlılıkla “Sana ve anneme ben büyüdüğümde kullanmanız için küçük birer kase yapıyorum” diye yanıt verdi ve işine devam etti.Bu sözcükler anne babasını o denli etkiledi ki, bir süre gözlerinden süzülen yaşlarla sessizliklerini korudular. İkisi de yapılması gerekeni biliyordu.

O akşamdan itibaren büyükbaba yeniden ailesiyle aynı masada yemeğini yedi ve ne oğlu, ne gelini düşen bezelyeleri, ıslanan masa örtüsünü, dökülen sütü dert etti.

Kaynak: (Leo TOLSTOY / Yaşlı Büyükbaba ve Torunu)

Mehmet’in Dönüşü

12:43:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İki katlı bir evin çatısının içinde, saçtan yapılmış bir su deposu vardı. Hiçbir sorun çıkarmadan çalışıyordu ama, çok kötü bir yalnızlık çekiyordu. Üstelik de gün ışığı görmeden...
Su deposu, takıldığının ikinci senesinde, yalnızlığını gidermenin yolunu buldu ve kendisine bağlanan galvaniz boruya:

— Ucundaki musluğa rica et de, evde olup bitenleri bize aktarsın!. dedi.

Bu teklif, musluğun da işine geldi. O da zaten sıkılıp duruyordu. Kısa bir süre içinde sohbetler koyulaştı. Artık depo, bazen suyunun neden çabuk tükendiğini biliyordu. Bunlardan ilki, Kurban Bayramına rastlamıştı. Ev, tepeden tırnağa temizlenmiş ve kesilen hayvan için bol su gerektiğinden, depoyu kısa sürede tam takır boşaltmıştı. Üç ay sonra musluktan, ev sahibinin düğün yapacağı haberi geldi. Ve düğün günü tıka basa dolu olduğu halde, gelen kalabalığa fazla dayanamadı. Depo buna benzer günlerde, suyunu azar azar gönderiyor ve herkese yetmeye çalışıyordu.

Su deposu, çatıdaki dördüncü senesinde, musluktan sevinçli bir haber daha aldı. Evde artık üç kişiye hizmet edilecekti. Sahiplerinin bir çocukları doğmuş, ismi de Mehmet konmuştu.

Birkaç gün sonra musluktan:

— Mehmet’i yıkıyorlar, müjdesini duyunca heyecanlandı. Onun ilk banyosu için büyük bir titizlik göstermeli ve suyunun en berrak kısmını göndermeliydi. Depo, daha sonraki günlerde de onun bezleri için aynı çabayı gösterdi ve Mehmet’in büyümesini sürekli takip etti. Musluktan aldığı haberlerle saçlarının uzamasını, emeklemesini, yürümeye başlamasını ve okula gitmesini hayâlinde canlandırarak kendisini avutuyor ve ona duyduğu hasreti gideriyordu.

Yıllar peş peşe geçti. Su deposu eskimiş, Mehmet ise büyüyüp askere gitmişti. Depo, sanki ilk defa yalnızlık çekiyor ve ona kavuşmak için, suyunun her damlasıyla dualar ediyordu.

Mehmet’in dönmesi ayları aldı. Bu sürede depo hiç zorlanmadı. Koca evde iki kişi kaldığı için, her zaman dolu idi.

Bir gün ev sahipleri, suyu çok fazla kullanmaya başladılar. Evdeki faaliyet, yaşlı deponun gözünden kaçmadı.

Sebebini musluğa sorduğunda, yirmi yıl önceki gibi:

— Mehmet’i yıkıyorlar!. cevabını aldı. Doğu sınırında askerlik yaparken, vatan hâinlerinin şehit ettiği Mehmet’i yıkıyorlar!...

Kaynak: Cüneyd Suavi 2002 Zafer Dergisi

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Zalimin Hasmı Bizzat Hz. Allah'tır!

12:57:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Erzurum'un büyük velîsi İbrahim Hakkı (k.s.) hazretlerini çocukken İsmâil Fakîrullah (k.s.) hazretlerine teslim ederler. İyi bir terbiye alması için çocukluğunun mühim bir devresini Fakîrullah hazretlerinin yanında geçiren İbrahim Hakkı hazretleri, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı:
-Çekil bakayım önümden be çocuk! diye İbrahim Hakkı hazretlerini azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. Testisini bırakıp kendisini kurtarmak zorunda kalır İbrahim Hakkı hazretleri... Bu esnada at da üzerine basıp testiyi kırar. Ağlayarak hocasının huzuruna gelir ve:

-Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de tepeletip kırdı! der. Hocası sorar:

-Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?

-Hayır, der, hiçbir şey söylemedim.

-Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle, der.

İbrahim Hakkı hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye başlayan adamın yanına varıp bekler. Fakat bir türlü terbiyesini bozup da:

-Benim testimi niye kırdın zâlim adam?! diyemez.

Dönüp geldiğinde hocası Fakîrullah hazretleri sorar:

-Ona bir şeyler söyleyebildin mi?

-Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim! Hocası bağırır:

-Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, mukabele et! Yoksa sonu felâket!..

İbrahim Hakkı hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gelir. Bir de bakar ki, testisini kıran adamı, kendi atı, attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış, ölüsü yatmaktadır! Koşarak gelip, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerine bu vahim vaziyeti anlatır. Hocası bu hâle üzülür:

-Vah vah! Bir testiye bir adam! Üzüldüm buna doğrusu! der. Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük velî şöyle îzah eder: 'O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukabelede bulunmadı, zâlimi Allâh'a havâle etti. Allâh Teâlâ'nın da gayretine dokunup zâlimi cezâlandırdı. Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!'

Kaynak:Fazilet Takvimi, 2001, Nisan

Kesik El

08:55:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Beni İsrail zamanında kıtlık oldu. Bir fakir, bir zenginin kapısına gelip.

- Allah rızası için bana bir parça ekmek veriniz, dedi.

O fakir kimsenin istemesine dayanamayan zenginin kızı, taze bir ekmek çıkarıp verdi. Sonra zengin baba hışımla niçin taze ekmek verdin diye kızının elini kesti.

Cenabü Rabbül Alemiyn o zenginin halini değiştirdi. Onu fakir kıldı ve fakirin eline düşecek duruma getirdi. Zengin zillet halinde öldü. Kızı ise kapıları dolaşarak bir şeyler topluyordu.

Bir gün bir zengin kimsenin kapısına geldi. Evin hanımı kızı çok güzel görüp oğluna alıvermeyi düşündü ve kızı içeri aldı. Oğlu da münasip görüp onunla evlendi. Onu zinnetledi. O gece bir sofra kurup yemeğe oturduklarında, kız, yemek için sol elini çıkardı.

Kocası:

"Fakirler görgüsüz olur" diye düşündü ve sağ elini çıkarmasını emretti. Kız yine sol elini çıkardı. Bir kaç defa kocası sağ elini çıkar diye ısrar etti. O anda o kızın içinden bir his ona "sen sağ elini çıkar" dedi. O zaman kız Allahü Teâlânın kudretiyle sağ elini bitişmiş olarak çıkardı ve kocası ile beraber yemeklerini yediler.
(İyiliğin mükafatını anla!)

Mekaasıdu't Talibiyn, M.Raif Efendi, Osmanlı Yayınevi

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Beş Akçelik Kumaş

12:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Ver elini Endonezya. Aylarca deniz aşırı yol aldıktan sonra bir adacığın sahiline yanaştı gemi.

Kumaşları indirdi. Gitti çarşıdan bir dükkan kiraladı, satışa başladı. Dil sorununu çözmek ve müşteriye kolayca ulaşmak için de yerli halktan bir eleman tuttu.

Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Berekete inanmıştı bir kere. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi.

Kısa zamanda tanındı ve sevildi. Müşteri kaynıyordu neredeyse dükkân. Tutunmuştu bir kere yabancı bir ülkede.

O gün dükkanda yoktu. Biraz geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir satış yapmıştı. Bir hayli de kâr bırakmıştı satılan mallar.

Merak etti, sordu: “Hangi kumaştan sattın?”

“Şu kumaştan efendim” dedi elemanı.

“Metresini kaça verdin?”

“On akçeye.”

“Nasıl olur?” diye hayret etti, “Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Çok fahiş fiyata

vermişsin, kandırmışsın müşteriyi. Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?”

“Evet efendim, tanıdığım birisi.”

“Öyleyse hemen git, adamı bul ve buraya getir.” Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi.

Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, özür diledi, helâllik istedi ve dedi ki:

“Kusura bakmayın, bizim eleman yanlışlıkla beş akçelik kumaşı size on akçeye satmış, bize hakkın geçmiş.”

Arkasından da fazla parayı müşteriye doğru uzattı: “Şu da fazla verdiğin para, hakkını helâl et.”

Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Hiç duymamıştı daha önce bu çeşit bir

olayı ve böyle sözleri. “Ne demek hakkını helâl et?” Nasıl olurdu? Gönül rızasıyla pazarlık yaparak

satın almıştı. Memnun oldu, teşekkür etti, merak ve hayretler içinde çıktı dükkandan...

Olay kısa sürede şehirde duyuldu. Dilden dile dolaştı. Herkes birbirine anlatıyordu. Çok geçmeden

kralın kulağına kadar vardı mesele...

Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Meselenin aslını öğrenmek istiyordu. Böyle bir durum

ilk defa yaşanıyordu memlekette. Kendi halkı arasında bu tarz bir şey olmazdı. Herkes istediği

fiyattan satar, müşteri de alır giderdi. Bu yabancı tüccarı, böyle şaşkınlık meydana getiren bir

muameleye sevk eden olayın sırrı ne olabilirdi?

Kral sordu: “Sizin yaptığınız bu davra- nışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı

nedir? Sizi böyle güzel bir harekete iten sebep nedir?”

“Ben,” dedi tüccar, “bir Müslümanım, inanan bir insanım. İslâm dini böyle emreder. O kumaşı dört

akçeye almıştım, beş akçeye satıyordum. Ama eleman on akçeye satmış. Müşterinin bana hakkı

geçmiş. Dolayısıyla kazancıma haram girmiş. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.”

Kral, “İslâm nedir, Müslümanlık nedir, İslâm ahlâkı nedir?” gibi peş peşe sorular sordu.

Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla bir zaman

geçirmeden İslâmı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır

sadece beş akçelik kumaştı ve inancını hayatına geçirmiş bir Müslüman tüccarın örnek davranışıydı.

Evet, biz İslâm ahlâkının üstünlüklerini ve imanın güzelliklerini davranışlarımızla gösterseydik diğer

inanç mensupları gruplar halinde İslâmı benimseyecekler, belki yerkürenin bazı kıtaları ve

devletleri İslâma girecekler, barışın ve sevginin sırlarına ulaşacaklardı.

Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle

paylaşmaktı.

Efendimizin müjdesi herkese açık: “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler,

sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.”

Çok bilgi sahibi olmaya, çok zengin olmaya, çok meşhur olmaya, çok ülke gezmeye de gerek yoktu

belki.

Mütevazı da olsa, insanların imanına, ahlâkına, hayatına yarayacak davranışlar sergilemektir

yapılacak olan...

“Lisan-ı halin lisan-ı kalden tesirli” olduğunun farkına varmaktır sadece...

Yani asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Ve önemli bir sır da, örnekleri çoğaltmak, örnek davranışları artırmak, insanları güzelliklerle tanıştırmaktır.

Kaynak:Mehmet Paksu-İman Hayata Geçince

Bereketin Kaynağı Nerede Saklı

11:10:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Uzun bir yolculuktan sonra yolu bir köye düş­­müştü. İyice susamış, üstelik acıkmıştı da... Gözüne kestirdiği bir evin kapısını hafifçe tıklattı. Kapıyı evin hanımı açtı.

Bir tas suyunuz var mı bacım, çok susadım da dedi.

Bir tas suyun lafı mı olur kardeş, yoldan geliyorsun, görü­nen o ki, acıkmış olman lâzım. Siz içeri buyurun, çok kal­maz beyim de gelir.

Misafir daveti kabul etti. Serin bir köşeye çekildi oturdu. Kısa bir süre sonra ev sahibi de geldi. Hoş beşten sonra misafirin önüne sofra serildi. Birkaç parça yiyeceğin yanında bir tabağa da pekmez koymuşlardı. Pekmez hoşuna gitmişti.

Ev sahibi yıllardır uyguladığı bir âdetini anlatmaya başladı misafirine:

Köye girerken gözünüze çarpmıştır. Önemli bir gelir kaynağımız üzüm bağcılığıdır. Benim de bir parça bağım var. Her sene hasat mevsimi olunca, üzümü keserim, suyunu sıkar, pişiririm, pekmez yaparım. Dört teneke pekmez çıkar. Üç tenekesini köylüye dağıtırım, bir tenekesini de eve bırakırım. Gelirken siz de görmüşsünüzdür. Bu sene bir çekirge âfeti geldi. Ne kadar yeşillik varsa, hepsini yedi bitirdi. Köyün bağları da bu felâketten nasibini aldı. Ne yeşil bir yaprak kaldı, ne de bir salkım üzüm...

Ancak benim bağa hiçbir şey olmadı. Çekirge sürüsü benim bağa uğramadı, bir zarar da vermedi. Sapa sağlam kaldı. Her sene olduğu gibi, bu sene de yine üzümü kestim, suyunu sıktım, pekmez yaptım, dört teneke çıktı, birini eve bıraktım, geri kalan üç tenekesini de köyde fakir fukaraya dağıttım. Bu yüzden, çekirge bütün bağları kırıp geçirdiği halde benim bağa dokunmadı.

Misafir hayranlığını gizleyemedi, Gözüyle görmüştü, o ka­dar bağın içinde tek yeşil kalan bir bağ vardı ve hayranlığını Mâ­şaallah! diyerek dile getirdi ve örnek davranışından do­la­yı ev sahibini kutladı.

* * *

Birkaç sene sonra bir yaz mevsimi, hasat zamanıydı. Ekinler biçilmiş, toplanmış, harman yapılmıştı. Harman yerlerinde tepecikler halinde buğday ve arpa desteleri vardı. Çiftçinin bir yıllık emeğiydi bu. Yıllık gelirini buradan karşılayacaktı.

Ancak acı haber kısa sürede her tarafa ulaştı: Kilisin harmanlarına ateş düşmüş, yangın bütün harmanları sarmış­­tı.

Çevreden duyanlar koşmuş, bir an önce yangını söndürmeye koyulmuştu. Kendisi de yerinde duramamış, bu insanla­rın yanında yer almaya gitmişti. Gerçekten de manzara deh­­şet vericiydi. Alevler göklere yükseliyor, harmanlar cayır ca­yır yanıyordu. Fakat olanca gayrete rağmen harmanların büyük bir kısmı yanmış, öbek öbek kül yığınları oluşmuştu.

Ancak herkesi şaşırtan bir görüntü vardı kül kümelerinin yanında. Yangının ortasında kalmasına rağmen koca bir buğday harmanı olduğu gibi duruyordu. Dev alevler orayı atlamış geçmişti. Harman sahibi ise harmanının yanında bekleyip duruyordu. Bir şaşkınlık içindeydi.

Yanına vardı. Sordu: Kardeş, sebebi ne ola ki, herkesin harmanı yanıp kül olduğu halde senin harmanın böyle olduğu gibi kalmış Yangından ve ateşten bir zarar görmedin!

Harman sahibi üzüntülüydü, çünkü bütün komşuların bir yıllık emeği kül olmuştu; sevinçliydi, kendi harmanı kurtulmuştu.

Ben, dedi, her sene harmanı kaldırırken, içinden onda bir zekâtını (öşrünü) ayırırım, fakir ve muhtaçlara veririm, on­dan sonra buğdayı ambara çekerim. Böylece Rabbim benim harmanı korudu.

Evet, hadis-i şerifler açıktı:

Mallarınızı zekâtla koruyun. Hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin. Belâ dalgalarına dua ve yakarışla karşı koyun.?[1]

Karadaki ve denizdeki bir mal ancak zekâtının verilmemesinden dolayı telef olur.?[2]

Zekat, sadaka ve infak manevi bir sigortaydı.

[1] et-Tergib ve?t-Terhib, 1:520.

[2] Feyzü?l-Kadîr, 5:437.

Yazar:
Mehmed Paksu

Kaynak: “Olayların Kur’an’ca Yorumu, Mehmed Paksu, Nesil Yayınları” kitabından… 

11 Ağustos 2013 Pazar

Hâbil İle Kâbil Kıssası

01:18:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kur'an-ı Kerîm'de kıssaları yeralan, Hz. Âdem (a.s)'ın iki oğlu. Kur'an'da bu isimler zikredilmeden, tafsîlâta yer verilmeden kıssanın sadece ibret alınacak tarafları anlatılır.

İslâm dini etrafa nur ve huzur saçtıkça, putperestler kadar yahudî ve hristiyanların da yeni dine ve daha genel olarak, yeni olan herşeye düşmanlık duyguları kabarıyor, hasetleri sınır tanımıyordu. Bazı Yahudîler İslâm'a ezici bir darbe vurmak için Hz. Peygamber (s.a.s) ve önde gelen bazı sahabîleri öldürmek için tuzak kurmuşlardı. Yemeğe çağırma bahanesiyle biraraya toplayıp yok edeceklerdi. Fakat Allah'ın (c.c) lütfuyla Hz. Peygamber'in bu suikastten haberi oldu ve yemeğe gitmedi. Buna rağmen Hz. Peygamber onlara kahır elini değil, lütuf elini uzattı. Bilhassa onların neslinden gelecek müslümanlar olacağı umuduyla, affetme büyüklüğünü gösterdi.
Hâbil ve Kâbil kıssası, yahudîlerin Hz. Peygamber'e karşı düzenledikleri suikast planlarıyla büyük benzerlik gösterdiğinden, Kur'an onları ince ve anlamlı bir şekilde kınamaktadır. Kıssanın önemli tarafları anlatılarak, hikmetini anlamak müslümanlara bırakılıyor. Zaten Kur'an'da uygulanan ilâhî metodlardan biri de budur.

Siyer müelliflerinden çoğu ve İbn İshâk'ın rivayetine göre Hz. Havva yirmi batında, ikizler hâlinde kırk çocuk doğurmuştur. Bu ikizlerden biri oğlan, diğeri kız oluyordu. Allah Teâlâ Âdem (a.s)'a, bu ikizlerden her birinin kız ikizini, diğer ikizin erkeği ile evlendirmesini vahyetmişti. Bu hükme uyularak, Âdem (a.s)'ın büyük oğlu Kâbil ile daha küçük oğlu Hâbil de birbirinin kız ikiziyle evleneceklerdi. Fakat Kâbil'in ikizi olan kız (Aklimâ), Hâbil'in ikizinden daha güzeldi. Bu sebeple Kâbil bu değişmeye razı olmamış, Aklima ile kendisi evlenmek istemişti. Âdem (a.s) bu isteğin gayr-i meşrû olduğunu ne kadar izah etti ise de Kâbil'e söz dinletemedi. Sonunda Kâbil'in ikizi Aklimâ hakkında birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul görürse Aklimâ ile onun evlenmesini çare göstermiş, bunun üzerine birer kurban takdim etmişlerdi (Tecrid-i Sarîh terc., IX, 84).

Tefsirlerde ve diğer İslâmî eserlerde geçtiği gibi Kâbil ziraatçı, Hâbil ise çobandır. Kâbil'in kurbanı değersiz cılız başaklardan oluşan bir demetti. Üstelik cılız başaklar arasındaki dolgun bir başağı kurban etmeğe kıyamayarak yemiş, Hâbil ise beğendiği bir koyunu, hem de geciktirmeden, kurban etmişti (Hasan Basri Çantay, Kuran-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, I, 162). Hâbil'in kurbanı kabul görmüş, o zaman âdet olduğu üzere gökten inen beyaz bir ateş parçası Hâbil'in kurbanını yakmıştı (Tecrîd i Sarîh tercümesi, IX, 84; İbn Kesir, Tefsir, III, 76-79).

Kıssanın bundan sonrası Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir: "Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku (çünkü onlar bu kıssanın tıpatıp uyduğu kimselerdir). Hani Âdem'in iki oğlu birer kurban takdîm etmişlerdi de (her nedense) birinden kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine; Ahdim olsun) seni katledeceğim' dedi. Diğeri ise, Allah ancak muttakîlerden (kurban) kabul eder. Öyleyse Allah'tan kork, niyetini düzelt. Eğer sen, beni öldürmek için elini kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben Rabbü'l-âlemîn olan Allah'tan korkarım. Dilerim ki sen, kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin ve de cehennemlikler den olasın. İşte zalimlerin cezası budur' dedi.

Nihayet (Kâbil Hâbil'i) öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu.
Sonra Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu. Yapacağı işi bir kargadan öğrenince) "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar (bile) olamadım' dedi de ettiğine yananlardan oldu" (el-Mâide 5/27-31).

Bazı rivayetlere göre, karga başka bir kargayı öldürdü veya bir karganın leşini buldu ya da beraberinde getirdi, yeri eşeleyerek gömdü ve Kâbil'e örnek oldu.

Kâbil'in duyduğu pişmanlık "tövbe pişmanlığı" değildi. Yapmaya cesaret topladığı hâdisenin, karşılığını görmediği, katlanmak zorunda kaldığı vicdanî eziyyet ile çektiği sinir yorgunluğu içindi.

Bu fecî hâdise cereyan ettiği sırada, Hz. Âdem bütün oğullarını Kâbil'e emânet etmiş ve başka bir yere gitmişti. Dönüşünde hâdiseyi duyunca çok üzüldü ve Kâbil'e lânet-beddua etti. Bunun üzerine Kâbil de kızkardeşini alarak babasının yanından uzaklaştı, Yemen taraflarına giderek ölünceye kadar oralarda kaldı (Taberi, Tarih, I, 80).



Sonuç olarak, denilebilir ki daha önce "yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek olanları mı yaratacaksın?" (el-Bakara 2/30) diye, hayretle soran meleklerin ifadeleri ilk defa gerçekleşiyor; insanları iğfal edeceğini söyleyen şeytan yeryüzünde ilk başarıyı kazanıyordu. Bu mücâdele, insanlar için imtihan yeri olarak yaratılan dünya hayatının tabiî bir gerçeğiydi.

Hz. Osman'ın şehid edilmesi hâdisesi üzerine Sa'd b. Ebî Vakkâs, "Şehadet ederim ki Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Öyle bir fitne gelecek ki oturan, ayakta olandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacak" Hz. Sa'd, "Eğer evime girer beni öldürmeye yeltenirse ne yapayım' der. Hz. Peygamber, "Hz.Âdem'in oğlu gibi ol' buyurur" (Ahmed b. Hanbel, I, 185).

Kur'an ı Kerîm'de kısaca temas edilen bu kıssa ile ilgili İsrailiyyat çeşitli kaynak ve araştırmalara yansımıştır. (Bu konudaki geniş bilgi için bk. A. Aydemir, Tefsirde İsrailiyyat s. 272 vd.).

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Beterin de Beteri Var

08:19:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek çörek yenmekte, çaylar içilmektedir. Mehmet de aralarına katılır. Şeyh, sohbet esnasında; beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli der. Bunu bir kaç defa tekrar edince, bizim zavallı dayanamaz, kendi kendine, (!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, talebelerin hizmet ediyor, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım) diye mırıldanır.



Şeyh, bunun kalbindeki sıkıntıyı fark edince, evladım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır der. Mehmet dayanamaz, şu an besbeter bir durumdayım Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden...



Şeyh oralı olmaz aynı sözünü tekrar eder:



“Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.”



Mehmet, cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince, Mehmet de, belki hanımı razı edersem diye dergahtan çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına “beni affet, perişanım” diye yalvarır. Fakat hanımı, içeri almaz. Kapının bir kenarına kıvrılır. Soğuktan titremeye başar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden zaptiyeler bunu gizlenmiş olarak görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkaline bakınca bunu nezarete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizimkine uyuyormuş. Zavallı, geceyi nezarete atılmış ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir.



Şeyh, durumu öğrenir, ziyaretine gelir. Daha, nasılsın diye sormadan bizimki feryat eder:



- Nedir bu başıma gelenler? Önce işten sonra eşten oldum, şimdi de..."



Şeyh sözünü keser:



- Beterin de beteri vardır.



Bizimki dayanamaz:



- Hocam anlatamadım galiba... Suçsuz yere hırsız damgası yedim. Üstelik bu haydutlarla aynı yerdeyim, şunların tiplerine baksana..."



Şeyh hiç umursamadan karakoldan ayrılır. O gece nezaretteki zanlılar arasında müthiş bir kavga çıkar. Sille tokat birbirlerine girerler. Bizim Mehmet bir kenara sinerek boğuşanları seyreder. Bu sırada zaptiyeler kavgayı ayırır. Kavganın sebebi araştırılır. Kavganın Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar.



O geceyi hücrede geçiren Mehmet, sabahleyin şeyhi karşısında görünce ağlamaya başlar. Başından geçenleri sıkıntıları anlatır. Ama şeyh aynı şeyi tekrar eder:



- Beterin beteri vardır, sen durumuna sabret.



Bizimki şaşkınlıktan ağlamayı bile unutur:



- Sabır mı? Sabır taşı olsa çatlar.



Şeyh güler geçer.



Bizimkinin öfkeden kanı beynine sıçrarsa da bir şey diyemez.



Şeyh gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiye memuruna da hakaret edince fena şekilde dayak yer. Üstelik de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına hasta olan Mecusi bir tutukluyu koyarlar. Tek kişilik bir hücrede iki kişi olması bir yana, adamın ömrü boyunca yıkanmamış, saçı sakalı kir pas içinde, hastalıktan inlemesi bizimkini perişan eder. Geceyi Mecusi ile koyun koyuna geçirirler. Sabah olunca şeyh tekrar ziyaretine gelir. Der ki:



- "Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin."



- Böyle arkadaş olmaz olsun efendim. Herif hasta ve baygın yatıyor, üstelik de leş gibi kokuyor. Dar yerde mecburen kalıyoruz.



Şeyh yine hiçbir şey söylemeden ayrılır. Bir kaç saat sonra hasta Mecusi hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler.



Nezarettekiler ikiye ayrılır, yine aralarında kavga çıkar, çoğu şişlenir ölür, kalanı da yaralanır.



Ertesi gün şeyh efendi karakolu ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca Mehmed'in yanık sesini duyar. O bir yandan Mecusiyi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyor.



- Ya Rabbi sana şükürler olsun, iyi ki hücreye girmişim, ben de muhakkak kavgada ölebilirdim. Bir de Mecusiye hizmet ettiğimden dolayı Mecusi müslüman oldu.



Şeyhi görünce başını eğer:



- Haklıymışsınız efendim. Bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olurdu? Beni cinayetle bile suçlarlardı veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada tutarlardı. İyi ki ölmedi, hem de müslüman oldu, üstelikte büyük kavgadan kurtulmuş oldum.



Şeyhi gülümser:



- Beterin beteri olduğunu anladın demek... Sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış.



Mehmet çok geçmeden karakoldan çıkarılır. O da beterin beteri olduğunu yaşayarak anlar.



Yörenin bir zengini ona acır işe alır. Hanımı da iş güç sahibi olduğunu öğrenince onu tekrar eve kabul eder.

Kaynak : Anonim

9 Ağustos 2013 Cuma

Çocuktan Al Haberi

11:17:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Öğrenciler ders dinlemekten, ödev yapmaktan ve çalışmaktan usanmıştı. Medresede iken, gözleri hocada, kulakları sokaktaydı. Bunalıyor, sokakta oynaşan küçüklerin seslerini duydukça çileden çıkıyorlardı.

Ders bitimini sabırsızca bekliyor, biter bitmez sokağa koşuyor, oyuna dalıyorlardı.

Bir gün ders arasında, hocanın en azından bir süre medreseye gelmemesini sağlamak için ne yapabileceklerini konuştular.

İçlerinden biri,

“Arkadaşlar...” dedi. “Hocamız hastalansa mesela, şöyle bir hafta gelmese... Hı, nasıl olur?” dedi.

Öteki,

“Adam taş gibi!” dedi. “Hiç hastalanmaya niyeti yok!”

Cin fikirli biri,

“Ama her an olabilir bu!” dedi. “Benim bir önerim var.” deyince, ötekiler atıldı,

“Nedir, anlat hele...”

Ertesi gün derse erkenden girdiler. Hocayı beklemeye başladılar. Hoca girer girmez, biri,

“Hayrola hocam...” dedi. “Hasta mısınız? Yüzünüz sapsarı!” diye sordu.

Hoca,

“Yoo..” dedi. “Allah’a şükür hiçbir şeyim yok, gayet iyiyim.”

“Bilmem!” dedi öğrenci. “Ama kötü görünüyorsunuz .”

Hoca kuşkulanmaya başladı. Az sonra, derse geç kalan bir başka öğrenci girdi.

İzin istedi, “Hadi geç.” dedi hoca. “Bir daha olmasın ama!”

Çocuk yerine geçerken, şaşırmış gibi bakınca yüzüne, Hoca,

“Ne oldu, niye bakıyorsun?” diye sordu.

Çocuk,

“Hocam geçmiş olsun rahatsız mısınız?” diye sorunca Hoca’nın vehmi arttı,

“Niye?” diye sordu. “Kötü mü görünüyorum?”

Çocuk,

“Hocam kötü de söz mü, basbayağı hastasınız siz!”

Sonra sırayla bir başka, öteki, diğeri, beriki derken Hoca da inandı hasta olduğuna. Kendi kendine,

“Allah Allah...” diye mırıldandı. “Yahu sabah hanım nasıl fark etmedi yüzümdeki solgunluğu. Tabi ya, aklı başında değil ki... Beni düşündüğü mü var, kendi derdinde kadın.”

Yine de derse başladı ama kaygı içinde ne anlattığını ne dinlediğini bilemedi. Çocuklar alışılmışın aksine gürültü yaptı, kafasını kazan gibi şişirmişlerdi.

Akşam eve dönerken Hoca artık kendini hasta hissediyordu. Eşini payladı,

“Kör müsün!” dedi. “Herkes yüzümün sararmış solmuş halini gördü de sen görmedin? Çabuk yatağımı hazırla, ayakta duracak halim kalmadı!”

Kadın,

“Ayol senin bir şeyin yok, istersen getireyim aynayı bak, boşuna vehimlenmişsin!” dediyse de inandıramadı.

Hoca, abartarak,

“Daha konuşuyor, ser şu yatağımı, baksana bedenim tir tir titriyor.” Dedi.

Karısı yatağını hazırladı. Yattı, yorgunluktan başını yastığa koyar koymaz uyudu.

Çocuklar sabah bayram sevinci içinde herkese söyleyip, yaydılar Hoca’nın hasta olduğunu.

Akın akın ziyaretine koştu insanlar,

“Allah Allah yahu yeni haberimiz oldu, hayırdır neyin var, geçmiş olsun.” Dediler.

Hoca,

“Yahu sormayın benim de haberim yoktu, çocuklar fark etti, meğer bayağı hastaymışım!” dedi.

Kaynak:Anonim

Hasta

07:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Adam, bir doktora gidip son zamanlarda gözlerinin dışarıya fırladığını ve kulaklarının da hep uğuldadığını söyleyerek doktordan yardım istedi.

Doktor, adamı muayene ettikten sonra ciddi bir eda ile başını sallayıp bademciklerinin alınması gerektiğini söyledi. Adam bademciklerini aldırdı; fakat bunun bir faydası olmayınca başka bir doktoRA gitti. Bu doktor ise adama, bütün dişlerini çektirmesini söyledi. Adamcağız dişlerini toptan çektirdi.

Ama ne gözlerinin patlaklığı geçti, ne de kulaklarının uğultusu dindi.

Adam üçüncü doktora görünmeye karar verdi. Bu doktor, adama altı aylık ömrünün kaldığını söyleyince adam çok üzüldü.

Madem ki yakında ölecekti, bari o zamana kadar krallar gibi yaşamalıydı. Gıcır gıcır son model bir araba aldı. Üniformalı bir şoför tuttu; şehrin en iyi otelindeki bir daireye yerleşti.

En seçkin terziye 20 tane kostüm ısmarladı. Gömleçi "kol 16, yaka 34" diye ölçülerini alırken adam: " Yaka 33 diye" düzeltti.Gömlekçi tekrar ölçüp "34" diye ısrar edince adam ; "Ama ben hep 33 yaka giyerim" dedi.

Bunun üzerine gömlekçi omuz silkip, "Siz bilirsiniz, ama ben sizi uyarıyorum, 33 yaka giymeye devam ederseniz gözleriniz patlar, kulaklarınız da uğuldar" dedi.

Kaynak: Zafer Bilim dergisi Ocak 2010 sayısı. S:41

4 Ağustos 2013 Pazar

Bir Haftalık Evliya

13:32:00 Posted by Mücahid Reis No comments



Televizyonda dinî bir program seyrediyorum. Ekrandaki kişi, ilâhiyat fakültelerinin birinde dekan olmalı. Eski asırlardaki mâneviyat büyüklerinden bahsederken:

– Onlar, göz ucuyla da olda nîsâ tâifesine bakmazlarmış, diyor. Nerede şimdi o büyük evliyâlar?

Duyduğum sözler damarıma dokunuyor. Ve her Müslüman’ın yapması gereken bir şeyin hiç yapılmıyormuş gibi gösterilmesi, beni tâ can evimden vuruyor. Biraz düşündükten sonra müthiş bir karar alıyor ve kendi kendime söz veriyorum: Hocanın “nîsâ tâifesi” dediği hanımlara, konuşmak için bile olsa bir hafta boyunca bakmayacak ve zamanımızda da büyük evliyâlar olduğunu ispatlayacağım.

Program bittikten sonra ekmek almak için dışarı çıkıyorum. Daha merdivenleri inerken, alt kata yeni taşındığını söyleyen kiracılarla karşılaşıyorum. Evde ne kadar kadın, kız, çoluk, çocuk varsa hepsi kapıda. Hanımlardan biri, benim Türkiye sınırlarını aşan sohbetimi duymuş olmalı. Daha görür görmez:

– Vayyy!... Cüneyd bey, diyor. Kızlarımın tarifinden tanıdım. Çay içmeye geleceğiz inşallah.

Ben aldığım karar gereği hemen başımı eğerken:

– Hoş geldiniz efendim, diyorum. İnşallah memnun kalırsınız komşuluğunuzdan.

Duyduğum seslerden, kalabalığın içinde bir de erkek çocuk olduğu anlaşılıyor. Ona bakayım derken kazayla hanımları da görürüm diye gözlerimi kaldıramıyorum yerden. Çocuk, ablası olacak kızlardan birine fısıldayıp:

– Ben sana, bu adamın kendini beğenmiş bir züppe olduğunu söylemiştim, diyor. Yüzümüze bile bakmıyor kasıntı.

Hemen arkasından yaşlı bir kadın sesi:

– Vah evlâdım vah, diyor. Ne kadar da mahcupmuş zavallıcık. Anlaşılan küçükken çok dövmüşler.

Her evliyânın başına gelen sıkıntılar benim de başıma geliyor tabi ki. Aceleyle merdivenlerden iniyor ve sokağa atıyorum kendimi. Metodum gayet basit: Yürürken sadece yere doğru bakacak ve bana doğru yaklaşan kişilerin ayakkabılarından erkek olduğunu anladığımda, başımı kaldırıp rahatça yürüyebileceğim.

Bu büyük buluşumu uygulamak üzere daha birkaç adım attığımda, neye uğradığımı şaşırıyorum. Moda mıdır nedir bilmiyorum ama, hanımların çoğunda pantolon var. Altlarında da aynen benimkiler gibi ucu küt. Tabanı geniş erkek ayakkabısı veya koca koca asker postalları. Anlaşılan dikkatli olmalıyım. Başımı hiç kaldırmadan giderken, yanımdan geçen kadınların seslerini duyuyorum. Bir tanesi arkadaşına hitaben:

– Bu adamda bir tuhaflık var ayol, diyor. Boşuna dememişler “dost başa, düşman ayağa bakarmış” diye.

Diğer kadın, daha farklı görüşte. Benden uzaklaşıp duvar dibine kaçarken:

– Benim de gözüm tutmadı kardeş, diyor. Belli ki çapkının teki. Yere bakan, yürek yakan cinsindendir mutlaka.

Ben, yine evliyâ sabrıyla ve aynı şekilde yürürken, birden ne olduğunu anlayamadan kendimden geçiyor ve ilaç kokulu bir yerde gözlerimi açıyorum. Yattığım yerin etrafında, beyaz elbiseli genç kızlar dolanıyor. Verdiğim söz gereği hemen gözlerimi kapatarak nerede olduğumu kestirmeye çalışırken, hastanede olduğumu anlıyor ve başucumdaki hemşirelerin konuşmalarına kulak veriyorum. Kızlardan biri, gözlerimin kapandığını farkedince:

– Yine kendinden geçti zavallı, diyor. Bu üçüncü bayılışı. Önündeki elektrik direğini görmemiş.

Hemşirelerin yanında, bir de erkek bakıcı olmalı. Sinir sinir gülüp:

– Biraz önceki elektrik kesintisi, demek ki bu yüzden gelmiş diyor. Adamın kafasındaki şişliğe bakılırsa, Allah bilir devirmiştir direği.

Ayağa kalkabilsem, ben neyi devireceğimi çok iyi biliyorum ama ne mümkün. Başım dönme dolap gibi dönüyor, beynim feci zonkluyor.

Biraz sonra bir erkek doktor geliyor yanıma. Ve beni görür görmez:

– Geçmiş olsun Cüneyd abi, diyor. Çok fena çarptığın için sağ gözünü bandajladık. Bir müddet tek gözle idare et.

Neyse, zor da olsa biraz sonra çıkıyorum oradan. Ama artık akıllandığım için yere falan baktığım yok. Yeni metoduma göre, sağlam kalan sol gözümle yol kenarındaki apartmanların üst katlarına bakacak ve karşıdan gelen insanları siluet olarak farkedip yolumu bulacağım.

Yeni planımın çok başarılı olduğunu düşünürken, seslerinden anladığım kadarıyla manavdan alışveriş yapan bir kadın, yanındaki arkadaşına beni gösterip:

– Şu terbiyesize bak, diyor. Tek gözlü olduğuna aldırmadan balkondaki kızları seyrediyor. Öbür gözün de kör olsun inşallah.

Can sıkıntısından sıcak sular boşalıyor tepemden. Ne kadar masum olduğumu nereden bilsin zavallı. Ben, söylenenlere sabretmeye çalışarak yine üst katlara bakarken, sanki o yükseklerden düşüyormuş gibi bir halle tekrar geçiyorum kendimden.

Anlaşılan yine hastanedeyim. Biraz önceki hemşirelerden biri:

– Hayret ya! diyor. Bu yine aynı adam. Kanalizasyon çukuruna düşmüş bu sefer.

Bir anda anlıyorum başıma gelen felaketi. Üstüm başım, çöplüklerden beter kokuyor, bütün kemiklerimle birlikte sağlam zannettiğim gözüm de sızlıyor. Hastaneden bir an önce kaçabilmek ve eve dönüp temizlenebilmek için sağa sola bakınırken, bir türlü göremiyorum etrafımı.

Yine aynı doktor:

– Boşuna uğraşma abi, diyor. Morardığı için öbür gözünü de bandajladık. Bir haftacık sabretmen gerekiyor.

Ben, bu süre içinde ne yapacağımı düşünürken, daha önceki hastabakıcı hemşirelere laf atarak:

– Cüneyd abi size fena tutuldu, diyor. Baksanıza saatte bir uğruyor.

Bu adama sinirimden ateşler basıyor yüzümü. İyileşir iyileşmez hastaneye üçüncü kez uğrayıp onun gözlerini de benimkine benzeteceğim kesin. Her ne ise, beni bir ambulansa bindirip eve gönderdiklerinde, alt kattaki komşularımıza rastlıyorum yine. Sanki beni bekliyorlar kapıda. Hanım ve kızları, “geçmiş olsun” dileklerini ayrı ayrı iletirken, çocukları olacak o haylaz velet, yine haince fısıldıyor ablasının kulağına:

“Bizim züppe cezasını bulmuş” diyerek.

Komşularımızın yardımıyla merdiveni çıkıp içeri girerken, kendi kendime verdiğim sözü bir hafta boyunca eksiksiz olarak tutacağım için yine de seviniyor ve “Evliyâ sözü, işte böyle olur” diye kasılıyorum.

Gözlerim açıldığında, ne yapacağımı şimdilik bilmiyorum. Ama bir haftalık da olsa, evliyâlık güzel birşey değil mi?

Kaynak:Cüneyd Suavi - 40 Gram Tebessüm - Zafer Yayınları

3 Ağustos 2013 Cumartesi

TAPTIĞINIZ AYAĞIMIN ALTINDA

Muhiddini Arabî bir dağa çıkıp:

-Sizin taptıklarınız benîm ayağımın altındadır; diye bağırmaya başladı. Bu söz üzerine zamanın uleması Muhiddin Arabi'nin (Allah benim ayağımın altındadır) dediğine hükmederek küfrüne; kail oldular ve idamına hükmettiler. Kabrini bile belli bir yere değil bir dağa yaptılar. Fakat Muhiddin Arabî Hazretleri bir sözünde:
- İza dehaleşşini ilâşşın, zahara kabr-i Muhiddin (Sin sına girdiği zaman Muhiddin'in kabri ve muradı anlaşılır) demişti.

Aradan asırlar geçti. Yavuz Sultan Selim Han Şam'ı fethetti. Orada bu hadiseyi duyup Muhiddin Arabi'nin kabrinin nerede olduğunu sordu. Kimse Muhiddin-i Arabi'nin kabrinin nerede olduğunu bilmiyordu

Dağda koyun otlatmakta olan çobanlara kadar Muhiddin Arabi'nin kabrinin nerede olduğunu soruyor fakat kimseden mutmain bir cevap alamıyordu. Sadece çobanın bir tanesi:

— Efendim dedi, ben kabrin nerede olduğunu bilmiyorum. Fakat şurada bir yer var ki, oradan ne koyunların birisi bir ot yer ne de oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi halinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider, dedi. Bunun üzerine Sultan Selim, oranın Muhiddin Arabi'nin kabri olduğuna karar verip kazdırdı. Baktılar ki, cesedleri olduğu gibi duruyor. Oraya muhteşem bir türbe yaptırdı. Sonra O'nun niçin İdam edildiğini sordu.

Oradakiler:

— Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır, dediği için idam edildiğini söylediler.

Bu defa; Sultan Selim Han, bu sözü nerede söylediğini araştırıp orayı da buldu. Orayı kazmalarını emretti. Kazdıklarında oradan bir küp altının çıktığını gördüler. Yavuz Sultan Selim şöyle söyledi:

- Hazreti Peygamberimiz, «Dininiz paranız, kıbleniz kadınlarınız» buyurmadı mı? İşte Muhiddin-i Arabî de buna dayanarak, taptığınız ayağımın altında demekle, benim ayağımın altında altın var demek istemiş ama, o zaman bunu kimse anlayamamış ve Muhiddin'i haksız yere idam etmişler, buyurdu. Böylece Muhiddin-i Arabi'nin iki kerameti birden zuhur etmiş oluyordu; biri paranın yerini bildirmesi, biri de Yavuz'un gelip hadiseyi aydınlığa kavuşturması...

Muhiddini Arabî H. 638 (M. 1240)'da vefat etmiş ve Şam'ın Kasyon dağına defnedilmiştir.


TAŞKAFA - BOŞKAFA - HOŞKAFA

Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip 'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış.
'Satıyorum, alan var mı?'

Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar:

' Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca paradır.

Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip:

' Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna 'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir. (2)

Kaynaklar:
1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
2) Fazilet Takvimi 1997