Genç adam, büyükçe bir eczanenin kalfası idi. İstenilen ilaçları jet gibi hazırlarken, bir yandan da müşteriyle sohbet ederdi. Gelen kişiler, ya kendileri ya da sevdikleri hasta olduğu için, genellikle keyifsiz insanlardı. Fakat kalfa onlarla bir ortak nokta buluyor, hepsinin gönlünü fethediyordu.
Eczanenin sahibi, yetmiş yaşın üstünde bir adamcağızdı. Bütün ikazlara rağmen elli yıllık usulleri uygular, bu yüzden de hesaplarda açık verirdi. Allah'tan ki kalfası çok becerikliydi. Eğer o da olmasa, herhalde bu işi yürütemezdi.
Genç kalfa, gerçekten de becerikliydi. Patronun saflığını fark edince, en pahalı ilaçlardan aşırmaya başladı. Bunları el altından pazarlıyor, maaşının üç katını kazanıyordu.
Kalfanın evi, gecekondu mahallesinde idi. Çok geçmeden eve bir kat daha çıkıldı, pencere ve kapılar yenilendi, çatısına uydu anten takıldı. Fakat hepsi bir yana, evden sık sık yükselen ızgara kokuları, dikkatleri çok fazla çekiyordu. Mahallenin bayramdan bayrama et gören insanları, duydukları kokular hakkında tahmin yürütür;
bazıları buna köfte kokusu derken, diğerleri pirzolada ısrar ederdi. Kokular akşama doğru iyice arttığında, çevre gecekonduların pencereleri, özellikle çocukların imrenmemesi için, birer birer kapatılıp perdeler çekilirdi.
Kalfanın eşi, bu durumu geç de olsa fark etmiş, komşuları daha fazla zora sokmamak için, kocasını ikaz etmeye başlamıştı. Fakat kalfa ona aldırmıyordu. Zaten çok inatçıydı. Biraz da insafsız biri tabi ki...
Komşu gecekonduda, garip bir kadıncağız ve çocukları yaşardı. Babaları genç yaşta vefat ettiğinden, geriye ne bir emekli maaşı, ne de başka bir gelir bırakmıştı. Bu yüzden ailesi perişandı. Kalfanın eşi, onlara yardım etmek istese de, kocasını ikna edemiyordu. Kalfa elbette ki "devlet baba" değildi, herkese bakamazdı. Yetimlere bayram harçlığı vermesi yeterdi. Kızlarına dar gelen, ya da artık dudak büktüğü için komşulara dağıtılan elbiseler de, bu yardımın bir parçası sayılmalıydı. Herkes o kadar verse, memlekette fakir diye bir şey kalmazdı.
Evin hanımı, arada bir de olsa, yetimlerin annesine yemek gönderiyordu. Fakat kalfa, et vermeyi yasaklamıştı. Çünkü etin tadını alırlarsa, başka yemekleri beğenmezlerdi.
Kalfanın kızı, gün aşırı et yemekten bıktığı için, “orası biraz yağlı, burası kemikli” dediği pirzola ve bifteklere bir ısırık atıp bırakıyordu. Ona göre bu etler, komşu bahçede toplanan kedi ve köpekler için nefis bir ziyafetti. Oysaki kalfa, köpek milletinden nefret ederdi. Bu yüzden de etlerin o bahçeye atılmasını istememiş; fakat sonunda, şımarık kızına boyun eğmişti. Köpeklerin havlaması, özellikle geceleri onu çıldırtıyordu. Bu sesleri duyar duymaz balkona çıkar, eline ne geçerse fırlatırdı. Yetimlerin annesi de hep bahçede olurdu. Anlaşılan köpekler, onu da çok rahatsız ediyordu.
Uyanık kalfa, yan bahçeyi mekân tutan köpekler için, zabıtaya defalarca telefon etti. Buna rağmen bir sonuç çıkmayınca, problemi tek başına çözmeye karar verdi. Bunun için de, pirzola ve bifteklerden geriye kalanları, eczaneden getirdiği etkili bir haşere ilacıyla zehirleyip bahçeye attı.
Ondan günah gitmişti. Böylelikle kesin çözüm sağlanacaktı.
Ertesi gün, yetimlerin öldüğünü duydular.
Otopsi yapmak zorunda kalan doktorlar, anneleri asla kabul etmese bile, çocukların haşere ilacı içtiklerini söylüyorlardı.
Cüneyd Suavi Hayatın İçinden
0 yorum:
Yorum Gönder