"Siz Allah'ın dinine yardım edin ki, Allah da size yardım etsin."(Muhammed Sûresi, 33)İslâm'ın nûruyle aydınlanmış bir sîmâ, Allah'ın dinine yardım ettikçe gençleşen bir yürek: Kazakistanlı Orazgül hanım !.. Yaşı altmış yedi, ama görenleri şaşırtacak derecede genç ve dinç!.. İslâm dininin Kazakistan'da yayılması için büyük bir gayret sarfetmiş ve hâlâ bütün himmetini buna sarfediyor. Onu tanıdıkça, bir insanın bu kadar kısa sürede tek başına neler yapabileceğinin şâhidi olduk. Her şeyin bir kişiyle nasıl başladığını, Allah Teâlâ'nın gayret ve samimiyete ne sûretle bereket verdiğini gözyaşlarımızla yüreklerimizde hissettik. Buyrun siz de tanışın Orazgül Hanım 'ın İslâm heyecânıyla…
Kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Orazgül, yaşım 67. Çimkent'te oturuyorum. Bizim memleketimiz Kazakistan yetmiş yıl komünist rejimi altında kaldı. Kazakistanlı müslümanlar kendi kimliklerini kaybettiler. Hemen hepsi ateist ve komünist oldu. Ben de komünist idi. Resmî olarak da hükümet ve devlette de vazifelerim vardı. Taşkent'te Orta Asya Politika Üniversitesi'nde, ardından Gıda Mühendisliği Fakülteleri'nde okudum. Komünist Parti'ye girdim. Dedem mollaydı, ben komünist!.. Bir çark içine girmiştim ve artık dışarıdan başka birisinden hiç etkilenmiyordum. Günümü gün ediyor, hayatın her türlü zevkini çıkarmaya çalışıyordum. Domuz etini ve sucuğu yer, içkiyi rahat ve bolca içerdik. Eşim seyyid soyundan geliyordu, ama o benden de beterdi. Yıllarımız, hayatımızın çoğu böyle geçti.
İslâm'la nasıl tekrar tanıştınız?
1989 yılında eşimle birlikte Özbekistan'a yaptığımız bir seyahat esnasında elimize Özbekçe “Binbir Hadis” kitabı geçti. O zamana kadar hiçbir dînî kitab görmemiştik. Kazakistan'da böyle dinden, Peygamber Efendimiz'den bahseden bir eserle hiç karşılaşmamıştık. Merak ettik. Hemen okumaya başladık. Ben kitabı elimden bırakınca eşim alıyor, o bırakınca ben alıyordum. Âdeta okuma yarışına girmiştik. Sabaha kadar durmadan okuduk. Çok etkilenmiştik. Kitap bitince birbirimize döndük ve:
“-Hayat bu kitaptaymış ve bizim hiç haberimiz yokmuş!” dedik ve bu kitabı Kazakça'ya tercüme etmeye karar verdik. Eşim ilk önce iki yüz kırk hadis çevirdi. Ben de izne çıktığımda kalan hadîs-i şerîfleri çevirdim. Âdeta Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîfleriyle hidâyet bulmuştuk. O zamana kadar İslâm hakkında hiçbir bilgisi olmayan herkes bu kitaptan çok etkilendi. Hadîs-i şerîflerin hepsine insanların ne kadar ihtiyacı olduğunu o zaman fark ettik. İnsanların, dine olan açlığını gördük.
Keşke buralarda da insanların gönüllerinin doyacağı mescidler olsaydı, diye düşündük. Çünkü bulunduğumuz şehir altı yüz bin kişilikti ve bir tane mescid vardı. Çok eski bir yapıydı. Buraya devam edenlerin çoğu ihtiyarlardı. Mescidde görevli bir molla (hoca) da yoktu. Cenâze merâsimi yapacak, insanlara namaz kıldıracak, Kur'ân ve hadîs-i şerîf öğretecek bir hocaefendi yoktu. Mescide cenaze gelir, oradan kabristanlığa götürülür ve eve dönüldüğünde içki masasında ölünün ardından ağıt okunurdu. Bir gün yolda giderken merkezî bir yerde boş ve büyük bir arsa gördüm. Burası mescid olsa ne güzel olurdu diye içimden geçirdim. Belediyeden arsayı bu maksadla istedik, bize cevap vermediler.
1991 yılıydı. Kazakistan bağımsızlığını kazandı. Valilik, belediye ve mühendisler, şehirleri elden geçirmeye ve yeniden inşa etmeye başladılar. Bu sırada görevli bir şehir mühendisi beni çağırdı ve şehrin ortasında mescid yapılmak üzere boş bir arazi tahsis ettiklerini haber verdi. Bu sefer de bizim paramız yoktu. Kazandığımız bütün maaşları mescide ayırdık. Ne kazansak, mescidin inşası için harcıyorduk. Başka işlerimiz de olduğu için mescidin inşaatında bizzat bulunamıyorduk. Para da yeterli değildi. İhtiyarlar yeni bir mescid yapılıyor diye çok seviniyorlardı, ama onların da paraları yoktu. Güç belâ biriktirdiğimiz yedi bin dolarla bir mimar-mühendis tuttuk. İnşaatı ona havâle ettik ve parayı da kendisine teslim ettik. Fakat o da parayla birlikte kayboldu. Mescid yine yarım kalmıştı. Ortada kala kalmıştık. Şimdi ne yapacaktık?!..
Halkımıza önce dini öğretecek bir müessese açalım, orada dinî değerleri öğretelim. Ardından mescid işine tekrar teşebbüs ederiz diye düşündük. Bu niyetle Kur'ân-ı Kerim'in dili olan Arapça öğreten bir kurs açmaya karar verdik. Kurs bir yıllık olacaktı. Allah'a şükür talep çoktu. 115 kişi başvurmuştu. Onlara ders vermek üzere 30 yıl imamlık yapmış birisini bulduk. Dersler bir sene sürdüğü hâlde, o hoca kimseye bir şey öğretmemiş. Irkçılık sebebiyle hiçbir kazak öğrencinin bunları öğrenmesini istememiş. Siz bunları öğrenemezsiniz, diye de alay etmiş. Bir başkasını bulduk. O da bir buçuk ay sonra eğer maaşımı üç kat arttırmazsanız bu işi bırakırım diye bir mektup yazdı. Maaşını yükseltmeye karar verdik, ama yine bırakıp gitti. Oturduk ağlamaya başladık:
“-Ya Rabbi!.. Bizim eksikliğimiz yüzünden dinine zevâl verme! Mescidimiz yarım kaldı. Arapça kursumuza hoca bulamıyoruz. Talebemiz var, hocamız yok! Allah'ım bizi affet, yardımını esirgeme!...”
O zamanlar ne kadar üzüldüğümüzü, ne kadar ağladığımızı bir Allah bilir.
Ertesi gün eşim, işine gitmişti. Dönerken iki ihtiyarla geldi. Adamlar yetmiş yaşına yaklaşmışlardı. Özbekistan'da dînî eğitim almışlardı. Hâfızdılar. Ama amel ve ibâdetleri azdı. Yalnız para için çalışıyorlardı. O yıl 113 talebe mezun oldu. Talebelerimizden altı tanesi çok iyiydi. Bunlar arasından da üçünü seçtik ve özel eğitim imkânları sağladık. Daha sonra iki senelik bir medrese açtık.
Bu medreseyi de Kazak-Arap Dili Enstitüsü'ne döndürdük. Sonra eksiğimizin dinî ilimler sahasında olduğunu düşünerek, Suudî Arabistan'a mektup yazdık ve kendilerinden bu enstitüde ders vermek üzere hoca istedik. Bu dâveti, Kuveyt ve Mısır'a da yaptık. Gelmeye başlayan hoca ve eğitimcilerle eksiklerimizi tamamlıyor, dinimizi öğrenmeye başlıyorduk.
1994-5 yıllarında İlâhiyat fakültemizi açtık. 1996 yılında İslâm'la ilgili “Dini Tanımanın Temelleri” adında ilk telif kitabımı yazdım. O kitap, yayınlanır yayınlanmaz uzun bir müddet satış listelerinin üst sıralarında yer aldı. İnsanlar İslâm'a hasretti. O zamana kadar yazdığım kitaplar hep ateizmle ilgiliydi.
1993 yılında eşim hacca gitmişti, 1995 yılında ben de gittim. Hedeflerimizden birisi de Arabistan'daki üniversitelerle görüşüp fakültemize hoca getirebilmekti. Özbeklerle beraber hacca gitmiştik. Yolda câhil birisi, “Kazaklar da müslüman mı ki?!” deyince çok üzüldüm. Ona cevâben:
“-Elhamdülillâh, müslüman tabiî!..” dedim. Ama yüreğim de içten içe sızladı ve:
“-Yüce Allah'ım, halkıma din ver!” diye duâ ettim. Hac ibâdetimizi edâdan sonra ülkemize geri döndük. Tekrar Taşkent'e gittik. Özbek medreselerinde ders veren bir kazak hoca bulduk. Evinde misafir olduk. O akşam kendisine:
“-Sen kazaksın. Halkına din öğretmelisin. Sorumlusun. Seni daha önce de dâvet etmiştik. Gelmedin. Eğer yine gelmeyecek olursan ayaklarının altından öpeceğim. Ne olur bizi yüzüstü bırakma!..” dedim ve dinim için kalktım, eğildim ve ayaklarını öpmeye teşebbüs ettim. Dizlerinin dibinde:
“-Benim halkımın dine ihtiyacı var!” diye yalvardım. Nihâyet ikna edip beraberimizde Kazakistan'a götürdük. İki ay evimizde kaldı. İki ay sonra âilesini de getirdi. Bu arada mescid inşaatımız olduğu gibi duruyordu. Bir şey yapamıyorduk ve bu durum bizi çok üzüyordu. Nice geceler düşünce ve üzüntüden uykusuz geçti. Yakınlarımızdan bir genç vardı. Zeki ve terbiyeliydi. Bir gün onunla konuştum ve:
“-Hadi seni Mısır'daki Ezher üniversitesine gönderelim. Orada dinimizi öğrensen de geri döndüğünde bize anlatsan! Çok büyük bir hizmet etmiş olursun!” dedim. O da beni kırmayarak gitti. On sene eğitimden sonra bu yıl Kazakistan'a döndü.
O ân gözlerimle gördüm ki, Allah'tan samimiyetle ne istesek duâlarımızı kabul etmiş ve icâbet buyurmuş!...
Üniversitede dersler düzenli olarak devam etmeye başlamıştı. Halktan da talep gittikçe artıyordu.
Amerika'ya 11 Eylül saldırıları olunca, Arapların ülkemizde çalışması yasaklandı. Neredeyse bütün hizmetlerimiz durma noktasına gelmişti. Allah'a yalvardım, yakardım, yardım taplep ettim. O sırada nereden geldilerse Türkiyeli kardeşlerimiz karşımıza çıkıverdi. Onları bize Allah gönderdi. Onlar bize imkân da temin ettiler ve okullarımız ücretsiz oldu. Biz de fakültemizin ismini değiştirdik, “Oturar” koyduk.
Türkiye'ye ne zaman geldiniz?
İlk defa 1993 yılında Türkiye'ye gelmiştim. Başımda şapkam vardı, saçlarım açıktı. Namazı da bilmediğimden öylece kılardım. Bir hanım geldi, başıma örtü verdi. Şapkamı çıkarıp örtüyü başıma örttü:
“-Çok yakıştı, namazlarını hep böyle kıl!” dedi. Bizi gezdirdiler. Türkler, çok dindar ve iyiliksever insanlar. Oradaki namazımdan çok huzur buldum. Gördüğüm her mescidde namaz kılmak istiyordum. Hele Sultanahmed câmiinde namaz kılarken meleklerin tepemde gezdiklerini hissediyordum.
Benzer duyguları Medine'de Peygamber Efendimiz'in mescidinde de hissetmiştim. Orada Cuma namazı kılarken sanki câmi göklere doğru çekilmiş gibi hissetmiştim. Peygamber Efendimiz'in bastığı yerler bembeyazdı. Sonra memleketime baktım, simsiyah!.. Selam verdiğimde yanımda namaz kılan kadına bir şey hissedip hissetmediğini sordum. Sanki mescid yükseldi gibi oldu, dedim. O da tebessüm etti. Anladım ki, o mübârek topraklar Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının bastığı mübârek topraklar!.. Ve hâlâ o toprakların bereket ve rûhâniyeti devam ediyor.
Hizmetlerinizi yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Kazakistan'da müslümanların karşılaştığı bir çok zorluklar var. Dini bilmeyen insanlar, okullarımızı kapanmasına çalışıyorlar. İnsanların mescidlere gitmesinden rahatsız oluyorlar. Okulumuza dokunamazlar. Gerekirse mahkemeye giderim, bu işi sonuna kadar tâkip ederim. Canımı alırlar, okuluma dokunamazlar. Ben bu yola baş koydum.
Mâşaallah, bu yaşta bile hâlâ içinizde heyecan ve aşk taşıyorsunuz. Bu heyecanı nasıl canlı tutabiliyorsunuz?
Ben de bu işin peşini bırakırsam mücâdeleyi göze alacak kimse yok. Resmî müesseseleri çok iyi tanıdığımdan beni başlarından savamıyorlar. Allah bize güç verdiği, ömür verdiği nisbette canla başla çalışmak mecbûriyetindeyiz.
Bize son söz olarak neleri söylemek istersiniz?
Bizim kalbimizde Türkler'in bambaşka bir yeri vardır. Dinimizi, medeniyetimizi, ahlâkımızı sizden öğreniyoruz. Size teşekkür ederiz, duâlarınızı bekleriz.
Biz de size teşekkür ederiz. Allah yâr ve yardımcınız olsun. Yüce Rabbimiz size hayırlı uzun ömürler ihsan buyursun. Bize bir kişinin isterse tek başına neleri yapabileceğinin canlı şâhidi oldunuz. Allah sizin din yolundaki hizmet şuur ve gayretinizden bizlere de hisseler versin. Âmin.
Halime Demireşik
Şebnem Dergisi, 14. sayı
Not: Resimdeki Yer Kazakistan Nur Astana Camii
Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helâl olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terkederdi.Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle Hikmet yapardı.
Dinî bir bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi. Işıkları yaktı ve fırının kapağını açıp içerisine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler de, gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı. Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu.
Tam o saatlerde fırının genç ustalarından olan Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu.
Dış kapıyı açtığında şaşırdı. “Hayret, içerdeki elektrikler açık unutulmuş” diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık duran fırın kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi.
Elektriklerin sönmesiyle Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat heyhat, kapak üzerine kilitlenmişti. Var gücüyle bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05’i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Yanmak onun için bu dünyada başlayacaktı.
Yavaş yavaş ısınacaktı fırın... Evvela terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti... Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı.
Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı... Yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti. Birkaç gün önceydi, işçilerle acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde tutmuştu. Ya şimdi?.. Yanan iki parmak ucu değil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filmlerde gördüğü yanan adamlar canlandı. Kendi hali daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu... Adım adım, hissede hissede... Terleye çıldıra, dövüne dövüne...
İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmış mıydı yoksa?.. Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu?.. Aman Allah’ım! Beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı. Saat gecenin 1.00’i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Ömürleri yanmak vaktini meyve veren insanlar gibi... Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım... Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte... Biraz sakinleşti.
Evini düşündü. Hanımı, oğlu, merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken?.. Hayat arkadaşına karşı daha nazik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu....
Onlardan da mes’ul olduğu için onların hesabını da verecekti Allah’a... Keşke hanımının dediğini yapsaydı. Hanımı ona:
“Haydi, birlikte namaza başlayalım” demişti. Hikmet ise: “Biraz daha yaşlanalım” diye cevap vermişti.
Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece İhtiyarlığın hesabını verecekti.
Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti? Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş, Allah’ın büyüklüğünü, kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. “Ah ahmak kafam” diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit muhakkak onun son eda ettiği vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi.
Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar, kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her tip pisliğin televizyon ekranlarından üzerine sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah’ını, Peygamberini niçin sevdirmemişti?
Aklı çocukluğuna gitti... Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti.
Aklına bir fikir geldi, ‘fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak.’ Toprak yoktu ki... Fakat olsun... Hiç kılmamaktan iyiydi. Belki, bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Herşeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanıiabilirdi ki?
Aslında her namazda öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbi’yle konuşuyor gibi hissetti. Âlemlerin Rabbi’ne hamdetmeyi, O’na dayanmayı, O’ndan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliğiyle secde etti. “Eksiksiz, yüce, merhametli Sensin” dedi acizliğini iliklerine kadar duyarak...
Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ah, dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsaydı. Yoruldukça oturup tövbe etti. Estağfirullah çekti.
Nasıl da daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu.
Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15’ti. Bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “Cengiz!” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa?.. Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi:
“Hikmet!”
İçeriden hiç ses gelmiyordu. Birkaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, adının söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat, yine duydu. Birisi ‘Hikmet’ deyip duruyordu. Hem fırının ışığı dayanmıştı.
Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz’i gördü. Fırından çıktı. Cengiz, bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla:
“Kimsin sen?” dedi.
Hikmet’in Cengiz’e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hâlâ ağlıyordu.
“Ne demek sen kimsin? Hikmetim işte, görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı”dedi.
- “Olamaz” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin.”
Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir ma’nâ veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olur da mesai arkadaşı kendisini tanıyamazdı? Birden aklında bir şimşek çaktı. Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı. Elleri kırışmış, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler kimbilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacağı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı ellerinin arasında kalakaldı.
Kaynak: M. Fatih Yıldırım / Hikaye - Ocak 1995 Sızıntı Dergisi
Eline aldığı kuru bir hurma dalına dayanarak Resûlüllah’ın kapısına kadar gelmiş olan yaşlı bir kadın, içeri girmek arzusunu izhar etmesi üzerine;– Yâ Resûlâllah, kim olduğunu bilmediğimiz bir ihtiyare kadın, zâtınızı görmek istiyor,” dediler.
Resûl-i Ekrem Hazretleri:
– Müsaade edin, gelsin,” buyurdular.
İhtiyarlıktan âdeta rükû eder halde duran kadın, hurma dalından edindiği asâsına dayana dayana Resûlüllah’ın kapısından içeri girdi, bir-iki adım ilerledikten sonra, kendisini tanıyan Resûlüllah hemen ayağa kalktılar; altlarındaki içi hurma lifi dolu minderlerini göstererek oturmasını istediler.
Resûlüllah’ın bu kadına gösterdiği hürmet ve alâka, orada hazır bulunan Hazret-i Ömer’in dikkatini çekti; hattâ kim olduğunu merak ettiği bu ihtiyareye gösterilen bu ikramı, biraz da fazla gibi bulduğu içindir ki, ihtiyare kalkıp gittikten sonra:
– Yâ Resûlâllah, bu kadın kimdi ki, kendisine ayağa kalkacak kadar hürmet ettiniz, minderinizi verecek kadar alâka gösteriniz?” dedi.
Resûlüllah’ın cevabı tek cümleden ibaretti:
– Bu kadın, bizim Hatîce’nin dostlarındandı!”
Burada aklımıza şöyle bir sual geliyor:
– Resûlüllah Hazretleri, senelerce evvel vefat etmiş olan Hatice Validemize, neden bu kadar alâkâ duyuyordu ki, O’nun dostlarına bile ayağa kalkıyor, minderlerini vermek kadirşinâslığında bulunuyorlardı? Hatîce Validemizin kendisini bu derece sevdiren hususiyeti ne idi?
Bu sualin cevabını da, Hazret-i Âişe Validemizin hazır bulunduğu bir mecliste cereyan eden şu hatırada bulmak mümkündür. Fahr-i Kâinat Efendimiz, bir aile sohbetinde, Hazret-i Hatîce Validemizi uzun uzun yâdetmiş; bazı hatıraları yeniden anlatarak, geçmiş günlerini dile getirmişti.
Hazret-i Âişe Validemiz:
– Yâ Resûlâllah, senelerce evvel ölüp gitmiş olan bir yaşlı kadını, bu kadar hatırlayıp yâdetmekte ne fayda var? Allahü Zülcelâl, size, O’ndan daha genç ve güzelini ihsan etmiş; ağzında dişi bile kalmamış bir ihtiyare yerine daha gencini vermiştir,” dedi. Âişe Validemizin bu sözlerine karşı Resûlüllah Hazretleri’nin, Hz. Hatîce Validemizi niçin unutmadığını bildiren şu cevaplarını, dikkat ve ibretle okumaktayız:
– Yâ Âişe! Seneler geçtiği halde Hatîce’yi unutmayışım, O’nun dış güzelliğinden değildir.
Herkes beni red ve inkâr ettiği zaman, Hatîce bana inandı ve tasdik etti.
Etrafımdakiler bana, yalancısın, dediği zaman; Hatîce bana, doğru söylüyorsun, asla çekinme, dedi.
İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatîce, bütün servetini önüme sürerek bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin, dedi.
Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatîce, benden asla geri kalmadı; bunların hepsi geçicidir, üzülme, ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir, dedi.
İşte ben, Hatîce’yi, bu fedakârlıkları için unutmuyorum!”
Hz. Hatîce’yi seneler geçtiği halde unutturmayan meziyetleri, Resûlüllah nezdinde, kadın arkadaşına oturduğu minderini verdirecek kadar kazanmış olduğu itibar ve kıymeti; hanımların dikkatlerini çekmelidir.
Mü’mine hanımlar, İslâm dâvası uğrunda fedakârca çalışan kocalarına engel olmamalı. Hatîce annemiz gibi, bütün kuvvet ve imkânlarıyla dâva uğrunda çalışan beylerini takviye ile yardımcı olmalıdırlar.
Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları