Faydalı Paylaşımlar..

29 Haziran 2015 Pazartesi

Değişen Sizin Kalbiniz

14:12:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu:

- Bu güzel nar bahçesi kimin?

- Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı

- Oğlun, uşağın var mı?

- Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz

- Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek

İhtiyar "başüstüne" dedi ve hemen gidip bah çe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası doldurdu Padişah içti ve

çok beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı İhtiyar çif çi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu:

- Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil

- Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.

Kaynak: Anonim

ALLAH YOLUNDA YARIM GÜN YÜRÜMEK

13:49:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizin mihmendârı, İstanbul’umuzun mânevî sultânı Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) hazretleri anlatıyor:

“Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Allah yolunda bir sabah ya da bir akşam yürüyüşü, Güneş’in, üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”(1)

Allah Teâlâ insanı ve cinni, yalnız kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. Bu mükellefiyetlerine zemin olmak üzere de, dünya ve nimetlerini onların hizmet ve ihtiyacına âmâde kılmıştır.

İşte bu nimetlerden istifade süresi demek olan hayat ise, çok çeşitli faâliyetlerin yanında bedenî-ilmî-mâlî cihâda da sahne olmaktadır.

İnsan, muhtelif âmillerin tesiri ile hangi işinin en önemli, en kârlı veya en zararlı olduğunu her zaman doğru olarak tâyin edemez. Bu, inanan insanlar için de aynıdır; inandıkları ve yapmak istedikler işlerin, hakikaten hangisinin daha mühim olduğunu her zaman isâbetli olarak tesbit ve icrâ etmeleri mümkün olmayabilir.

Dünyada insanı, değer olarak kendine bağlayan bir çok şey vardır. Herkes ehemmiyet verdiği hususla daha sıkı, daha ciddî ve ısrarlı bir şekilde meşgul olmak ister. Yaptığı işin değeri mevzuunda kendi içinde belli bir kanaate sahip olmayan insan ise, işinde kâr etse bile huzursuzdur, memnun değildir. Başka işler ve mesleklere karşı daima açık bir ilgi içinde olmaktan kendini kurtaramaz.

Hadîs-i şerifte, Allah yolunda yani insanların İslâm’ın getirdiği hidâyetten nasibedâr olabilmeleri, iki cihan saâdetine kavuşabilmeleri maksadıyla yarım günlük bir hizmetin, “üzerine Güneş’in doğup battığı her şeyden”, bir başka rivâyette ise, “dünya ve dünyadakilerden” daha hayırlı olduğu açıklanmakta... Böylece Müslümanlar, bütün insanlığın saâdeti için, Allah yolunda hizmete teşvik edilmektedir.

Bir başka hadîs-i şerifte ise Resûlüllah Efendimiz, Hz. Ali’ye hitâben, “Senin vesîlenle bir kişinin hidâyete kavuşması, kırmızı develerden teşekkül eden sürülerin sahibi olmandan senin için daha hayırlıdır” buyuruyor.

Bu ve benzeri ifadeler, anlatılan meselenin kıymet ve ehemmiyetinden kinâyedir.

Ayrıca, mânevî meselelerin önemini anlatabilmek için, maddî değerler ile temsiller-tasvirler ve teşbihler yapmanın cevâzı yanında, bunun bir hizmete teşvik üslûbu olduğunu da göstermektedir.
***
Dipnot:
(1) Buhârî, Sahîh, Cihad, 7, 73.

AZ YEMEK

12:53:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Muhammed b. el-Yeman, oruca verdiği önemi şöyle anlatıyor:

"Altı kişiye, altı şey sordum, fakat hepsi bu altı soruma tek bir cevap verdi. Doktorlardan, İlaçların en şifa verenini sordum.

Onlar: 'En şifa verici ilaç açlık ve az yemektir' dediler.

Filozoflardan hikmeti aramak hu­susunda en büyük şeyi sordum.

'Açlık ve az yemektir' de­diler. Abidlerden, Allah'a ibadet etmek hususunda en faydalı şeyi sordum. 'Açlık ve az yemektir' dediler.

Bil­ginlere: 'İlmi hatırda tutmak için en faydalı şey nedir?' diye sordum. 'Açlık ve az uyumaktır' dediler.

Padişahlar­dan en iyi yemekleri sordum. 'Açlık ve az yemektir' dediler.

 Aşıklardan, İnsanı sevgiliye neyin ulaştırdığını sordum. 'Açlık ve az yemektir' dediler."

İnsanın bir uzvu çalışırsa, diğer uzuvları tadil-i eşgal eder. Mide çalışırken, maddî bünye çalıştığı için, manevî kabiliyetler tatile girer, daha az çalışır.

Ebu Talib-i Mekkî: "Mümin fülüt gibidir, ancak içi boş olursa sesi güzel çıkar" der


KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Ufku, Timaş Yayınları, İstanbul 2004, s. 121

SİZİ TOKLUK ÖLDÜRDÜ BİZİ DE AÇLIK DİRİLTTİ

12:39:00 Posted by Mücahid Reis No comments


İnsanı öldüren tokluk, yaşatan ise açlıktır.

Evet, yanlış okumuyorsunuz, gerçeğin ta kendisidir bu söz.

Devamlı tok olan insanda hem maddî, hem de manevî hastalık başlar. Maddî hastalığın başlayacağını tıp adamları açık seçik söylemekteler. Manevî hastalığın olacağı ise, yaşanan hayatta da bellidir. Midesi tıka basa dolan insana vaaz, nasihat tesir etmez. Hikmetli sözlerin en cazibini söyleseniz, en değerlisini anlatsanız, kılı bile kıpırdamaz. Çünkü mide dolu, göz ve gönül de ölüdür.

Bundan dolayıdır ki bir maneviyat büyüğü şöyle de­miştir:

— Sizleri tokluk öldürdü, bizleri de açlık diriltti!

Bu sözde büyük gerçek saklıdır. Kimilerini hep tok kalmak öldürür, kimilerini de aç kalmak diriltir. Efendi­miz (s.a.v.) Hazretleri'ni, sık sık aç halde görmekteyiz.

Bir gün Fatıma validemiz (r.a.) bir parça ekmek alıp Efendimiz (s.a.v.)'in huzuruna girerek kendisine uzatmış-ü:

— Taze ekmek pişirmiştim, bir parçasını da sana getirdim, babacığım, demişti. Efendimiz (s.a.v.) ekmeği alırken şöyle buyurdu:

— Kızım, baban üç günden beri ilk defa bir ekmek parçası eline alıyor!

Âişe validemiz bu konudaki rivayetinde şöyle demiş­tir:

— Biz Muhammed (s.a.v.) ailesi, ay geçerdi de ocağımızda duman tütmezdi. Yiyeceğimiz, iki tane si­yah hurma ile içeceğimiz sudan ibaret olurdu. Bazan yakınımızda bulunan Ensar hanımları Resûlüllaha süt gönderirler, onunla kendimizi ayakta tutardık.

Resûlüllah (s.a.v.) Hazretlerinin bu halini örnek alan bazı İslâm büyükleri, açlığı çokça yaşamayı tercih etmiş, gönüllerim ve kalblerini açlıkla diri tutmaya çalış­mışlardır.

Nitekim tasavvuf büyüklerinden Sehl bin Abdullah, örnek aldığı Resûlüllah'in (s.a.v.) açlığını tam yaşamaya çalışırken ona gelen biri sormuştu:

— Günde bir öğün yemeye ne dersin?

— Sıddıkların yemesidir, derim.

— Ya iki öğün yemeye?

— Ona da müminlerin yemesidir, derim.

—Peki üç öğün yemeğe ne diyeceksin? deyince, kızan Sehl:

— Sen git, ailene söyle, sana bir ahır yapsınlar, orada istediğin kadar ye, demiştir.

Maneviyat büyükleri açlığı, tokluğa isteyerek tercih etmişler, yaşadıkları iradî açlıktan sonra, kendilerinde inkişaflar olmuş, ilim ve hikmetlere vakıf olmaya başla­mışlardır.

İsimleri kitaplara yazılacak kadar itibara sahip bir çok büyüklerde hep mahrumiyet esas olmuş, nefsin arzu ve isteklerine set çekmek ilk hedef halini almıştır. Bizler­de ise nefsin isteklerini yerine getirmek gaye halini almış, birazcık mahrumiyet dünyamızı karartacak duruma dü­şürmüştür. Yani büyüklerin irade ile yaşadıklarına biz bazen mecburen maruz kalsak ürperiyor, bundan isifa­de yerine yeise düşüyor, bunalımlara maruz kalıyoruz.

Ebû Türab-ı Nahşebîye bir mescidde rastlayan biri, kaç gündür aç beklediğini sorunca, yedi gün, cevabını almıştı.

Böyle zatların yanında bir kuru ekmek parçası, Al­lah'ın en büyük nimeti olarak görülüyor, buna sahip olduklarında kendilerini en mesud ve bahtiyar insan olarak biliyorlardı.

Şimdi bizlerin sofrasında Allah'ın lütfettiği nimetlerin bütün çeşitleri var, ama bizler mesud ve bahtiyar değiliz. Kendimizi büyük nimetlere sahip insan duygusu içinde bulamıyor, hâlâ, mahrumiyet hissiyle boğuluyoruz. Yani onları açlık diriltiyor, bizleri de tokluk öldürüyor, anlaşılan.

Kaynak:Ahmed Şahin, Olaylar Konuşuyor, Cihan Yayınları, İstanbul 2001, s. 70

28 Haziran 2015 Pazar

Yusuf'un Hikayesi

12:13:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Kanallarında kuğuların, martıların ve ördeklerin gezindiği, güvercinlerin bu gezintiye kıyılardan eşlik ettiği, yemyeşil meralarında mübarek hayvanların tesbih ederek dolaştıkları bir köy kadar şirin küçük bir ülke olan Hollanda’da Müslüman olmuş bir Hollandalı ile tanıştık.

Yeşil gözleri, beyaz teni ve kumral saçlarıyla tipik bir Hollandalıyı, pırıl pırıl bir çehreyle görmek pek alışılmış bir şey değildir. Bir arkadaşın evindeki sohbete karşılaştığımız bu “milyonda bir” talihliyle konuşmaya başladık:

- İsminiz?

-Yusuf.

- Maşaallah... Peki, niçin bu ismi tercih ettiniz?

- Yusuf Aleyhisselam’ı kuyuya atmışlar. Annem babam da beni 15 yaşımda sokağa atı.

Bir anne ve babanın hayatlarını daha iyi yaşamak için evlatlarına tekmeyi yapıştırmalarını biz istesek de anlayamayız. Ama o böyle şeylerle çok karşılaştığını ima edercesine, dudağında acı bir tebessüm, bir tekme işareti yaparak anlatıyordu nasıl evden atıldığını.

- Peki ya sonra?

- Sonra ben çok kötü işlere girdim, hapishaneye düştüm. Allah’a dua ediyordum, “Allah’ım ne olur kurtar beni, hangi din güzelse onu seçtir bana” diye. Havasının soğuk, binalarının soğuk, insanlarının soğuk olduğu bu ülkede böyle bir manzarayla karşılaşmak, sarp yamaçlarda tek tük biten çiçeklerle karşılaşmak kadar hayret vericiydi. Hapisten çıktıktan sonra dinleri araştırmaya başladım. Bir gün Müslümanların daveti üzerine gittiğim bir sohbette masanın üzerinde Kur’an’ı gördüm. Kur’an adeta konuşuyor, “Oku, oku beni” diyor, bir mıknatıs gibi beni kendisine çekiyordu. Daha sonra aldığım Kur’an mealini okudukça gözüm gönlüm açıldı ve hidayet bana nasip oldu.

Yusuf Müslüman olduktan sonra İslam’ı yaşamak için çok gayret sarf etmiş; fakat maalesef etrafındaki eski kötü arkadaşları onun peşini bırakmamış- lar, Yalnız kalan Yusuf eski günahlara meyleder gibi olmuş. İçine tekrar düştüğü zulmetlerden nasıl bir ikazla çıkarıldığını Yusuf şöyle anlattı:

- Tekrar günah işlemeye başladığım zaman kendimi ateşin içine düşmüş gibi hissettim. Sanki vücudum yanıyordu. Garip şeyler duymaya başlamıştım: “İnneke fi zulümat” (Sen karanlıklardasın) sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Ne zaman gözüm harama kaysa “İnnallahe semian basira” (Allah herşeyi işiten ve görendir.) sesini duyuyordum.

Bundan sonra Yusuf bu çevreyi terk etmesi gerektiğine karar verir.

Bu arada bir gün, terasa bıraktığı motosikletinin üzerine komşusunun çocuğu çıkar, çocuk düşer ve ayağını incitir. Yusuf ise evde her şeyden habersiz, yeni sünnet olmuş, yalnız başına kalmaktadır:

- Birden yine bir ses işittim: “Yusuf, kalk Allah’a dua et, seni öldürmeye geliyorlar.” Ben de dua ettim: “Allah’ım, şu şu arkadaşları benim evime gönder” dedim.

Psikolojik rahatsızlıkları olan komşusu, birkaç kişiyi yanına alıp elinde bir zincirle kapıya dayanmış. Tam o sırada isim isim saydığı o arkadaşları gelmiş, kendisini kurtarmışlar.

Yusuf, hayatının düzene girmesi için Müslüman birisiyle evlenmesi gerektiğini düşünmüş. 0 sıralarda evliliğiyle alakalı üç rüya görmüş. Birincisinde bir arkadaşıyla birlikte uçakla Türkiye’ye gidiyorlar. İkincisinde hanımının evini, kendisini ve isminin Fatma veya Fadime olduğunu, üçüncüsünde ise hanımıyla babası arasında bir tartışmayı görüyor.

Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Türk arkadaşı, evlilik hususunda kendisine yardımcı olmak istediğini söylüyor ve birlikte uçakla Türkiye’ye gidiyorlar. Konya’da birkaç kişiyle görüşüyor, fakat Yusuf rüyasındaki evi ve hanımını bulamıyor. Daha sonra bir köyden bir ailenin kızıyla görüştürmeye karar veriyorlar. Yusuf arabayla köye geliyor ve daha arabadan inmeden kızın ismini soruyor. Fatma olduğunu, bazen de Fadime diye hitap ettiklerini öğrenince sevincinden “Allahu Ekber!” deyip sıçrıyor.

Evde, müstakbel gelinin ikram ettiği kahveyi içerken çok utandığını, buram buram terlediğini söyledi. Eski hayatını düşününce, onu değiştiren dinamiklerin ne kadar sağlam olduğunu bir kez daha tasdik ettik.

Evlilikten sonra gördüğü rüyalardan hanımına da bahsetmiş. Hatta babasıyla aralarında geçen tartışmayı bile cümle cümle nakletmiş. Hanımı da:

Sen nereden biliyorsun bunları” diye şaşkınlığını ifade etmiş. Kaderin garip bir cilvesi olarak kendisi de hep Avrupalı bir Müslüman’la evlenmek için dua edermiş.

Yusuf başından geçen bir hadiseyi daha anlattı:

- Bir gün Almanya’daki bir arkadaşımı çok özledim. Fakat bende adresi yoktu. Yine de Almanya’ya gittim. Bir taksiye bindim ve taksiciye beni herhangi bir camiye götürmesini söyledim. Caminin önünde inip kaldırımda yürürken arkamdan bir ses işittim: “Yusuf, ne arıyorsun burada?” Arkadaşım bana sesleniyordu.

Bu tür garip hadiselerden ve daha önceleri duyduğu seslerden oldukça etkilenmiş olmalı ki, bir ara doktoruna bunların sebebini sormuş. Doktor, halüsinasyon deyip geçiştirmiş. Bize de sebebini sordu: “Samimiyet ve ihlas” dedik.

Samimiyetle çevresine de oldukça tesir etmiş. Bir gün bir Türk arkadaşına: “Sen cuma Müslümanısın” demiş. Arkadaşı böyle bir şeyi, sonradan Müslüman olmuş birinden işitince vurulmuşa dönmüş. Aradan çok geçmeden o da beş vakit namaz kılmaya başlamış.

Bir gece rüyasında şeytanı görmüş, şöyle anlattı rüyasını:

-. Elinde süslü süslü yüzükler vardı. İnsanlar sıraya girmiş elin öpüyordu. Ama ben öpmedim.

Yusuf, dünyanın suni ve fani güzelliklerinin insanı tatmin edemeyeceğini idrak etmiş. Şimdi dünyaya değil, Allah’a teslim olmuş kardeşlerini hararetle kucaklıyor.

Hayatın geçmiş ve gelecek aynaları arasındaki yansımaları kaderi cilveler halinde ruhunda tezahür etmiş. İlkokula giderken Arapça harfleriyle “Allah”, “Allah” yazdığını şimdilerde fark ettiğini söyledi.

Batı dünyasında eski Yusuf gibi, arayış içinde çok insan var. Her gün belki yüzlerce insan İslam’ı öğrenmek için belli yerlere müracaat ediyor.

Fakat maalesef, bu yerlerdeki insanların çoğu ya dili veya dini bilmiyor.Yetişmiş insanların açacakları kültür merkezlerinin büyük inkişaflara vesile olacağı çok açık. Almanya’da 8 yaşında bir Alman çocuğu kendi yaşlarında bir Türk çocuğunun irşadıyla İslam’ı benimsemesi ve ağabeylerinin kaldıkları bir ışık eve gidip gelmeye başlaması (o ne anlattı, diğeri ne anladıysa!..), bir İngiliz’in Kocatepe Camii’ni gördükten sonra İslam’ı hayatına hayat yapması, ABD’- de bir Amerikalı’nın kendisine hiçbir şey telkin edilmediği halde şahit olduğu samimi havayı teneffüs edip muhterem bir zatın önünde Müslüman olduğunu ikrar etmesi ve “Bu yüzde, bu gözlerde yalan yok” diyerek, hıçkıra hıçkıra ağlaması gösteriyor ki, bu kadar gayretle bunlar oluyorsa, himmetlerimiz şahlanınca, Allah kim bilir neler gösterecek?

Kaynak: Metin Öztoprak / Hikaye - Mart 1996 Sızıntı Dergisi

Hayatın Anlamı

11:39:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı… Bulduğu hiç bir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş… Ama aldığı cevaplar da ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş. Herkese bunu sormaya karar vermiş...Köy, kasaba, ülke dolaşmış bu arada zamanda durmuyor tabi ki... Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona:

”Şu karşı ki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar, istersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir" demişler.
Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş... Bilge sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor demiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Simdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin”.

Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış:

” Evet, demiş kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı? Adam şaşkın...

”Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakamadım ki“.
Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge... Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzelliklerden büyülenmiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ... Geri geldiğinde bilge, adama bahçenin nasıl olduğunu sorunca gördüğü güzelliklerden büyülendiğini anlatmış adam. Bilge gülümsemiş , “ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş:

"Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Sadece bir noktayı görürsen hayatın akıp gider sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın; akıp giden zamanın anlam kazanır..."

"Hayatının anlamı senin bakış açında gizlidir"

Kaynak: Son Kale Aile, Uzm. Psik. Danışman Sait Özdemir , Yasemin Davarcı, Kişisel Yayınlar.

16 Haziran 2015 Salı

Kilitli Kapı

13:35:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Vaktiyle bir padişah kendisine bir vezir bulmaya karar vermiş ve böyle kocaman bir kapı yaptırmış.
Yaptırdığı kapının ortasına onlarca kilit yaptırmış. Kimisi sürgülü, kimisi halka kilit vesaire derken baştan aşağı her tarafa kilit yaptırmış.
Ve sonra vezir adaylarını bir bir buyur etmiş.
İlk giren adama demiş ki:
- "Sen benim vezirim olmak istiyorsun, değil mi?"
O da demiş:
- "Evet efendim."
- "Eğer benim vezirim olmak istiyorsan, şu kapıyı anahtar kullanmadan, levye kullanmadan, hiç bir alet kullanmadan açmanı
istiyorum" demiş.
Vezir adayı şöyle bir dönmüş kapıya, bakmış ve demiş ki:
- "Efendim bu mümkün değil, kaldı ki anahtar bile olsa bu kapıyı açmak saatler sürer."
O da demiş ki:
- "Peki, sen git ötekisi gelsin."
Öteki gelmiş, ona aynısını söylemiş, O demiş: "Efendim mümkün değil anahtar bile olsa..."
Öteki gel, öteki gel falan derken, en son vezir adayı girmiş içeriye. Padişah demiş ki:
- "Sen vezir olmak istiyorsan, şu kapıyı anahtarsız, levyesiz, hiç bir alet edavat kullanmadan açmanı istiyorum."
Adam şöyle bakmış kapıya, bakmış, dönmüş demiş ki padişaha:
- "Devletli Sultanım! Aslında aklım der ki: 'Bu kapı böyle açmaya açılmaz.' Lakin bize itmek düşer" demiş ve elini uzatıp o kapıyı şöylece ittiğinde kapının açılıverdiğini ve aslında kilitlerin hiç birinin kapalı olmadığını görmüş.
Yani şunu demek istiyoruz;
Cenâb-ı Hakk'ın rızası nerede saklı hiç birimiz bilmiyoruz...
Belki bir vakit namazda saklı...
Belki bir yetimin başını okşayacağız şefkatle...
Belki bir kediye su vereceğiz merhametle...
Belki yanımızdan geçen ve hiç tanımadığımız birine: 'Esselamu aleyküm ve rahmetullah' diyeceğiz,
Ve belki o da mukabele de bulunacak: 'Ve aleyküm selam ve rahmetullah' diyecek...
Bu yüzden Cenab-ı Allah'ın rızası hangi kapıda saklı diye, biz kullara itmek düşer..Yani İnancımızın Gereğini Yapmak Düşer
Kaynak: Anonim

15 Haziran 2015 Pazartesi

Hacı Rıfkı

12:30:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Vakit gece yarısı… Ortada ses sada yok… Uzaktan bir iki köpek havlaması duyuluyor o kadar. Rıfkı amcanın yüreği kıpır kıpır…
Akşam üzeri hac işlemini birlikte yaptırdığı müstakbel hacı arkadaşlarıyla vedalaşmış, evine gidiyor. Birkaç gün sonra Allah nasip ederse mukaddes topraklara doğru yola çıkacaklar. Bu duyguyu ailesi ve çocuklarıyla paylaşmak için aceleci…
Tenha sokakta ilerlerken, loş ışığı henüz sönmemiş bir evin önüne geldiğinde pis bir koku burnunun direğini kırıyor. Öyle pis koku ki, midesi bulanıyor.
“Üüffff!” diyor gayri ihtiyari, “Bu ne pis bir koku Allahım. Leş kokusu bu be…”
Koku sebebiyle sağına soluna bakınırken loş ışıklı pencereden bir ses duyuyor ağlamaklı:
– Anne pişmedi mi daha?
Durup içeriye kulak kabartıyor.
– Az daha sabret yavrum. Az kaldı. Bir başka çocuk sesi. Diğer kardeşi olmalı.
– Anne çok acıktım.
– Tamam kızım pişiyor işte.
Pis koku insanın midesini bulandırıyor. Öğürmemek için çaba gerek.Peki yavrularını teselli etmek isteyen annenin sesindeki mahzunluğa ne demeli… Rıfkı amca duramıyor:
“Ben altmış yaşıma gelmiş bir ihtiyarım. Merak ettim yahu. Bir gidip soracağım.” diyor kendi kendine.
O zamanlar terör nerde, öyle anarşist nerde? Kimin aklına gelir art niyet… Üstelik biraz araştırsan herkes birbirini tanır. Hele Rıfkı amca ki, Erzurum’da bilmeyen çıkmaz.
Biraz da bu cesaretle burnunun direği kırılsa da çalıyor kapıyı. Bir iki tıklatıyor tabii. Sonunda kapı çekingen bir şekilde gıcırtıyla açılıyor. Tamam işte, o leş kokusu içerden geliyor. Ama artık merak, kokuyu bastırmıştır. Kapı aralındı işte. Gencecik bir gelin. Otuz otuzbeş yaşlarında. Yüzüne yaşmak denilen cilbabını çekmiş kapı aralığından soruyor:
– Kim o?
– Benim kızım, ismim Rıfkı.
– Ne istersiniz?
– Yoldan geçiyordum. Sesler duydum. Halinizi merak ettim yavrum. Müsaade ederseniz bu meraktan kurtulmak istiyorum.
O esnada zaten çocuklar da annelerinin eteğinden tutarak kapı aralığından bu meçhul adama bakıyorlar, niçin geldiğini anlamak istercesine… Rıfkı amca üstleri başlan loş ışıkta bile perperişan olan bu çocukların halini görünce koyveriyor kendini. Dünyası allak bullak oluyor.
Ne haccın sevinci kalıyor yüreğinde, ne az önceki manevi heyecan. O yürek şimdi bir sorumlulukla sarsılıyor.
Bir mü’min olarak, bu gece vakti iki küçük çocukla bu tenha sokakta loş ışığın altında hayat mücadelesi veren bu sahipsiz genç kadının halinden sorumlu hissediyor kendini.
– Kimin kimsen yok mu kızım?
– Yok amca. Kocam öleli iyice naçar kaldım.
– Evine misafir olabilir miyim?
-Buyur gel ama…
Cümlenin sonundaki “ama“nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor Rıfkı amca. “Ne oturtacak misafir odam var, ne ikram edecek bir kahvem” denilmek isteniyor.
Ne fark ederdi ki, Rıfkı amca ne misafir köşesine kurulmak ne de kahve içmek istiyor. Onun tek derdi bu kimsesiz ailenin halini öğrenmek. Öğreniyor tabi. Yüreği kıyım kıyım kıyılarak öğreniyor. Kapıdan içeri girer girmez dayanamayıp soruyor:
– Kızım bu pis koku ne Allasen.
Susuyor genç kadın. Dudakları titriyor. Gözlerinden aşağı inen yaşları fazla saklayamıyor. Başını kaldırıp şöyle bir bakıyor, gece yarısı belki de Allah tarafından gönderilen nur yüzlü ihtiyara.
– Söyle yavrum çekinme söyle…
– Ölmüş köpek eti amca…
Ardından hıçkırıklarını koyveriyor anne. Başını Rıfkı amcanın omuzuna koyup babasına sarılır gibi çaresizliğini anlatıyor:
– Çocuklarım aç amca. Kimsem yok. Kime gideydim?
Rıfkı amca taş mı sanki? Kim dayanır o hale?
Koskoca adam, çocukluğundan beri ilk kez hıçkırarak ağlıyor, hem de çocuklar gibi:
–Allahım affet… Allahım affet!..
Çocuklar melül melül annesiyle birlikte ağlayan ak saçlı adamın yüzünden aşağı süzülen yaşlara bakadursunlar
Rıfkı amca ani bir kararla anneyi omuzundan tutuyor:
–Tamam kızım, artık ben yanındayım. Sen benim kızımsın, bunlar da torunlarım. Hemen indir o leşi ocaktan.
Bekleyin ben yarım saate kalmaz gelirim.
Kimsede konuşacak hal yok. Rıfkı amca kapıdan çıkar çıkmaz, ardından atlı kovalarcasına koşuyor. Hem koşuyor
hem söyleniyor:
– Hacca gitmiyorum bu sene… Hacca gitmiyorum… Allahım affet… Hacca gitmiyorum…
Kendi evine vardığında evdekilerin yüreği ağzına geliyor.
Eyvah, babalarına ne oldu? Öyle ya Rıfkı amcanın göğsü körük gibi inip kalkıyor.
– Baba, bu ne hal.
– Hemen dediğimi yapın!
– Tamam da baba?
Ardından talimatlar yağdırıyor herkese: -Hanım, kullanmadığın ne kadar tabak çanak varsa hepsini çıkart.
Yastık yorgan, halı kilim ne varsa çıkartın.
Bu telaş üzerine Rıfkı amcanın diğer çocukları da başına üşüşüyor. Ama baba bu. Kimse bir isteğini ikileyemez.
Öyle bir saygı var o zaman. Rıfkı amca, hem ağlıyor hem oğluna kızına torunlarına emirler yağdırıyor tatlı tatlı:
– Sen badana boya için kireç vs tedarik et; sen keser çekiç çivi falan ayarla. Sizler yastık yorgan çarşaf çıkartın.
Sen un yağ şeker gibi erzak hazırla… Haydi hemen yola çıkacağız!
– “Eyvaah” diyor aile, “Rıfkı amca hac sevdasıyla aklını oynattı.”
Çünkü gece gündüz hac için hazırlık yapan bu adam birden ne oldu da bu hale geldi? “Tamam bu iş burda bitti” diyor aile. Ama bakalım ne olacak?
Yarım saat sonra baba önde, yastık yorgan, mala çekiç, tencere tabak, ailesi ardında. Rıfkı amca yine aynı heyecanla kapıyı tıklatıyor .”Geldik yavrum, geldik!” diyor.
Rıfkı amcanın ailesi gördüğü manzara karşısında şaşkın.
Herkes nerdeyse küçük dilini yutacak. Ama az sonra işin sırrı anlaşılıyor. Bu kez görev taksimatı hemen oracıkta yapılıyor.
Mağdur anne ve çocukları hemen Rıfkı amcanın evine misafir olarak götürülüyor. Çocukların yemekleri hazırlanacak.
Güzelce yıkanıp temizlenecek ve karınları doyurulacak.
Orda kalanlar da kadıncağızın evini oturacak hale getirecekler. Sabaha kadar evin altı üstüne getiriliyor. Biri kapıyı pencereyi tamir ediyor. Biri boyayı badanayı başlatıyor. Yastıklar yorganlar yerleştiriliyor. Kilimler seriliyor. Ev sabaha bayram evi gibi hazırlanıyor. Üstelik o gürültüyü ne bir komşu duyuyor, ne kimse rahatsız oluyor, hayret!..
Sabah ezanıyla birlikte herşey tamam…
Rıfkı amca ertesi gün huzura kavuşmuş, belli… Sakinleşmiş halde, çocukları tekrar evinde ziyaret ediyor. Erzak getirilmiş çuval çuval… Ayrıca hacca gitmek için ayırdığı parayı da genç anneye teslim ediyor.
– Amca Allah senden razı olsun. Allah gönlüne göre versin.
Birkaç gün sonra… Hacı adayları yola revan oluyorlar…
Rıfkı amca arkadaşlarını yolcu ederken bir garip halde. O mübarek topraklara gidemediği için yüreği buruk. Gerçi çaresiz bir annenin imdadına yetiştiği için de huzurlu. Bu garip duygularla yol arkadaşlarını uğurlayıp, mahzun bir şekilde arkalarından el sallarken, Rıfkı amcanın çocukları, babalarının bu haline doğrusu çok üzülüyorlar.
İkibuçuk ay boyunca hacdan dönen arkadaşlarının yolunu gözlüyor Rıfkı amca. Hiç olmazsa onlardan dinleyecek o mübarek yerleri… Ama Rıfkı amcanın ailesi bir kere daha şaşıracak. Çünkü hacdan dönen arkadaşlarının soluk aldığı ilk yer Rıfkı amcanın evi. Herkes Rıfkı amcaya gelip, hürmetle elini öpmek için eğiliyor.
Rıfkı amca bile şaşkın:
– Hayırdır, hacdan dönen sizsiniz. Ben size gelecekken?
– Sen oradaydın. Bizden sonra nasıl gittin? Bizden önce nasıl
döndün sen oradan? Hacı Rıfkı?
– Yanılmış olmayasınız.
– Nasıl yanılırız Hacı Rıfkı, Bize bu yeşil akikleri hediye vermedin mi?
Rıfkı amcanın buğulu gözleri uzak ufuklara dalıp giderken, hacı arkadaşları hala, ellerindeki yeşil akikleri Rıfkı amcaya gösterip onu inandırmaya çalışıyorlardı.
Kaynak: Mevlana'nın Yedi Sırrı, İbrahim Murat, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2006.

14 Haziran 2015 Pazar

Kelebeğin Hikayesi

12:24:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.

Adam, bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.

Dakikalar dakikaları kovaladı, saatler geçmeye başladı, ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki, kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.

Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da, artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden, kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.

Böylece, bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek, hayatının geri kalanını, kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de, asla uçamadı.

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın, Allah’in kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde, hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen, hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey, çabalardır. Eğer Allah, hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman, bir anlamda sakat kalırdık. Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman. Ve asla uçamazdık..

Kaynak: Zafer Dergisi

13 Haziran 2015 Cumartesi

Sahibini Koruyan Akşam Namazı

13:23:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Üniversite öğrencisiydi. Kurban Bayramını memleketinde geçirmek için yola çıkmıştı.

Yolculuğu çok severdi. Ama bir yönünden asla hoşlanmazdı. O da, yolculuk esnasında namaz kılarken çektiği zorluklardı.

Aslında namaz için her sıkıntıyı göze alırdı. Ama vaktinde kılma endişesi, kazaya bırakmamak için harcadığı çaba, onu öylesine stres içinde bırakıyordu ki, yolculuk bir azap hâline geliyordu.

İnisiyatif kendi elinde değildi çünkü. Şoförün esiriydi sanki. İşte yine aksam vakti girmişti. "Acaba nasıl bir çözüm bulsam da namazımı kılsam" diye düşünmekten beyni çatlıyordu.

Tam böyle düşünürken, otobüs mazot almak için bir akaryakıt istasyonunda durmuştu. Abdesti vardı. Hemen aşağıya indi. Otobüsün muavinine yaklaştı.

— Biraz bekler misiniz, dedi. Hemen aksam namazını kılmak istiyorum, abdestim var.

— Çabuk ol abi, dedi, muavin.

Sevinçle nerede kılabileceğini araştırdı. Biraz ötede yemyeşil çimler vardı.

Onların üzerinde kılabilirdi. Birisine kıbleyi sorup öğrendi ve büyük bir huzur içinde "Allahüekber" deyip, namaza durdu.

İçinde tarifsiz bir mutluluk vardı. Artık sıkıntısı kaybolmuş, Âlemlerin Rabbinin huzurunda, görevini yerine getirmenin doyumsuz lezzetini yaşıyordu.

Üçüncü rekâtı kılarken, ömür boyu unutamayacağı bir şey olmuştu. Fatiha’yı ve sureyi okumuş, tam rükûya eğilecekken, ileride kulübesinde duran istasyonun köpeği, onu yeni fark etmiş olacak ki, havlayarak üzerine gelmişti.

Saniyelik bir tereddüt geçiriyordu. Simdi ne yapmalıydı? Namazı bırakıp kaçmalı mı, yoksa devam mı etmeliydi?

Hayır! Birincisini yapmayacaktı. Allah'ın huzurundan ayrılmayı bir türlü düşünemiyordu. "Allahüekber" diyerek rükûya gitti.

İşte tam o anda, ne olduysa oldu. Kendisine saldırmak üzere havlayarak gelen köpek, sanki birisi arkasından çekmişçesine, tam yanına gelmişken frenine basılan bir otobüs gibi durdu. Havlamasını kesmiş, hafif bir hırıltıyla namaz kılan gence baka kalmış, o secdeye gidince de kulübesinin yolunu tutmuştu.

Artık bu aksam namazının farklı bir anlamı vardı onun için. Her şeyin sahibi,

Kendisine secde eden bir genci, açık bir tehlikeden korumuştu.

Allah'ın özel bir himayesine mazhar olmanın mutluluğuyla elini açarak dua etti:

— Rabbim, Sana şükürler olsun! Köpek saldırsaydı bile Senin huzurundan ayrılmayacaktım. Sanki mıhlanmış gibi beni burada tutan Senin sevgindi.

Otobüse binmiş, tespihini çekerken, sanki sevinçten kanatlanmış, uçuyordu.

Kaynak: Said Demirtaş, Namazı Yaşayanlar, Nesil Yayınları.

MÜTEVEKKİL ADAM

12:32:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Yaylada herkes tanırdı onu. Ne mütevekkil adam derlerdi. Başına gelen hiç bir şeye üzülmez, daima "Vardır bir hikmeti" deyip geçerdi. O sene yaylada hemen herkesi malı, davarı hastalıklardan uzak şekilde otlarken, mütevekkil adamın aniden eşeği ölüvermişti. Halbuki eşeği onun her şeyi demekti. Gideceği yere ona binerek gider, eşyasını ona yükleyerek göçerdi. Fakat adı üstünde mütevekkil adamdı. Komşuları kadar bile üzülmedi. Her zamanki gibi,

— Bunda da bir hikmet vardır, deyip geçti. Aradan çok geçmedi. Bu defa da evinin kapısından hiç ayrılmayan köpeği oluverdi. Komşuları yine üzülürken, o, her zamanki mütevekkil haliyle:

— Bunda da bir hayır vardır, deyip geçti.

Ziyan bununla kalmadı. Bir başka gün de, kendisini sabah namazına kaldıran horozu oluverdi. Komşuları, bunda bir uğursuzluk vardır, diyerek üzüntülerini ifade ederken, mütevekkil yaşlı zat:

— Hayır! Bunda bir hikmet vardır, boşuna üzülüyorsunuz, diyor, üzerinde durmuyordu.

Yaşlı zat, hayatta çok şeyler görüp geçirmişti. Böyle peşpeşe gelen musibet görünüşlü hâdiselerin arkasında rahmet görünüşlü tecellilerin bulunduğuna pek çok kere şahit olmuştu. Onun için üzülmüyor, kendisini teselli edenlere de:

— Mülk Allah'ındır. Biz de bu mülkün işçileri gibiyiz. Mülk sahibi dilediği şekilde tasarruf eder, karşılığını veriyordu.

Bir gece, eşkıyalar toplanıp yayladaki evlere baskın düzenlediler. Pür silah hücuma geçen soyguncular, önce çevreyi dinliyorlar, nerede bir eşek anırması yahut köpek havlaması, yahut da horoz Ötmesi duyarlarsa hemen oraya doğru yürüyüp evi kolayca buluyor, soyup soğana çeviriyorlardı.

Gecenin karanlığında dolaştıkları yaylada, soyulma­dık ev bırakmamışlardı. Ancak mütevekkil adamın evi, bu soygundan müstesna kalmıştı.

Sabah namazım kıldıktan sonra komşulardaki panik ve bağrışmaları duyan mütevekkil adam, onların soyulup soğana çevrildiğini anladı, eşkiya, kendi evini keşfedeme­mişti. Zira eşeği öldüğünden, anırıp da haber vereme­mişti. Köpeği öldüğünden havlayıp da sesini duyurama­mıştı. Horozu öldüğünden ötüp de işaret verememişti. Böylece bunların yokluğu, evin soyulmaktan kurtuluşu­na sebeb olmuş, eşkıya böyle bir evin varlığından haber­dar bile olmamıştı.

Komşuları başlarına gelenlerden şaşkınlıklarını ifâde ederken, mütevekkil adam yine sakin ve suskun cevap veriyordu:

— Hayatta hiçbir muvaffakiyet sizi olduğundan fazla sevindirmesin, hiçbir ziyan da olduğundan fazla üzmesin. Tevekkülü her iki halde de unutmayın. Bunların hepsi de geçici şeylerdir. Hayatta ne cereyan ediyorsa hikmetli ve ibretli cereyan eder, tesadüf ve manasızlık yoktur. Siz buna karşı önce kul plânında tedbirinizi alın, sonra da tevekkül dağına yaslanıp rahat edin.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 128

İHTİYAR KADININ HASTA DEVESİ

12:16:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Yaşlı kadının biricik devesi uyuz olmuştu. Ölürse bütün işleri altüst olacak, bağına, bahçesine giderken eşyasını yükleyecek vasıtadan mahrum kalacaktı.

Bunun için günlerce düşünmüş, bir tedbir hatırına gelmemişti. Durmadan dua ediyor, devesini kurtarmasını Allah'tan diliyordu.

Bir gün yine kıra çıkardığı devesinin ot yemeyip, su içmediğini, iskelet haline geldiğini görünce üzüntüsü bir kat daha arttı, başladı ağlamaya.

Hem ellerini açmış dua ediyor, hem de durmadan ağlıyordu.

İşte bu sırada Peygamberimiz, ashabıyla birlikte oradan geçmekteydi. Yaşlı kadının ağladığını görünce sordu:

— Ey Allah'ın kulu, niçin gözyaşı döküp ağlıyorsun? Kadın titrek sesle cevap verdi:

— Niçin olacak, dedi, devem için. Devem benim herşeyim. Ya ölürse halim ne olur? Yakalandığı hastalıktan kurtarması için Rabbime günlerdir el açıp dua ediyorum, fakat bir türlü kabul edilmiyor.

Tebessüm eden Peygamberimiz şöyle cevap verdi:

— Kabul olmasını istiyorsan duana biraz da katrankat, katranl..

Kadın düşünmeye başladı. Ne demekti duasına katran katmak?

Nihayet anlar gibi oldu. Bu defa gidip komşulardan katran bulan kadın, uyuz devesine önce iyice bir katran sürdü. Bundan sonra da ellerini açıp duaya başladı.

Katranla uyuz sivilcelerindeki mikroplar tümüyle ölmüş, böylece deve uyuzdan kurtulmuştu.

Bundan sonra anlaşıldı ki, bir hastalığın iyi olması için sadece el açıp dua etmek yeterli değildir. Ayrıca ilâcını da ihmal etmemek şarttır. Peygamberimiz kadına bunu söylemek istemiş, meseleyi anlayan kadın da tavsiye edileni tatbik ederek devesini kurtarmıştı.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan Yayınları, İstanbul 2006, s. 31

12 Haziran 2015 Cuma

Bir İnsanı Tanımanın Yolları Nelerdir

14:06:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
-  Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.

Orada bulunanlardan birisi,

- Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,

- Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,

- Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.

Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:

-  Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?

- Hayır, diye cevap verdi adam.

Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:

- İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?

Adam tekrar,

-  Hayır, dedi.

Hz. Ömer (r.a.) bu defa;

- Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.

Adam bu soruya da,

- Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),

' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,

- Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'

Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.

Fazilet Takvimi, 2001

11 Haziran 2015 Perşembe

VEFA’NIN SIRRI

14:29:00 Posted by Mücahid Reis No comments

– Haydi, oğlum Vefa daha hazırlanmadın mı? Çıkmak üzereyiz!
– Anne, ben oraya gelmek istemiyorum!
– Niçin evladım?
– Sadık’la pek yıldızım barışmıyor?
– Aa niye ki?
– Ne bileyim! O çok sessiz. Okulda teneffüslerde bile pek kimseyle konuşmuyor. Ancak bir şey sorulursa cevap veriyor. Oyunlarımıza katılmıyor. Ben şimdi onlara gelip, onunla ne konuşacağım!
– Haydi, haydi. Hiç öyle şey olur mu? Sadık çok akıllı ve efendi bir çocuk.
Vefa ve ailesi Sadık’lara gittiler. Vefa ve Sadı’ğın annesi ahret kardeşiydiler ve sık sık görüşürlerdi. Vefa ise Sadık’lara belki bir yıldır gitmemişti.
Güler yüzlü, hoş sözlü karşılamanın ardından ikramlar geldi. Muhabbetler tazelendi.
Ogün Vefa’nın gözüne Sadık, sanki biraz daha küçülmüş gibi geldi. Benzi daha bir soluktu. İkisi yaşıtlardı ama görenler aralarında en az iki yaş fark var zannederlerdi.
Az sonra Vefa ve arkadaşının davetiyle odasına geçti.
Odadaki eşyaların tertibi ve uyumu Vefa’nın çok dikkatini çekti. Çalışma masası, bilgisayar, kitaplık, bir takım özel eşyalar, her şey yerli yerindeydi. Hâlbuki Vefa’nın odası, ancak annesinin topladığı günlerde bu kadar düzenli olabiliyordu. Masanın önündeki duvara asılı bir el yapımı bir tablo Vefa’nın dikkatini çekti. Sıra sıra çiçekler vardı. Çiçeklerin yaprakları yeşil renge boyanmış az bir kısmı ise sarı renkteydi. Alt sıradakiler ise boyanmamıştı.
– Sadık, bu tablo nedir? Sen mi yaptın?
– Hı, hı!
– Çiçekleri çok güzel çizmişisin ama hepsini boyamamışsın!
Sadık biraz sıkılmış gibiydi. Pek cevap vermek istemedi. Ama Vefa da oldukça meraklıydı.
– Resminin, çiziminin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum?
– O bir tablo değil! O bir çetele!
– Çetele mi? Nasıl yani?
Sadık boynunu büktü. Bir süre öylece sessiz kaldı. Sonra başını kaldırıp,
– Bu benim sırrım! Ama çok öğrenmek istiyorsan sana anlatayım.
– Çok merak ettim!
– Fakat aramızda kalacak. Bunu annem babam bile bilmiyor. Bir de senden bir söz vermeni istiyorum. Bu sırrımı öğrendikten sonra bana karşı davranışların değişmeyecek!
– Tabii ki söz veriyorum!
Vefa neyi öğrenmek istediğinin farkında değildi. Tutulması çok ağır bir söz vermişti.
– Sadık anlatmaya başladı. Bundan altı ay kadar önceydi. O gün yine hastaneden gelmiştik. Akşam da babam geldi. Doktora tahlil sonuçlarını göstermişti. Merakla babamın vereceği cevabı bekliyorduk. Hele annemin yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Babam çok kısa konuştu. “Ümitliyiz inşallah. Şifa Allah’tan. Doktor ne gerekiyorsa yapılıyor.” dedi. Cevap annemi tatmin etmemişti ama babam “Şimdi bunları bırakın da yemek yiyelim” deyince annem de ses çıkarmamıştı. Ben de hastalığımın kötü gittiğinin farkındaydım. O gece odama biraz erken çekildim. Sonuçları ben de merak ediyordum ama annemin ve babamın benim yanımda konuşmak istemediklerini anladım. Odamın kapısını hafif aralık bıraktım. O gece annem ve babam sabaha kadar uyumadılar. Ve öğrendim ki ben bir ilik kanseri hastasıyım.
Vefa hayretler içinde,
– İlik kanseri mi?
– Evet, o gece boyunca anneciğimin gözyaşları içince “Şimdi benim Sadıkcığım’ın sadece bir yıl mı ömrü kalmış” diyerek sessiz iniltilerini dinledim.
Vefa allak bullak olmuştu. Yüzü kızardı. Dili dolandı. Kekeleyerek,
– Sen ne diyorsun? Bir yıl mı?
– Bu olayın üzerinden tam altı ay geçti. O gün şöyle düşündüm ve karar aldım. Rabbim her canlı gibi bana da bir ömür verdi. Eğer yaşarsam önümde bir yıl vardı. O gece, Peygamber Efendimiz’in hayatından babamın anlattığı bir olayı hatırladım. Kendisine hizmet eden bir sahabesine Efendimiz sormuş sana bir şey vereyim, benden ne istersin diye. O da sizinle Cennet’te beraber olmak istiyorum demiş. Efendimiz ona benden çok büyük bir şey istedin, başka bir şey istesen olmaz mıydı, deyince o, yine Efendim, ben sadece Cennette sizle beraber olmak istiyorum, demiş. Efendimiz de ona demiş ki: Öyleyse sen de bu dileğine kavuşmak için bana yardımcı ol ve çok namaz kıl! İşte ben tam altı aydır bunu yapıyorum. Ben de o sahabi gibi, öldükten sonra Peygamber Efendimizle cennette beraber olmak istiyorum. Bunun için namazlarımı hiç aksatmadan kılıyorum. Bu gördüğün tablo da ki çiçekler de benim Allah Resûlü ile beraber gezmeyi arzu ettiğim Cennet’in çiçekleri.
Vefa çıt çıkarmadan Sadığı dinliyordu. Sadık devam etti.
– Tabloda yukarıda boyalı gördüğün yedi çiçek haftanın günleri. Her çiçekte gördüğün beş yapraktan yeşil boyalı olanlar zamanında kıldığım namazları, sarı boyalılar ise kazaya kalan namazlarımı gösteriyor. Ve şu an tablonun tam yarısında yani yirmi altıncı haftadayız…
O gece Vefa saklanması çok ağır bir sır öğrendi. Ve cennet çiçeklerinin rengini… Bir de cennetin anahtarı olan peygamber sevgisini…
O günden sonra Vefa’nın da bir sırrı vardı. Onunda çalışma masasının tam önünde duran bir tablo duruyordu. Tabloda da cennet yeşil rengi çiçekleri… Ve bu tablonun yirmi altıncı haftasının ilk çiçeğinde cennet yeşili yapraklar ortasında bir tozpembe bir nokta vardı.
Bu, cenaze namazını gösteren ilk ve tek pembe noktaydı.
Kaynak: Anonim

Nasihat Çekme Hastalığı

13:56:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Son günlerde müthiş bir hastalığa tutulmuştum. “Nasihat Çekme Hastalığı.”
Çevremdekilerin hâl ve hareketlerinden konuşmalarına ve hatta kıyafetlerine kadar her şeylerine bir kulp takıyor ve çektiğim nutuklarla, onların hayatına yön vermeye çalışıyordum.
O gün otobüste rastladığım çocukların da sözlerimden mahrum kalmamalarını istemiştim. Her ikisinin de 7-8 yaşlarında olduğunu tahmin ediyordum. Önümdeki koltuğa anneleriyle birlikte oturmuşlar ve çantalarına sıkı sıkıya sarılmışlardı.
Birisinin bana doğru bakmasından istifade ederek:
- Merhaba delikanlı, dedim. Herhalde okula gidiyorsun. Söyle bakalım İslâm’ın şartı kaç?
Çocuk tepeden inme bu soru karşısında ne diyeceğini bilememiş ve yüzüme şaşkın şaşkın baktıktan sonra başını öne eğmişti. Belli ki böyle bir şeyden haberi bile yoktu.
Bu sefer diğerinin omzuna dokunup:
- Kardeşin sorduğum soruyu bilemedi, dedim. Peki sen Peygamberimizin ismini biliyor musun?
O da cevap verememiş ve üstelik hiç aldırmamış gibi görünerek, kardeşi ile birlikte gülüşmeye başlamıştı.
Can sıkıntısıyla annelerine dönüp:
- Çocukların bu kadar boş yetişmelerinden üzüntü duymalıyız, dedim. Üstelik okula da gidiyorlar değil mi?
Kadın hüzünlü bir ifadeyle:
- İki yıldır getirip götürüyorum, dedi. Ama sorularınıza cevap verebileceklerini zannetmiyorum.
Sesimi biraz daha yükselterek:
- Bu basit bilgileri okulda öğrenmeseler bile sizin vermeniz gerekirdi, dedim. Memleketin geleceği onlara bağlı öyle değil mi?
Kadın, herhalde suçunun büyüklüğünü anlamış ve bir şeyler diyecek gibi olmasına rağmen, susmayı tercih etmişti. Birkaç durak sonra otobüsten indi ve çocukların ellerinden tutarak, okul olduğu anlaşılan bir binaya doğru ilerledi.
Otobüs camının buğusunu silerek, girdikleri kapının üzerindeki yazıyı okudum.
“Sağır ve Dilsizler Okulu” yazıyordu.
Kaynak : Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler

9 Haziran 2015 Salı

Kız Çocukları Özeldir

14:38:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Evliliklerinin ilk gününde kadın ve kocası kapıyı kimseye açmamaya karar verip anlaştılar.

İlk olarak o gün damadın anne ve babası evli çiftleri görmeye geldi, kapının hemen ardındaydılar. Kadın ve kocası birbirlerin baktılar, adam kapıyı açmak istedi ama eşi ile yaptığı anlaşma gereği kapıyı açmadı, böylece anne babası daha fazla beklemeyip gittiler.

Aynı gün içerisinde bir süre sonra, gelinin ailesi geldi. Eşler anlaşmaya rağmen birbirlerine baktılar. Gelin gözyaşları içerisinde,

– “Bunu yapamam,” diye fısıldayıp kapıyı açtı.

Eşi hiçbir şey söylemedi.

Yıllar sonra dört erkek çocuğunun ardından beşinci olarak kız çocukları dünyaya geldi.Baba yeni doğan kız çocuğu için büyük bir kutlama yapmayı planladı ve tüm tanıdıklarını davet etti.

Sonra o gece eşi kocasına diğer dört çocuğa böyle bir kutlama yapmadığı halde neden bu sefer böylesine bir kutlama yapmak istediğini sordu.

Eşi basit bir yanıt verdi:

– “Çünkü yalnızca kızım bana kapıyı açacak.”

Kız çocukları her zaman çok özeldir.

Kaynak: Murat Çiftkaya, İlham Öyküleri.

Çocuk

14:20:00 Posted by Mücahid Reis No comments

Yolda giderken, yürümeye çalışan bir çocuk fark ettim. Elindeki değnekleri zorlukla kaldırıyor ve alt tarafı pek tutmayan vücudu ile bir sağa bir sola sallanıyordu. Yüzüne bakılırsa, on üç – on dört yaşlarından fazla değildi.

Sanki büyülenmiş gibi onu izlerken, aniden yere düştü
.
Hemen yanına koşarak kaldırmaya çalıştım.
Sessizce ağlıyordu.

— İnşallah bir yerin acımamıştır, dedim. Olur böyle şeyler sakın üzülme.

— Üzülmüyorum, dedi. Zaten ben pek üzülmem.

— İyi ama ağlıyorsun, diye atıldım.

— Kolum acıdı, dedi. Onun için her halde.

Bakmak için gömleğini sıyırdım. Sağ eli tam bileğinden kesikti. Bu yüzden bir değneği, diğerinden farklı şekilde yapılmıştı.
Ayağa kalktığında:

— Günde birkaç kez düşmeye alıştım, dedi. Geçen sene düştüğümde, elim araba altında kalmıştı.

Söyleyecek söz bulmakta zorlanıyordum. Teselli etmek için:

— Üzülme! dedim. Daha kötü şeyler olabilirdi.
Belki ilk defa yüzüme bakarak:

— Üzülmüyorum, diye gülümsedi. Zaten ben pek üzülmem.

— Biraz önce aynı şeyi tekrar etmiştin, dedim. Neden böyle söyledin?

Titreyen vücudunu, elinden geldiği kadar dikleştirirken:

— Çünkü ben, Allah’a inanıyorum, dedi. O’na inanan kişiler, hiç ölümsüz bir vücuda sahip olmayacak mı? Üstelik de sapasağlam bir vücuda.

Bu sefer sustum, her nedense bir şey söyleyemedim.
Teşekkür edip yanımdan ayrıldı.

O küçük kahramanın arkasından bakarken, “Acaba hangimiz daha mutlu?” diye düşünüyordum.

Kaynak : Cüneyd Suavi Hayatın İçinden Hikâyeler

BEBEK YALNIZLIĞI

14:01:00 Posted by Mücahid Reis No comments


Ailenin tek ve son bebeğiydi. On sekiz aylık olunca konuşmaya başlamış,o güzel dudakları arasından,ilk önce"anne"sözcüğü çıkmıştı.

Bebek, aynı bedenin bir parçası olduğundan elbette habersizdi.Fakat onu herkesten fazla sevdiğini ve onsuz asla yapamayacağını çok iyi biliyordu. Hele süt emdikten sonra o şefkatli kollar arasında uyumak ve uyandığında yine onu baş ucunda görmek, ne doyulmaz bir şeydi.

Bebeğin bu mutluluğu fazla uzun sürmedi. Annesi, onun masraflarını bahane ederek babasının "şef" olduğu bir bankada çalışmaya başlamış ve;

"Erkeklere taş çıkartan yaman bir iş kadını"haline gelmişti.Artık yavrucak, sabahları gözünü açtığında kendisini öpücüklere boğan gül kokulu annesinin yerine, plastik kokulu bir ciklet çiğneyen ve "dadı" adı verilen kara-kuru bir kadınla karşılaşmakta idi.
Bu durumda yapabildiği tek şey, avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamaktı.Fakat gözüne dadıdan çok cadı gibi görünen o kadının kemikli parmaklarıyla attığı ustalıklı cimdikler, onu doğduğuna bin defa pişman ediyordu. Bebek bir ay zarfında diğer çocuklardan farklı olarak ağlamamayı öğrenmiş annesine kavuşacağı saatlere kadar dadısıyla birlikte televizyon seyretmeye alışmıştı.

Babası, nüfus artışını "memleketin geleceği için bir tehlike" saydığından, oldum olası bebeğe soğuk davranır ve ara sıra uzaktan laf atmanın dışında ona pek yüz vermezdi. Bebek bu durumda da yine ağlamamaya çalışırdı.Yavrucak, annesinin dönüşünü dört gözle bekler ve kucağına atılmakta gecikmemek için dış kapının yanında bulunurdu. Fakat artık buram buram sigara dumanı kokan annesi, gelir gelmez işlere koyuluyor,aceleyle yemek yapıp bulaşık yıkıyordu.Bu arada alel acele bir şeyler yedirdiği bebeğini,kendi odalarından çıkartıp yan odaya koydukları yatağa yatırıyordu.
Bebek iki yaşına bastığında, annesi ona kafes içerisinde zıplayıp duran bir muhabbet kuşu hediye etti. Artık yavrucak, asık suratlı dadısının yerine onunla konuşuyordu.

"Anne bankaya gitti, anne bankaya gitti" ,diyerek şikayette bulunuyordu.

Anne ve babası, bu isabetli hediyelerinden dolayı yavrularının yalnızlık çekmediğine inanıyor, bu yüzden yeni aldıkları arabanın taksitlerini kolaylaştırmak için, tatil günlerinde de mesai yapıyorlardı.

Kuş, belkide ayrı bırakıldığı sevdiklerine kavuşabilmek gayretiyle günün birinde kafesin açık bırakılan kapısından uçup gitti.
Son arkadaşını kaybeden bebeğin onu yakalamak için uzanan elleri havada kalmış, uzun zamandır dökülmeyen gözyaşları, inci taneleri gibi ardarda sıralanmıştı. Kuşun uçtuğu yöne doğru mahsun mahsun bakarken:

Kuş da bankaya gitti!... diye ağlamaktaydı.Kuş da bankaya gitti!..

Kaynak: Cüneyd Suavi-Hayatın İçinden